
GÖRECE
yanı özünü görmeyi perdeleyen ve günlük alışkanlığa dönüşen kavramların, çok
kullanılır olmaktan kazanılan meşrûiyet ile hayatımızda var olduğunu bildiğimiz
-ki çoğunlukla bildiğimizi varsaydığımız- anlamları vardır. Bu anlamların
karşıladığı geçici hâller dışında, kavramın karşıladığı aslî hâller veya
kavramın subjektif görünümünü de aşan sûrette var olan biricik hissiyatlar, subjeye
ve onun hayatına özge/özgü katkıları da beraberinde getirir.
Kavramı yaşayarak/yaşatarak ifade etmek, onu yazılı veya
sözlü olarak telaffuz ederken mânâ ile hâlin birbirine doğru kazandığı çekim gücüyle
beraber alev alır. Bu durum, hâlin bakılan bütün cephelerden mânâya, aynı
şekilde kelimenin kastedilen mânâsıyla da hâle/özneye olan uygunluğuyla öne
çıkar. Kavramın içinde yaşamak/kavramı içinde yaşamak, kavramın varoluşuna
sebep bir eylem gibi bir süreçle başlar ve çevresinde birçok kavrama tesir eden
-ve çoğu kez görünmeyen- bir coşkunluğun sonucu yahut nedeni olarak kendini
gösterir. Çokça telaffuz edilen, yaşanan, yaşandığı düşünülen/hissedilen bir
kavram olarak “hüzün”, bu duruma bir örnek olarak karşımıza çıkar.
Hüzün düşmüş yanımızı ayağa kaldırmalı!
Hüznün enerjisi, aynı zamanda bir aksiyonun da
ateşleyicisidir. Erdem Beyazıt, “Kar Altında Hüzün Denemesi” adlı şiirinin ilk
dizesine de hüzünle başlar: “Dünyanın en uzun hüznü yağıyor/ Yorgun ve yenilmiş
insanlığımızın üstüne.”
Yaşadığı yüzyıl/ülke, yaşadığı şehir/mekân, yaşadığı
olay/zaman ne olursa olsun, hüzün, çoğu kez adını koyamadığımız, miktarını
bilemediğimiz bir gerçeklikte, boyutları kavranması zor bir düzlemde ve insanın
görünmeyen dünyasında tezâhür ederken yine onun dış dünyadaki dengesini ve dengelemini
olumlu/olumsuz değiştiren bir etkiyi de öne çıkarır. Hüzün, böylece öne
çıkardıkları ve sonuçları ile algı dünyamızın değişkenlerini de beraberinde
ifade eder. Hüznün dayandığı içsel çatışmanın ortaya çıkardığı kırılmışlık ve
bu kırılmanın içte ve dışta geçtiği duraklar ve insanda bıraktığı emarelerin
nicelik bakımından karşılığını, şiirde geçen “en uzun hüzün” ifadesi ile
açıklayabiliriz.
“Yorgun ve yenilmiş insanlığımız”
İnsanın hassasiyetleri ile onun, reel hayatın içinde -kendisi
ve başka insanlar arasında- insana dair yapamadıklarının/insana dair
yaşayamadıklarının bir özet portresi olan şiirdeki bu ifade, insan tarafından
oluşan ruhsal enkazdan yine insanın etkilendiğini beyân eder. İnsana dair oluşan
enkâzı temizleyecek olanın yine hüzün oluşunu hissettiren şâirin, bu hüznünü “gökten
inen bir rahmet” olarak “hüznün yağması” şeklinde tasvir etmesi dikkat
çekicidir.
Şiirin bu ilk bölümü şöyle devam eder: “Kar yağıyor ve sen
gidiyorsun,/ Ağlar gibi yürüyerek gidiyorsun,/ Belki bulmağa gidiyorsun
kaybettiğimizi/ O insan ve tabiat çağını.”
Kar ve beyaz bir sevincin ifadesi, olduğu gibi içinde bulunduğu
tablo açısından şiirde örten, dünyanın kirli tarafını kaplayan ve üzerine
yağdığı toprağı tedavi edişi yönüyle de -dünyanın aksayan yanlarını/kanayan
yaralarını saran- hüznün sembolik bir değeri olarak öne çıkar. Şâirin art arda
iki dizede karın yağmasından ve hüznün somut bir göstergesi olan ağlamaktan
bahsetmesi de bu sembolizmi güçlendirir. Hemen sonraki iki dize ise bize, insana
dair oluşan enkâzın bilançosunu net bir şekilde gösterir. Bir ihtimâl sözcüğü
olan “belki” ile cümleye başlasa da şâir, aslında bize asıl dileğini ve
kaybedilenin “insan ve tabiat çağı” olduğunu anlatır ve de dizelerin başından
itibaren kullandığı “gitmek-yürümek” kelimelerinin sezdirdiği “arayışı”, “Belki
bulmağa gidiyorsun” diyerek ve kaybın gerçekliğini vurgulayarak devam ettirir.
Kişinin kendi ahengini bulmadan ve kendi ahvâlini bilmeden yaşadığı
hüznün enerjisinden istifade etmesi, hüznün aslî vazîfesini tamamlaması ve kişiyi
karanlıktan kurtaracak ışığın yanması için devresini tamamlaması kolay
değildir. Bunu bilen şâir, devam ettiği dizesinde şöyle der: “Dön bana ve
dinle!/ Kuşlar uçuşuyor içimde…/ Loş bir keman solosu gibi/ Kuşların uçuştuğunu
içimde,/ Dön bana ve dinle!”
Yolunu, kendini/insanı ve içinde olması gerektiği aslî
yurdunu kaybeden insanın kaybettiği değerlere ulaşmak endişesine binaen şâir,
bireyin gerek kendi çıkmazları ve gerekse insanlığa dair kayıpları için başta
kendine, sonra yine bütün olarak insana dönüş yolculuğuna çıkması lâzım
geldiğini ifade eder. Şâir bu ahvâli, yönünü ve yurdunu kaybetmiş kuşların
çığlığını/hüznünü bir keman solosuna benzeterek tasvir eder.
Hüznün varoluşunda birbirini harekete geçiren zincirleme bir
mekanizmadan bahsedebiliriz. Hüznü ortaya çıkaran ve insanın yaşadığı çatışma
ve hayâl kırıklığından oluşan çatlaklarda biriken acının, -birbiriyle ilintili-
birden fazla unsurun merkezindeki tek bir değere yahut değerler bütününe
ulaştığından söz etmek –bu noktada- doğru olacaktır.
Şiire döndüğümüzde, “Karanlık denizlerin dibinde/ Birtakım
incilerin olduğunu,/ Birtakım incilere ve hatıralara/ Neden bağlı olduğumuzu
unutma!” dizelerinde, bu duruma örnek şekilde birbirine bağlı unsurların
ulaştığı unsur olarak “birtakım inciler”den bahsedildiğini görürüz.
Söz konusu bu incileri “aslî hüzünlerimiz” olarak değerlendirebileceğimiz
gibi, hüznümüze kaynak teşkîl eden “aslî değerler” olarak da telakkî
edebiliriz. Bu bölümdeki ilk dizede yer alan “karanlık denizler”in, şiirin
başından beri bahsettiğimiz -yorgun ve yenilmiş- insanlığa dair enkâzın, yolunu
kaybetmişliğin bir diğer ifade şekli olduğunu da ifade edebiliriz.
Bu bölümde, şâirin hakîkatin biricikliğine olan sadâkat ile “kendimizi
bulduracak ve bizi ayağa kaldıracak” hüzne ulaşmanın zorluğunu, karanlık
denizde inci bulmanın zorluğuna benzettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak
o, bu noktada arayışımızı devam ettirmenin, bize birtakım incilere ve
hatıralara bağlılığımızın kaynağını hatırlatması icâb ettiğini vurgulayarak
karamsarlığa kapıları kapatmıştır.
Devam eden dizelere bakalım: “Duy beni ve dinle!/ Denizler
boğuşuyor içimde…/ ‘Unutma’ diyorum, ama sen anla,/ Anlat bizim de yaşamak
istediğimizi onlara!”
Daha önceki dizelerde şâir, “Dön bana ve dinle!” derken
şiirin son deminde “Duy beni ve dinle!” diyerek ortak nokta olarak “Dinle!”
deyişini kullanır. Şiirin nihâyetinde şâir, insanın içinde bulunduğu iç
mücadelesi yanında, dış dünyada bir hayatın varlığından bahsederken yaşama
sevincini kaybetmemek gerektiğini de vurgular. O hâlde sevincimiz hüznümüz ise,
ayağa kalkmayı hüzne borç bilelim yahut bizi ayağa kaldıracak bir hüznün izini
sürelim!