BİR
yıl içinde Bosna’ya ikinci defa gideceğim aklıma hiç gelmezdi. Haziran ayında
yaptığım ilk beş günlük gezinin ardından bu on günlük kış seyahati, Bosna’yı
daha yakından tanımama imkânı verdi bana. Daha önceki seyahatimde rüya bir
şehirde dolaşıyormuşum duygusuyla Bosna’yı dolaşmış ve bana verdiği ilhamla
şehri tanımlamıştım. İkincisi ise, duygu ile birlikte aklın, rüya ile hakikatin
kendini hissettirdiği bir seyahat oldu. Zira hem şehirleri daha da içselleştirme
imkânı yakalamış, hem de şehrin köklerinden beslenen aydın, sanatçı ve
siyasetçilerle sohbet etme imkânı yakalamıştım.
Heraklitos “Aynı ırmakta iki kez
yıkanılmaz” derken, oluş ve değişim kavramları üzerinde durur ve aynı ırmakta
iki kez yıkanan insan için ne yıkandığı su aynı sudur, ne de insan, ilk
yıkandığı andaki insandır. Zira her eylem yeni bir oluştur, bir değişimdir. Bir
şehri ilk defa görmenizle ikinci defa görmeniz arasında derin farklar vardır.
Heraklitos’un ifadesiyle söylersek, aynı şehri iki defa gördüğünüzde, şehir,
aynı şehir değildir.
Benim için Bosna’yı ikinci defa görmek,
bir önceki Bosna’yı görmekten farklıydı. Zira ilk karşılaşmalarda heyecan ve
merak kendini hissettirir, ikincisinde ise heyecan ve merakın yerini tanıma ve
tanımlama alır. Bu, iki insanın ilk karşılaşmasında da böyledir, bir insanın
yeni bir şehre girişinde de.
9 Aralık sabahı Saraybosna’ya sabahın
erken saatinde indik. Hava soğuktu. Buraya gelmeden önce Bosna’yı bilen
arkadaşlar şehrin karlı olacağını, belki de kar yüzünden çok da rahat seyahat
edemeyeceğimizi söylemişlerdi. Neyse ki soğuk var ama kar yok. Mihmandarlarımız
karın yağmasının daha iyi olacağını, zira karla birlikte havanın yumuşayacağını
söylüyorlar. Ama ben, soğuğun değil de karın hareket imkânımızı kısıtlayacağını
düşünüyorum, “İyi ki kar yağmıyor” diyorum içimden. Her şeye rağmen Bosna’nın
hem yazını, hem kışını yaşamış biri olarak burada mevsimler söz konusu
olduğunda “nar”ının da, “nur”unun da güzel olduğunu söyleyebilirim.
Tevafuk bu ya, ilk seyahatimden
izlenimlerini yazdığım “Hasret ve Umut: Bosna” adlı kitabımın piyasaya çıktığı
gün, ben Bosna’ya hareket ediyorum. Yanıma on on beş tane Bosna kitabı
alıyorum. İlginç olan, kitabımı Bosna Cumhurbaşkanı Bakir İzzetbegoviç’e sunma
imkânı buluyorum.
Aliya Bosna’yı tanımlarken, Doğu ve Batı’nın
ortasında, “büyük sınır”da yer aldığını söyler. Şehirlerin veya ülkelerin sınırları
oldukça önemlidir. Şehir ve ülkeler, sınırlarının konumlarına göre
reflekslerini belirlerler. Örneğin ülkemizin uzun kara sınırı olan Suriye
sınırımız haritada belirgin olarak çizilmesine karşın, güneyde yaşayanlar için
bu sınır söz konusu değildir. Zihinlerinde böyle bir sınır yoktur, çünkü karşı
tarafta aynı dili konuşan, aynı dine inanan kardeşleri vardır. Arap ülkeleri
arasındaki sınırlar da böyledir. Ama Bosna, Avrupa’nın ortasında, dört tarafı
kuşatılmış bir ülke. Bu yüzden Aliya, “büyük sınır” diye tanımlıyor.
Bu büyük sınırın farkında olan Aliya’nın
kabrinden başlıyoruz gezimize. Şehitlikteki beyaz mermer mezar taşlarını şehrin
içinde çiçek açan zambaklara benzetiyorum. Zambağın hem Bosna, hem de
edebiyatta derin anlamı var. Çiçek olarak neşeyi, sevinci sembolize ettiği
söyleniyor. Ama zambağın en belirgin özelliği, içinde böcekleri kendine çeken
tuzaklar bulundurması. Bu tuzaklar, aynı zamanda onun üremesini sağlıyor. Üstat
Sezai Karakoç’un “Zambaklar en vâhşi yerlerde açar;/ Vardır her vahşi çiçekte
gurur” diye tanımladığı zambak, eski Bosna bayrağının da sembol çiçeği.
Keçi
Köprüsü
Bu ikinci seyahatimde, Saraybosna’da daha
önce görmediğim yerleri görme imkânı yakalıyorum. On günlük bir zamanı
kapsadığından şehri daha iyi tanıma fırsatı yakalıyorum. Daha önce görmediğim
Keçi Köprüsü ve Beyaz Tabya’ya çıkıyorum. Keçi Köprüsü, Saraybosna’ya giriş
yolu. Yarım hilal şeklinde yapılmış küçük bir köprü. Osmanlı döneminde
Hacıların uğurlandığı yer olarak biliniyor. Rehberimizin anlattığına göre, 1460
yılında Osmanlı ordusu buradan şehre girmiş.
Halk arasında “Eski İstanbul yolu” olarak
biliniyormuş burası. Rivayete göre burada koyunlarını otlatan bir çoban altın
bulmuş ve o bulduğu altınlarla bu köprüyü yaptırmış. Bir başka rivayet ise
şöyle: Çoban koyunlarını otlatırken bir keçi bulmuş ve bu köprünün adı, “Keçi
Köprüsü” kalmış. Aslında büyük köprülerin yanında küçük köprüler vardır ve halk
arasında küçük köprülere “keçi köprüsü” denir. Keçiler dar ve patika yollardan
geçtiğinden, böylesine küçük köprülere bu isim verilir.
Buradan sonra Beyaz Tabya’ya çıkıyoruz. Rehberimiz, savaş sırasında bu yüksek noktaların Sırpların elinde olduğunu ve yıllarca şehri buralardan kuşattıklarını söylüyor. Bosna Savaşı’ndan sonra askerlik kaldırılmış, yerine paralı askerlik getirilmiş. Çalışma saatleri de 08:00-17:00 arası. Boşnaklar bununla ilgili güzel bir espri yapıyorlar: “Bosna’da beşten sonra savaş çıksa kimse savaşmaz!”
Konjic
yahut “Küçük Konya”
Mostar’a giderken Hersek bölgesinde
Konjiç’e uğruyoruz. Konjiç, ortasından nehir akan küçük bir şehir. Nehrin
üzerinde güzelim bir taş köprü var, şehre ayrı bir güzellik katıyor. Köprünün
üzerinde fotoğraf çekiyoruz. Osmanlı döneminde Konya bölgesindeki Karamanoğullarının
sürgün edilmesinden dolayı Buraya “Konjiç” adı verilmiş. Konjiç, “Küçük Konya”
anlamına geliyormuş. “Konj” kelimesinin bir diğer anlamı “at” imiş. Rehberimiz
Slav dillerinde makam isimlerinin altı asır Türkçe olarak anıldığını söylüyor.
Dolayısıyla buranın Konjiç olarak anılması, Konya Karamanlılarının yaşamış
olmasındandır. Bu şehrin ağaç oyma işleri çok meşhur. Hersek bölgesinin bütün
özelliğini taşıyan bu küçük şehirden en çok sanatçı ve entelektüel çıkıyormuş.
Osmanlı döneminde birçok vezir buradan çıkmıştır.
Konjiç’ten sonra Jablinaca’dan geçiyoruz.
Yüz yıldır burada cami yokmuş, henüz yapılmış. Bu şehrin bir diğer özelliği,
Tito’nun mareşal unvanını aldığı yer olması. Almanları burada hezimete
uğratmış. 6 Nisan 1945, Bosna’nın Nazi işgalinden kurtuluşu…
Velij dağlarından geçiyoruz, 30 kilometre
devam ediyor. Çok yüksek dağlar. Yol, oldukça kavisli ve dar. Dağların
arasından Neretva nehri geçiyor. Nehrin üzerinde köprüler… Neretva, eski
Yunancada “akan tanrıça” demekmiş. Keltlerde ise “yeşil gözlü” anlamına
geliyor. Gerçekten de nehre baktığınızda su yemyeşil görünüyor. Miletka nehri
ise “esmer tenli” anlamına geliyor. Akış gücü, büyüklüğü ve güzelliğine göre
tanrı veya tanrıça isimleri alıyorlar. Bazen dişil, bazen eril oluyorlar.
Hırçın akan nehirler erkeksi, ağır ve narin akan nehirler ise dişil. Neretva
veya Miletka nehrine baktığımızda, biri yeşil gözlü, diğeri esmer tenli tanrıça
olarak karşımıza çıkıyorlar. Bosna’daki nehirlerin güzelliğini görüp de onlara
tanrı veya tanrıça ismi koymamak elde değil.
Yol boyunca Sırp, Hırvat ve Müslüman
mezarlıklarını görüyoruz. Özellikle Sırp ve Hırvat mezarlıkları oldukça süslü.
Müslüman mezarlıklarının sadeliği yanında bunlar oldukça görkemli yapılıyor.
Düşünüyorum da gâvurlar, özellikle de kadınları, yaşarken oldukça süslü ve
gösterişli oluyorlar. Öldüklerinde de aynı güzellik ve süsü göstermek için
mezarlarını süslü yapıyorlar. Yaşarken kendileri, öldüklerinde mezarları süslü...
Srebrenitsa
Srebrenitsa,
Bosna Savaşı sırasında en çok adını duyduğum şehir. 20. yüzyılın en büyük
soykırım ve katliamının yaşandığı şehir. Yol boyunca, bir şehre girmenin
heyecanını değil, bir şehrin geçmişte yaşadıklarını düşündüm. Şehre girmeden
önce, o şehir hakkındaki öncül bilgilerim içimde bir burukluk yaratmıştı. Bu
yüzden her yeni gördüğüm şehre sevinç ve heyecanla girerken, Srebrenitsa’ya hüzünle
girdim.
Yol boyunca Bosna’nın diğer şehirleri gibi
mezarlıklar gördüm. Bu mezarlıklar içinde en beyazı, en sadesi ve en büyüğü
şehitliklerdi. Boşnaklar mezarlık veya kabristan sözcüğünü artık
kullanmıyorlar. Onların kabristanlarının adı “şehitlik”. Çanakkale Şehitliği
dışında Srebrenitsa’da
olduğu kadar büyük bir şehitlik var mıdır acaba? Bu şehitlikleri gördükten
sonra, “Bir ülkenin mezarlığının büyüklüğü, savaşının büyüklüğü ve trajedisiyle
orantılıdır” diye geçiriyorum içimden. Bir ülke ne kadar çok mezar taşına
sahipse, o kadar çok acı ve kedere gark olmuştur. Mezarlığınız olmayan
topraklar, sizin topraklarınız değildir. Bu bağlamda Bosna, Boşnakların olmayı
en çok hak eden ülke.
Srebrenitsa’yı
gezerken, savaşın acısını iliklerinize varıncaya kadar hissediyorsunuz. Eğer az
da olsa inancınız ve vicdanınız varsa, savaşın acısını ve yıkımını ruhunuzda
hissediyorsunuz. Ve bu şehirdeki her nesne, her varlık size Bosna Savaşı’nın acımasızlığını
anlatıyor. Şehir o kadar sakin ve o denli sessiz, insansız ki terk edilmiş bir
mezarlık gibi. Komünist Yugoslavya’dan kalma kapanmış devasa fabrikalar ve 8 bin
372 kişinin yattığı gözün görebildiği yere kadar uzanan şehitlik, burayı ölüler
şehri yapmış sanki.
Srebrenitsa’ya
giderken içinden geçtiğimiz köylerden birinin girişinde dikilen bir levhada, “Bizim gibiler yüzünden Allah’ın işi zor” diye
yazıyor. Gülüyorum ve tabeladaki yazıyı tercüme eden arkadaşım Bekim’e, “Bunlarla yalnızca Allah’ın değil,
insanlığın da işi zor” diyorum.
Srebrenitsa’da
bizim rehberliğimizi yapanlardan biri de Velma Sariç adlı Boşnak bir kadın. Bu
kadın, Bosna’da tecavüze uğrayan kadınlarla ilgili hukukî çalışmalar yapmış, uluslararası
mahkemelere olayı taşımış mücadeleci bir kadın. Bosna Savaşı sırasında 12-13 yaşındaymış.
Ailesinden şehit olanlar var. Annesi onu, saçını keserek erkek kılığına sokmuş
ve savaş ortamından kurtarmış. Velma Hanım bizi, önce evinin bahçesine Sırplar
tarafından bir kilise yapılmış olan yaşlı bir kadına götürüyor. Gerçekten de
yaşlı kadının evinin önüne koca bir kilise yapmışlar. Adı Fatma (Orloviç) olan
yaşlı kadın, toprağının işgalini Avrupa mahkemelerine taşımış.
Fatma Nine ile görüştükten sonra yolumuza
devam ediyoruz. Geçtiğimiz yolların 1990’larda “ölüm yolu” olduğunu söylüyor
Velma, “Burada yalnızca Srebrenitsalı
erkekler değil, Doğu Bosna’dan getirilenler de katledilmiştir” diyor. “Ben de Srebrenitsa’nın bir kasabasındanım”
diyor. Yolda bir köyden geçiyoruz, “Türk köyü” anlamına gelen “Turkoviç”
levhası gözümüze çarpıyor. Levhadaki “Turkoviç” sözcüğünün “T” harfini
silmişler, “Orkoviç”, yani “ürkekler” anlamına dönüşmüş.
Srebrenitsa
Şehitliği’ne giderken Velma, bizi burada “Srebrenitsa Anneleri”
adlı bir sivil toplum kuruluşundaki kadınların beklediğini söylüyor. Tecavüze
uğrayan, çoluk çocuk ve eşi şehit olan ev kadınlarından oluşuyor bu dernek.
Bosna soykırımının acılarını yaşayan anne ve eşlerden oluşan bir sivil toplum
örgütü. Bunlar tahsilli kadınlar değiller ama acılarını ve mücadelelerini bütün
dünyaya duyurmak için uğraş veriyorlar. Her birinin acı ve bir o kadar trajik hikâyesi
var. Özellikle Srebrenitsa katliamını
canlı tutmak istiyorlar. Çünkü kendilerinin son tanık olduklarını söylüyorlar.
Bu kadınlar savaş
sırasında yirmi veya otuzlu yaşlardalarmış. Çoluk çocuk, eş, kardeş, anne,
baba derken bütün yakınlarını kaybetmişler. Şehitlikte bembeyaz mermerden binlerce mezar,
sanki toprağı örtmüş beyaz karanfiller gibi bütün alanı kaplamış. Mermerlerin
canlılığı ile acıların canlılığı birbirini tamamlıyor. Siyah renk toplayıcı,
beyaz renk yansıtıcıdır. Bu beyaz mermerler sanki özellikle seçilmiş acıları
canlı tutmak ve yansıtmak için.
Srebrenitsa Anneleri Derneği
Başkanı, konuşmasına “Siz eşi çocuğu yok olmanın ne demek olduğunu bilmezsiniz.
Anne ve babasızlığın da… Siz aynı zamanda bir komşunuz da olmadığını
bilmezsiniz” diyerek başlıyor ve ardından, “Gördüğünüz gibi, burada katliam ve
etnik temizlik yapıldı, amacına da ulaştı” diyor. Srebrenitsa’da her evden birçok şehit var.
Kadının anlattıklarından sonra Velma bize bilgi veriyor: “Bosna-Hersek,
siyaseti Saraybosna’dan müteşekkil sanılıyor. Oysa Srebrenitsa’yı unutmamalı,
ihmal etmemeli! Soykırım yapanlar bugün sırt sırta yaşıyorlar. Burada en
verimli tarım arazileri var, Sırbistan bunlara sahip olmak için bu savaşı
çıkardı, başardı da. Bugün bu verimli arazileri işleyecek insan gücü yok.
Sırplar Kosova Savaşı’nda kaybetmiş olmanın intikamını Srebrenitsa’da
aldıklarını söylüyorlar…”
Burada tarihten
kaçamayacağımızı bir kez daha görüyorum. Tarihimiz -iyi veya kötü, ne olursa
olsun- arkamızdan geliyor, bazen de Bosna’da olduğu gibi önümüzü kesiyor ve neyi
unuttuğumuzu bize hatırlatıyor.
Velma şehitlikten
ayrıldıktan sonra bizi katliamın yapıldığı bir ahıra/hangara götürüyor. Hangar kapalı
ve etrafı tel örgüyle çevrilmiş. Katliamın izleri halen duruyormuş içeride.
Arkadaşlar birkaç fotoğraf çekiyor. Bu hangarda ağır silahlarla bin 500 kişi
öldürülmüş, bir kişi kaçıp kurtulabilmiş. Velma, “Bin 500 kişinin
öldürüldüğü bu yere bir anıt dahi yapamıyoruz” diyor.
Soykırımı Hatırlama Anıtı: 8372
Srebrenitsa
Şehitliği içinde yer alan “Soykırımı Hatırlama Anıtı” olan 8372, iki mezarın
kapladığı alanın yanında bir nokta gibi kalıyor. Bana göre mezarlığın kendisi
büyük bir anıt, hem de “Ölüm, en güzel bir ibrettir” sözünde olduğu gibi.
Burası, Srebrenitsa
Anneleri’nin isteği üzerine 2005 yılında yapılmaya başlanmış. Soykırımda
ölenlerin tümünü buraya gömmek istiyorlarmış. Srebrenitsa Anneleri Derneği Başkanı,
şehitliğin ilerisindeki akü fabrikasını işaret ederek, “Orada çocuklar ve
anneler vardı. Orası Hollandalı askerlerin koruması altındaydı, Birleşmiş Milletler’in
teminatındaydı. Sırplar buraya geldiğinde, eli silah tutanlar dağlara kaçtılar.
Hollandalı askerler ise 300 kişiyi kendi korumaları altına almış, geride
kalanların tümünü dışarıda bırakmışlar. Sırplar hepsini katletmiş, kadınların
çoğu intihar etmiş. Bunların fotoğrafları var. Ladiç buraya gelip 13 yaş ve
üzerindekileri alıp götürmüş. Bu şehitliğe 2005 yılında defin işlemleri
başlamış. Halen devam ediyor. Daha ulaşamadığımız 600 kayıp var” diyor. Bir diğer anne ise, “Müslüman olduğumuz için
katlettiler” diye ekliyor, ardından da “Mutlaka buraya gelip görün, sahip çıkın!
Yalnız Saraybosna yok, Srebrenitsa da var” diyor.
Bazı tarihler vardır, insanların ve
ülkelerin geçmişinde önemli ve özeldirler; doğum veya yıkımlara işaret ederler.
Hafızadır bu tür tarihler. Srebrenitsa için “11
Temmuz 1995”, tam da böyle önemli bir tarih! 20. yüzyılda Boşnakları Bosna’dan
silme adına uygulanan tarihin en acımasız katliamlarımdan birinin gerçekleştiği
tarih, bu tarih…
Srebrenitsa Annesi Hatice
Mehmedoviç’in eşi ve çocuklarının katledildiği tarih de bu tarih: “Bugün tek ve
yalnız yaşıyorum. Eşim ve oğullarımla birlikte olalım diye Srebrenitsa Anneleri
Derneği’ni kurduk. “ diyor. Hatice Hanım’dan sonra Dernek Genel Sekreteri
Fadile Efendoviç konuşuyor: “Birçok annenin üye olduğu derneğe ben de üye
oldum. Bir oğlumu ve eşimi kaybettim. 1995’e kadar anlatacak çok şeyimiz var. Herkes
yalnızca 1995’i hatırlamayı istiyor, oysa 1992, 1993, 1994 de var. 1995 sonrası
var. Türkiye’de bugünkü yönetim olsaydı, bugün burada bu mezar taşlarının
yerine fabrikalar olurdu. Oğullarımız çalışır, biz de torunlarımızı severdik.
Yeniden mücadele etmek gerekiyor ki Srebrenitsa’lar olmasın!”
Bizi alıp katliamda
Boşnakların kaldığı akü fabrikasına götürüyorlar. Fabrika, Yugoslavya döneminden
kalma ve terk edilmiş; oldukça büyük. İçinde geçmişten kalma paslanmış,
çalışmayan devasa makinalarla müthiş bir rutubet var. Fabrika’nın hemen giriş
kapısının önünde ağlayan kadınlar ve çocuk heykeli var. Hollandalılar katliam
anısına yapmışlar bu heykelleri. Bir nevi günah çıkarma. Bu heykel yerine
gözyaşı döken bir timsah heykeli dikselerdi daha iyi olurdu. Gözyaşı döken timsah heykeli dikmek de belki
Birleşmiş Milletler’e nasip olur. Çünkü bu katliamda en büyük suçlu Birleşmiş Milletler.
Velma, bizi Hollandalı
askerlerin kaldıkları bölüme götürüyor. Bomboş odaya girdiğimizde renkli
kalemlerle duvarlara çizilmiş pornografik resimler görüyoruz. Velma, “Boşnaklar
katledilirken Hollandalı askerler işte böyle resimler çizerek vakit
geçiriyorlardı” diyor. Ayrıca aç ve susuz Boşnak kadınlara ancak kendileriyle
yatarlarsa bir parça ekmek verebileceklerini söylüyorlarmış. Burayı gördükten
sonra insanlığın nasıl alçalabildiğini daha da görüyor insan.
Akşama doğru Hatice Hanım’ı arabamızla evine bırakıyoruz; Srebrenisa’nın dışında bir yer, daha çok bir köyü andırıyor. Akşam saati olduğu için bazı yerlerin ışığı var, bazı yerlerin yok. Hatice Hanım, “Bize elektriği dahi zorla veriyorlar. Sık sık elektrik kesiliyor” diyor. Evinin önünde vedalaşıp ayrılırken, bahçesindeki bir servi ağacını göstererek, “Bu ağacı küçük oğlum dikmişti” diyor. Ağaç kim bilir kaç çocuk boyunu geçmişti, bunu öyle içten, öyle duygulu söylemişti ki içimde bir acı belirdi. Arabamız hareket ederken, çocuğunu savaşta kaybetmiş, birçok acılar yaşatmış bu şehri bu annenin niçin terk etmediğini daha iyi anladım. Bu kadını bu topraklara çocuğunun diktiği bir ağaç bağlamıştı. Bu ağaçta oğlunu görüyordu. Ve bir annenin trajedisinin bir ağaçta saklı olduğunu, Sezai Karakoç’un “Bir kadını çöz, çöz, anne olsun” dediği hakikatin burada, bu ağaç ile kadın ilişkisinde saklı olduğunu anladım.
"Türkiye’de bugünkü yönetim olsaydı, bugün burada bu mezar taşlarının yerine fabrikalar olurdu. Oğullarımız çalışır, biz de torunlarımızı severdik. Yeniden mücadele etmek gerekiyor ki Srebrenitsa’lar olmasın!"
Osmanlı’nın
son kalesi “Cazin”
Bihaç’a giderken yolumuz üzerindeki
Travnik’te durup dinleniyoruz. Travnik’e Haziran ayında gelmiş, uzunca
dolaşmıştım. Yaz ayıydı ve yağmur sağanak halinde yağıyordu. Aradan altı ay
geçmiş, Aralık ayında ve akşam saatinde Travnik’e giriyoruz. Şehrin hemen
girişinde, Laşva nehrinin kenarında bir kahveye giriyoruz. Hava soğuk ve yine
sağanak halinde yağmur yağıyor. Bir şehrin gece görüntüsüyle gündüz görüntüsü
aynı olmuyor; şehrin gündüz görüntüsü renkli, gece görüntüsü siyah beyaz
fotoğraf gibi…
Kahvede üç beş kişi var. Kahveci oldukça
samimi davranıyor bize. Tercümanımız Türkiye’den geldiğimizi söyleyince
samimiyetimiz daha da artıyor. Çaylarımızı içip yola koyuluyoruz.
Yolumuz uzun ve sarp. Ayrıca kavisler
çizerek dağların arasından geçmek zorunda kalıyoruz. Dağlık ve ormanlık alan
olmasının yanında tek gidiş ve dönüşlü bir yol. Karanlık olduğundan farların
aydınlattığı kadar önümüzü görebiliyoruz. Şoförümüz yolu tanıdığından dolayı
şanslıyız. Buna rağmen yolda arabamız birkaç kere yoldan çıkıyor.
Bihaç’a gidiyoruz ama gece Cazin’deki bir
motelde kalacağımızı belirtiyorlar. Saat 23:30’da Bihaç’tan geçiyoruz. Bihaç,
hayalet bir şehir gibi. Sokakta hiç kimse yok, sanki terk edilmiş. Rehberimiz,
savaştan sonra bu şehirlerde nüfusun büyük oranda azaldığını söylüyor. Bihaç’ın
içinden geçerek gece geç saatlerde Cazin’e varıyoruz. Sabahleyin kahvaltıdan sonra Cemalettin
Caviziç Medresesi hocalarından İbrahim Redziç bizi motelden alıyor. Cazin’in en
büyük medresesinde öğretmen İbrahim Hoca. Kendini tanıtırken “İslam tarihi
profesörüyüm” diyor. Rehberimiz, “Burada öğretmenlere profesör deniliyor” diye
açıklıyor.
Cazin de Bihaç gibi sakin bir şehir.
Aslında Saraybosna haricindeki birçok şehirde nüfus oranı oldukça düşük.
Şehirler bu anlamda canlı değil. Bosna’nın toprak yüzölçümüyle insan oranı
karşılaştırıldığında, arada büyük bir uçurum olduğu hemen göze çarpıyor. Tabiî
şehirlerin kalabalık olmayışı da savaşın bir sonucu. Bosna’nın bu yemyeşil
ormanlık alanları ve doğal ortamı, ülkenin tarım ülkesi olduğunu gösteriyor.
Boşnaklar da aslında bir tarım toplumu. Doğal özelliklerini halen koruyan bir
ülke… Ayrıca kapitalizm ve modernizmin
buraya henüz girmemiş olması, biraz da ülkenin coğrafik koşullarından
kaynaklanıyor.
Osmanlı’nın buralara gelişiyle birlikte yeni şehirler inşa edilmiş. Osmanlı’dan önce buralar köy ve kalelerden müteşekkilmiş. Osmanlı, bu dağlık ve ormanlık topraklara şehirler inşa etmiş. Bugün “Osmanlı, bir Balkan medeniyeti” diyorlar, bence Osmanlı, Balkanlardan değil, Balkanlar Osmanlı’dan ve onun inşa ettiği ümrandan etkilenmiş ve şehir olgusunu Osmanlı ile yaşamış. Çünkü Osmanlı’dan önceki Balkanlara bakınız, büyük bir köy, büyük bir orman ve büyük bir su kaynağı var ama ortada şehir yok! Osmanlı’nın Anadolu’dan daha çok buralara önem vermesi, buranın yepyeni bir mantalite üzerine şehirler inşa etmeyi kolaylaştıracak ve kurulan bu şehirler, kurucu iradenin refleksini sürdüreceklerdir.
Balkanların bugün Anadolu’dan daha çok
Osmanlıcı olmasının nedeni, Osmanlı’nın sıfırdan kurduğu şehirler üzerinden bir
mantalite ve hafıza oluşturmasıdır. O dönemde Doğu’ya baktığımızda, binlerce
yıl öncesinden süregelen alışkanlık ve algıları olan şehirler görürüz. Bu
şehirleri değiştirip dönüştürmek kolay değildir. Osmanlı, bu şehirleri
düzeltmek yerine yeni kuracağı şehirler ve yeni iman etmiş Müslümanlardan
oluşan İslam şehirleri inşa etmiştir. Bu yüzden kuş uçmaz, kervan geçmez
Balkanlarda inşa ve ihya faaliyetine önem vermiştir. Çünkü her kurulan yeni
şehir, kurucu iradenin eseridir.
Cazin, Hırvatistan sınırında bir şehir.
Zagreb’in yaklaşık 25-30 kilometre uzaklıkta olduğu söyleniyor. Zagreb, merak
ettiğim bir şehir. Vaktimiz sınırlı olduğu için gidemiyoruz. Ama Zagreb’in
bende şiirsel bir karşılığı var. Attila İlhan’ın, “Akşam olur, mektuplar hasretlik söyler;/ Zagreb radyosunda Lili Marlen
türküsü…/ Dost ağlar karanfilim…/ Dost ağlar karanfilim…/ Marş söylemeden ölmek
bize yakışmaz” şiiri dilimin ucuna geliyor. Ne zaman bu türküyü dinlesem,
aşk ve savaşın iç içe geçtiği dönemleri hatırlarım. İkinci Dünya Savaşı’nın
sembolü Lili Marlen, benim için şiirsel bir isim. Sanki Lili Marlen isminden
ilhamla “Lilişan” şiirini yazmıştır Sezai Karakoç. Bir şehrin bir kadın, bir
şiir veya bir türküyle sembolleşmesi böyle bir şey olsa gerek… 30 kilometre
uzağımdaki Zagreb’i göremiyorum ama Zagreb bana bir şiiri, bir türküyü ve bir
kadını hatırlatıyor…
İbrahim Bey, Bihaç’a gitmeden önce
Cazin’de görülmesi gereken yerlere bizi götürüyor. Önce Merkez Cami, olarak
adlandırılan kale içindeki bir camiye götürüyor. Şahsen kaleyi, kaleden daha
çok burca benzetiyorum. Merkez Camii, 28 metreye 14 metre boyutunda. Minaresi,
caminin mimarisiyle çelişiyor. İbrahim Bey, minarenin 1924 yılında bir İtalyan mimar
tarafından yapıldığını söylüyor. Minare barok
tarzda…
Caminin içine giriyoruz, cübbesi ve fesiyle Osmanlıları andıran bir hoca efendi bizi karşılıyor. Caminin bitişiğindeki evden eşi de içeri giriyor. Hoca, camiyi süsleyen avizeyi Avusturya-Macaristan Prensi’nin armağan ettiğini söylüyor. Avizenin bazı kısımları bronzdan, bazı kısımları bakırdan yapılmış. Minbere Türk bayrağı asılı. Hoca, “Bundan elli yıl önce bir saat önce geliyorlardı ki yer bulabilsinler” diyor. İbrahim Bey, Hoca’nın altı ay esir kampında kaldığını söylüyor. Ardından Hoca, “Bir evde 130 kişi kalıyorduk, otlarla besleniyorduk” diye ekliyor.
Balkanların bugün Anadolu’dan daha çok Osmanlıcı olmasının nedeni, Osmanlı’nın sıfırdan kurduğu şehirler üzerinden bir mantalite ve hafıza oluşturmasıdır.
Ostrojats
(Ostrozac) Kalesi ve Şatosu
İbrahim Bey, Cazin Merkez Camii’nden sonra
bizi Ostrojats Kalesi’ne götürüyor. Bu kalenin içinde bugün harabe durumda olan
bir şato bulunuyor. İbrahim Bey, kale kapısı kapalı olduğu halde bir yerlere
telefon edip açtırıyor. Kalenin girişi oldukça geniş, sağ ve sol yanında taştan
heykeller yer alıyor. Girişin hemen yanında merdivenle çıkılan bir başka mekân.
Kalenin giriş kapısının yüz iki yüz metre ilerisinde şatonun giriş kapısı ve
kapının açıldığı bir avlu var. Avludan geçip şatoya giriliyor.
Şatonun dışarıdan görünümü oldukça
görkemli ama içerisi harap durumda. Bu şato onarıldığında eski güzelliğine
yeniden kavuşacaktır. Ama Bosna’nın içinde bulunduğu durum, bu tür yapıların
onarımını dahi zorlaştırıyor. Şato, Fransızca “chateau” kelimesinden Türkçeye
girmiş; Ortaçağ feodal beylerinin oturdukları yönetim yeri olmuş, daha sonra da
soyluların yaşadığı mekânlara dönüşmüş. Özellikle bölgeye hâkim tepeler üzerine
kurulan şatolar, daha çok kaleyi andırmakta.
II. Dünya Savaşı’nda bu kale Almanların eline geçmiş. Hırvat
şair Vladimir Nazor, 1943 yılında bu kale için şiir yazmış. Duvarında o şiir
varmış ama silinmiş. Komünistler bu kaleyi yıkmışlar. Buradaki sohbetimiz
sırasında, rehberimiz burada ve sonrasında yaşadıklarına dair hatıralarını
anlatıyor. O da savaşın vahşi yüzünü görmüş bir Müslüman…
“Ben burada ilkokulu okudum. Binden fazla öğrenci vardı… Sinema vardı… Bosna askerleri vardı… Savaşta Bosna askerleri buradaydı. Bir yıl boyunca rahat ettik. Bu kaleden Sırp askerlerini vuruyorduk. Silahı parayla Sırp ve Hırvatlardan alıyorduk. Kardeşim şehit oldu, ben de esir. 12 Haziran’da yaralandım, Türkiye’ye gönderdiler. Sırplar, ‘Bihaç düştü’ diye propaganda yaptılar. Biz savaşmaya devam ettik. Fikret Abdiç (hain) gelip beni esir aldı. Benim ders verdiğim yer vardı, eğitim veriyordum, altı ay esir kaldıktan sonra ‘Fikret Abdiç hakkında kötü düşünmezsin’ dediler ama ben düşüncemden vazgeçmedim.
Üç kardeştik, biri şehit oldu. Üç buçuk yıl tedavi
gördü, iyi olunca tekrar cepheye geldi ve şehit düştü. Ben savaşta namazımı hiç
aksatmadım. ‘Allah’ım küçük kardeşimi koru’ diyordum. Beni serbest bıraktılar,
mayınlı bölgeye sürdüler. Ben Allah’a güvenerek yürüdüm. İçlerinden biri beni
tanıyordu, yardım etti. O gece bir rüya gördüm; -toplar atılıyordu, ben
baygındım- rüyamda, ‘Korkma, cennete gireceksin!’ dediler. Ben, ‘Cennet değil,
çocuklarımı istiyorum’ dedim. Çocuğum altı aylıktı. Uyandım ve kurtuldum”
Una
Bosna-Hersek’te nehir ve ırmaklar öyle çok ki, ülkenin
bir başından diğer başına nehirler akıyor. Bu nehirler, -aldıkları isimler eril
mi, yoksa dişil mi bilmiyorum- güzellikleriyle dişil, coşkun akışlarıyla eril
bir hava veriyorlar; tıpkı Fırat ve Dicle nehirleri…
Cazin ve Bihaç içinden Una nehri geçiyor. Una nehri de
diğer nehirler gibi coşkun akıyor. Cazin’de, Una nehri kıyısındaki bir otelde
yemeğe gidiyoruz. Nehir ayaklarımızın altında, oldukça geniş ve gür akıyor.
Bazı yerlerdeki kot farkı, suyun akışını hem hızlandırıyor, hem de ona şelale
görüntüsü veriyor. Öyle hızlı akıyor ki suyun sesinden başka bir şey
duymuyorsunuz. Nehrin bu görüntüsü insanı büyülüyor.
Bosna’nın coşkun nehirlerini görünce, suyun ve nehrin
de bir şiiri olduğuna kanat getirdim. Meşhur “Tuna nehri ‘Akmam!’ diyor,/ ‘Kenarımı
yıkmam’ diyor” marşı aklıma geliyor ve bir nehrin akıp akmayacağına kendisinin
karar verdiğine daha da inanıyorum. Nehirlerle ruh bağı kurduğunuzda, onlar
sizinle konuşur, size şiir okur, şarkı söylerler. Una nehri de bana bir şiir
gibi geldi. Bu nehirde rafting yapılıyormuş. Nehir boyunca yol gidiyoruz…
Cemalettin
Caviziç Medresesi
Cemalettin Caviziç Medresesi, şehri gören
yüksek bir tepe üzerine yapılmış. Geniş bir alana sahip medresede kız ve erkek
öğrenciler yatılı olarak okuyor. Kızların hepsi örtülü; dinî tedrisat
alıyorlar. Bizi Medrese Direktörü (Müdürü) Salih Derviş karşılıyor. Müdür
odasındaki tanışma faslından sonra Salih Bey anlatıyor: “Medresemizde yüzde 30
dinî yüzde 70 beşerî ilimler okutuluyor. Bu medreseden mezun olan öğrenciler,
hem Arapça, hem İngilizce konuşabiliyorlar. Kız ve erkek öğrenci sayımız 300.
Yalnızca seçmeli derslerde kız ve erkek öğrenciler birlikte ders görüyorlar. 37
çalışan var, 29’u öğretmen. Burada üniversiteyi bitirip master yapan herkese profesör
deniliyor. Medrese ilk olarak 1860’da yapılmış, 1920’de kapanmış. Bosna Savaşı
sürerken, 1993’te medreseyi tekrar açtık. Savaş sırasında hem savaştık, hem de
eğitim verdik.”
Salih Bey, “Önümüzdeki on yıl için program
hazırladık. Kısa ve uzun vadeli projelerimiz var. Anaokulundan üniversiteye
kadar sürecek bir eğitim programı… Burada ortaokul ve liselerimiz var. Amacımız,
sosyal eğitimi karşılayacak bir vakıf kurmak. Huzurevi kurmak, yardıma muhtaç
çocuklara yardım etmek istiyoruz bu vakıflarla. Öğrencilerimiz içinde şehit
çocuklarına öncelik veriyoruz” diyor.
Seçmeli ders salonuna giriyoruz; burada bize Bosna Savaşı’nı anlatan bir sunum yapıyorlar. Bu sunumda iki duvar yazısı dikkatimi çekiyor: (Bir çocuğun babasının arkasında yazan) “Baba geri dön!” ve “Biz nefes aldıkça Bosna annemiz yaşayacak.” Daha sonra okuldan ayrılırken bahçede Türkçe bildiğini söyleyen bir kız çocuğu bize Mihriban türküsünü okuyor…
Beş büyük kuşatma yaşamış şehir, ama yine de alınamamış. Müze Müdürü Prof. Niyazi Maslak, “Bihaç’ı vermek, Bosna’yı vermek demektir” diyor.
Bosna’nın
kilidi: Bihaç
Bihaç’a giderken, rehberimiz yolda şehir hakkında
bilgi veriyor. Bihaç’ın insanlarının boylarının kısa olduğunu söylüyor. Ayrıca “Bihaçlılar
çetin cevizdirler” diye ekliyor. Şehre, Una nehri üzerine yapılmış bir köprüden
geçerek giriyoruz. Köprünün bulunduğu nokta, nehrin en geniş olduğu alana
rastlıyor. Şehrin merkezine, Belediye
binasına gidiyoruz. Bosna yüzlerce kantondan meydana geldiğinden, burası da
başka bir kantondan oluşuyor.
Bizi karşılayan Müze Müdürü, bizi şehrin ilk kurulduğu
noktaya getiriyor. Burası aynı zamanda bir kazı alanı. Şehirle ilgili bilgi
veriyor. Şehrin bin yıllık bir geçmişi olduğunu söylüyor. Bihaç, geçmişte kendi
içinde özgür bir krallık imiş. 15. yüzyıla kadar korumuş bu statüsünü. Bihaç ismini
Osmanlı’dan önce almış. Çok sert esen rüzgâra “bihişçe” deniliyormuş. Bihaç’ta
sonbahar ile kış arasında oldukça sert rüzgârlar estiğinden dolayı bu ismi
aldığı söyleniyor. Sürüp götüren, çok tertemiz bir havasının olduğu
belirtiliyor. Osmanlı’ya 16. yüzyılda katılmış. Osmanlı’nın en son fethettiği
yerlerden biri...
Bihaç, stratejik olarak Osmanlı’nın batısındaki
savunmanın temelini oluşturan bir şehir. Bihaç için “Bosna’nın kilidi” tabiri
kullanılıyor. Beş büyük kuşatma yaşamış şehir, ama yine de alınamamış. Müze
Müdürü Prof. Niyazi Maslak, bundan kendine bir paye çıkarırcasına, “Bosna alınmış ama Bihaç alınamamıştır!”
diyor. Ardından “Bihaç’ı vermek, Bosna’yı vermek demektir” diye ekliyor. Müze Müdürü,
“Burada yeniçeri yoktu, kaptanlar ve yüzbaşılar vardı. En iyi askerler burada
toplanmıştır. Bu kalenin önüne 50 küçük kalecik yaptılar. Bunlardan bazıları
günümüze kadar geldi. Bu kalecikler bir hat teşkil etmiş, sınır olmuştur Bihaç
için” diyor.
Vezirler şehri “Travnik”
Her dışa dönük
yolculuk, gerçekte içe dönük bir zenginliktir. Şahsen her seyahatimden sonra
içsel zenginliğim artıyor. Seyahat etmenin zevkini, ancak gezdiği yerleri
içselleştirenler alabilirler. Travnik’e giderken seyahat etmenin zevkini
düşündüm yol boyunca. Çünkü Bosna-Hersek’e geldiğim günden bu yana sanki bir
rüyadaymışım hissine kapıldım. Hayatımda görmediğim kadar yeşil, sayamadığım
kadar su kaynağı ve ırmak gördüm. Cennet bahçelerinden bir bahçe gibiydi Bosna.
Travnik şehrine giriyoruz. Saraybosna’nın 93 kilometre batısında bulunuyor.
Ülkenin tam ortasında kurulmuş bir şehir. Osmanlı döneminde Travnik eyalet
merkezi, çok sayıda vezir ve devlet adamı yetiştirdiğinden, burası “vezirler şehri” diye tanımlanıyor. Şehir,
iki dağ arasında bir vadiye kurulmuş. Ortasından Laşva nehri geçiyor. Bu nehir
de tıpkı diğer nehirler gibi coşkun. Şehrin girişinde okul olarak kullanılan
İbrahim Paşa Medresesi karşımıza çıkıyor. Kapısı önünde öğrencilerin toplandığı
bina oldukça görkemli. Tam karşımızdaki tepede ise Travnik Kalesi bütün
ihtişamıyla göz dolduruyor.
Kaleye çıkarken
daracık sokaklardan, iki katlı gül ve çiçeklerle süslü pencerelerin altından,
çiçek açmış evlerin bahçelerinden geçerek gidiyoruz. Dik bir yokuşu
tırmanıyoruz. Kaleye Laşva nehrinin üzerindeki köprüyü geçerek giriyoruz.
Devasa kale, geniş bir alana sahip. Giriş kapısı da geniş bir alana açılıyor.
Kalenin üstünde bir çay bahçesi bulunuyor, oturup çay içiyoruz. Minaresi olan
bir camisi, şehri gören bir burcu bulunuyor. Kaleden baktığınızda şehir olduğu
gibi ayaklarınızın altında. Buradan şehir manzarası oldukça güzel görünüyor.
Tanpınar,
Ankara’yı anlatırken Ankara Kalesi’nden şehre bakar. Hatta diğer şehirlerde de
kale, şehri bir bütün olarak görebilmek, anlayabilmek için en uygun yerdir.
Şehrin içindeyken insan küçülür, şehir büyür. Bu yüzden büyüyen şehri insan
parça parça tanımlar. Oysa bir şehre kaleden baktığınızda o şehir küçülür ve
bir bütün olarak kendini ele verir. Travnik’e kaleden baktığınızda doğal, içeriden
baktığınızda ise tarihî görünür.
Kaledeki cami,
bir Osmanlı eseri. Osmanlı burayı fethettiğinde kaleye cami yaptırıyor.
Müslümanlar, fethettikleri şehirlerin kalelerinin içine mescit ve hamam gibi
eserler yapmışlardır. Minareli bir camiyi bu kalede ilk defa görüyorum. Tabiî
kaleye minareli bir cami yapmanın sembolik anlamı var. Çünkü fethedilen
şehirlerde semboller önemlidir. Bugün dahi Bosna’da semboller çarpışıyor.
Mostar bir sembol, Başçarşı bir sembol, Travnik’teki bu minareli cami bir
sembol ve yine bu şehirdeki güzelim saat kulesi bir sembol…
Alaca yahut Süleymaniye Camii
Alaca Cami,
ismini duvarlarını süsleyen renklerden alıyor. Hayat ağacı ve meyve ağaçlarıyla
süslü… Caminin içinden güzelim bir ırmak kıvrılarak akıyor. Balkanlarda bulunan
bu tür yedi camiden biri olduğu söyleniyor. Bu cami, Süleyman Paşa tarafından
1816 yılında yapıldığı için, aynı zamanda Süleymaniye Camii olarak da
anılıyor. Bu camiye benzer iki cami daha
varmış, ama onlar yıkıldığından tek örnek olarak kalmış. Duvarlarını süsleyen
meyvelerse “cennet meyveleri”. Resimleri düz mavi ve kahverengi bir çizgi
kesiyor. Bu çizgilerden mavi suyu (yani hayatı), kahverengi ise toprağı (yani
ahireti) sembolize ediyor.
Bu caminin bir diğer özelliği, minarenin sağ tarafta olması gerekirken sol tarafta olması. Bunun hikmetini rehberimiz, bu Müslüman mahallesinde oturan gayrimüslimlere gösterilen hoşgörüden kaynaklandığını söylüyor. Minare sağa yapılmış olsa, avludan geçen bu suyun gidiş güzergâhı değişmiş olacak ve bu sudan faydalanan gayrimüslimler mahrum kalacaklar. Müslümanlar büyük bir incelik göstererek suyun gidişatını kesmemek için minareyi sola inşa etmişler. Yine bu caminin alt katında “arasta” denilen çarşı bulunuyor. Altı dükkân, üstü cami. Ve bu haliyle Bosna’daki tek “arasta cami”.
Elçi İbrahim Paşa Medresesi
Alaca Cami’den
yürüyerek aracımızın bulunduğu Elçi İbrahim Paşa Medresesi’ne geliyoruz. Şehrin
girişinde karşılaştığımız devasa İbrahim Paşa Medresesi, dönüşte tekrar
karşımıza çıkıyor. Medrese şehrin girişinde olduğu için, hem girerken, hem
çıkarken karşılaşıyor insan. Yolda, Bosna’nın diğer şehirlerinde gördüğümüz ve
sanki bizi takip edercesine her yerde karşımıza çıkan bembeyaz mezarlıklarla
karşılaşıyoruz. Kavafis’in “Nereye gitsem
şehir arkamdan gelir” mısraı, burada sanki “Nereye gitsem şehitlikler
arkamdan gelir” haline dönüyor.
Şehre girerken
bizi karşılayan devasa medresenin adı “Elçi İbrahim Paşa Medresesi”. 1706’da
yapılmış bu medresede sekizinci sınıftan sonra eğitim veriliyor. Bosna Diyanet
İşleri’ne bağlı bir eğitim merkezi…
İçeri girip namaz
kılıyor, oturup dinleniyoruz. Başörtülü güzel Boşnak kızları kendi aralarında
sohbet ediyorlar. Kız-erkek birlikte okuyor. Medresenin duvarındaki Arapça
yazılardan biri, “Güzel söz sadakadır”
mealinde. Medresenin süslemesi ise ahşap
ağırlıklı. Sekiz tane ışık takası/penceresi bırakılmış. Bir ev kapısı
büyüklüğünde her bir taka/pencere. Sekiz, cennetin sekiz tabakasını sembolize
ediyor.
Ahmiçi köyünü ziyaret
Vites
kasabasından geçiyoruz. Rehberimiz bu kasabanın nüfusunun 500 olduğunu
söylüyor. Travnik’e 17 kilometre kala, yolun sağında Ahmiçi köyü. “Avrupa
Bosna’da öldü!” dedirten bir başka katliamın yapıldığı mekân burası.
116 Boşnak’ın
katledildiği Ahmiçi köyüne gidiyoruz. Bölgedeki tek Müslüman köyü… Çevresinde Hırvatlar yaşıyor. 1993 yılına
kadar Boşnaklarla Hırvatlar müttefikmiş, 1993 yılında Hırvatlar taraf
değiştirip Sırplarla birlikte hareket edince, Boşnaklar daha da zayıf duruma
düşmüşler. Bu ihanet, bugün dahi Boşnakları etkilemeye devam ediyormuş.
Ahmiçi köyündeki caminin
avlusuna, bu köyde Hırvatlar tarafından katledilen 116 kişi anısına sembolik
bir anıt yapılmış. Anıtta 116 kişinin isimleri yazılı. Katledilenlerin ismi
siyah renkle, şehit olan 11 kişinin ismi ise altın yaldızlı boya ile yazılmış. Katledilenler
içinde altı aylık bebek bile bulunuyor. Anlatıldığına göre caminin imamını
çarmıha gerip öldürmüşler. 63 kişiyi camiye kapatıp yakmışlar. Buradaki katliam
dünya kamuoyundan gizlenmiş. Bir İtalyan askerin, buradaki katliamın fotoğraflarını
dünya ile paylaşmasından sonra olay ortaya çıkmış. Buradaki yerli Hırvatlar
önce “Koruyacağız” diyorlar, sonra taraf değiştirerek Sırplarla birlikte
katliam yapıyorlar. Katliam yapan çetenin adı “Joker”. İnsanlar acılarını içlerinde
taşıyorlar. Ölüleriyle yaşamanın ne demek olduğunu anlamak için bir Boşnak
şehrine bakmak yeterli olacaktır. Şehitlere Fatihalar okuyarak köyden
ayrılıyoruz.
Sartre, İkinci Dünya Savaşı’nı romanlaştırdığı meşhur üçlemeden “Yaşanmayan Zaman” adlı romanında, “Artık kendileri için yaşamıyorlardı. Bugünler, hep gelecek günlerdi artık. Bundan böyle hep ve yalnızca yarınlar olacaktı, hep gelecek günler” diye yazar. Savaş günlerini “yaşanmayan zaman” olarak tanımlayan Sartre’nin bu bakışı, aslında Bosna Savaşı’nı yaşamış Boşnaklar için de geçerli. Onlar, sessizliklerine, sabırlarına, yüzlerinde ve yüreklerinde sakladıkları acılara rağmen yaşamış olduklarını unutmaya çalışarak, yaşanmamış sanarak yarınları inşa peşindeler.