Hüşyar gönül

Şimdi bir küheylan bul ve sırtına yerleş! Ukbe bin Nafî gibi atını deniz aşırı ülkelere sür, gemileri yak, onu ara ve bul… Unutma, bulmak için önce kaybetmek lazım! Gerekirse kendini, nefsini kaybet bu uğurda, sakın ola korkma aklını kaybetmekten! Her şeyini yitirsen de imanın verdiği güç ve aşkın sembolü olan ümidini yitirme…

O, uçsuz bucaksız vadinin zümrüt yeşili eteklerinde usanmadan, bıkmadan dostu bekleyen vefa abidesi… O, kınalı kuzuların meleyişine karışan coşkun bir kaval sesi… O, huzurun içselleşen namütenahi melodisi… O, gevenlerin mahfuz kıldığı kekik rayihası… O, dağları mesken tutan arıların, kuşların ve kelebeklerin konduğu bahar çiçeklerinin en canlısı… O, kelam yurdunun yıkılmaz kalesi, sarsılmaz iradesi…

O, bakir çöllere yağmur mayalayan mümbit bir bulut silsilesi… O karlara, buzlara, fırtınalara aldırış etmeden göğüs geren kardelen, sıcağa mukavemet gösteren nazenin mor menekşe… O, başıboş kelamları gönül vadisine ulaştıran Cibril gölgesi… O, kalemin bitip tükenmeyen nuranî isi… O, dağ sularını kana kana içiren yayla çeşmesi… O, senelerdir değişmeyen kural, annelerin canparesi… O, çobanın mendil arasındaki ekmek teknesi… O, gecenin sönmeyen feneri, yıldız kümesi…

O, emanet bedenin en ulvi iki katmanı, akıl ve kalbin doruklarında taşıdığı, ilim irfan adına ve imana dair ne var ve ne yok, elini daldırdığı basiret ve feraset havzasından çıkarıp muhtaçlara avuç avuç dağıtan… Cömertlik ve mertlik onun en büyük sermayesi… O, paylaşmayı şiar edinen, bu uğurda zaman ve mekân kıskaçlarına takılmadan yol alabilen, fetih ordularının en ön safında yol alan muzaffer edalı süvari…

O, acı ve sancı kuşağında meydana gelen “medcezir”leri ümit ve sabır kıyısına taşıyabilen kılavuz kaptanın korkusuz ve güçlü tayfası… O, sebep ve sonuç ilişkilerini akıl katmanında yoğurup meşveretle süzgecinden geçiren, “ben”den ve “bencillikten” oldukça ırak münzevi bir hayat yaşayan, en mühimi de sayıları her geçen gün azalan bahar penceresi…

O, hiç ummadığın bir anda karşına çıkan yol arkadaşı, yenilmez pehlivan armadası… O, arayıp da bulamadığın biri… Var mı bunun ötesi berisi? O, dertlilere derman diye sunulan Lokman reçetesi…

O, gözde şeb-i nem, çile filtresi… O yorulmuşlara, susamışlara kurulan İbrahim sofrası… O, yarenlerine ibretlik Hızır’la Musa hikâyesi… O, güneşin kıskandığı, gündüzün sırlı penceresi… O “Hüşyar Gönül”, gönüllerin gül bahçesi…

Bulmanın yolu, kaybetmekten geçer

Atını kelam atlasına sürenler, illa ki gönül vadisinden geçer ve bahsi geçen güzelliklere duçar olurlar. Yolu gönül vadisinden geçenler de er ya da geç “Hüşyar Gönül” ile karşılaşır, sofrasına konuk olur, o soğuk ve buz kristali suyundan mutlaka içerler.

Şimdi bir küheylan bul ve sırtına yerleş! Ukbe bin Nafî gibi atını deniz aşırı ülkelere sür, gemileri yak, onu ara ve bul… Unutma, bulmak için önce kaybetmek lazım! Gerekirse kendini, nefsini kaybet bu uğurda, sakın ola korkma aklını kaybetmekten! Her şeyini yitirsen de imanın verdiği güç ve aşkın sembolü olan ümidini yitirme… Hayaline, uğruna deli divane olduğun bir Leyla al ve “o çöl senin, bu çöl benim” diyerek gezdir… Bulmak için mahmuzla atını; yeleleri rüzgâra güç versin, kuvvet versin… Bulduğun hazine, “Hüşyar Gönül”den başkası değildir…

Bulduktan sonra da himmetine sarıl, gözlerine demirle bakışlarını, dizinin dibinden ayrılma ve kulaklarını şiir dolu kurnasında yıka! Kendine pay biç dünden! Çünkü sen, yarının müstecirisin raflarında ümit, sabır, vefa, hoşgörü, şefkat, merhamet ve muhabbet olan. Her şeyi hesapla! Varsın kılıcın olmasın, ne çıkar? Kılı kırk yaran vicdanın, sarrafları andıran terazin var.
Hep küçük, hep sıfır bil kendini; büyükleri örnek al ama hiç büyüklenme, fahirlenme! Edep ve hayâdan asla taviz verme! Yöneldiğin kıblegâhtan bir an olsun yüz çevirme! İtminan ve tevekkül zırhın, diline pelesenk ettiğin bir değil, bin duan olsun. Duana iştirak edecek, “Âmin” iliştirecek hayırhahların olsun.

“Hayat, kısa fakat uzun yol hikâyelerinden oluşur”

“Yol uzun” deme! Yolu kısa edecek yoldaşlar, dinginlik verecek yarenler ara, aramaktan yorulma! Elmasa, yakuta, zümrüde benzet onu; ona ulaşmanın kestirme yollarını, hatta ondan evvel kendini ara! Ara ki bulduğunda sana ayine olan simasını hatırla, karşılaşmadan öteki yüzünle yüzleş, sonra ebediyete kadar onun sınırsız gönlüne yerleş!

Aradığın gönül, seni muhafaza eden koskocaman bir fanusa dönsün. Dönsün ki seni yalandan, riyadan, hadsizlikten, gıybetten, şirkten, küfürden, büyücülükten, zinadan, kumardan, rüşvetten, irtikâptan, içkiden, emanete ihanetten, yetim hakkı yemekten, israftan, faizden, müstehzi davranmaktan, iblisten, velhasıl ismini andıkça başucuna toplanacak üç harfliler gibi irili ufaklı bütün günahlardan korusun.

Bulduğun gönül sana feraseti, basireti ve tecrübesiyle yol yordam göstersin, kılavuz kaptanın olsun. Onunla çıktığın mesafeler kısalsın, onunla çıktığın seferlerde korkuya yer olmasın ve onunla aşılan her yol seni sahil-i selamete çıkarsın.

Yerleştiğin gönül, dertlendiğinde yanı başında olsun; elleri şifa bahşeden hekime, yangına su taşıyan gözyaşları ise ecza deposuna dönsün. Dönsün ki çile girdabından ancak onun uzattığı el yordamıyla kurtulasın.

Dertleştiğin gönül, Furkan deryasından dalga dalga, köpük köpük kurtuluş getirsin kupkuru kıyılarına. Sen serinlik solukla ve ayak izlerini bırak ıslanmış kumlara ve seccadelere…

Paylaştığın gönül, yolun karşı kıyısında kalanlara kucak açan, nurdan helezonlar çizen, yıkılmaz, bükülmez köprüler kuran istikbalin mimarı olsun. Sen aramaya devam et! Ara ki Âlemlerin Rabbi, şımarmayan ve şükreden bir kulu sana arkadaş olarak sunsun.

Aradın ve buldun! Yetti mi? Hayır! Bundan sonrası “aramak” kadar meşakkat ve çile dolu olmasa da “tenperverlik”ten uzak bir eda ile karınca ve arı ile at başı yürütülen yarış içinde aktif sabrın göstergesi olarak dil, sürekli -şükür zikri- çekmelidir. Çekmelidir, zira “şükür” sadece kitap aralarına sıkıştırılan iki heceli bir sözden ibaret değildir. Şükür, dil haznesine yerleştirilen tasadduktur, berekettir, ibadettir, iltica kapısıdır ve de “Söz Sultanı” ile vakitli vakitsiz, kesintisiz gerçekleştirilen diyalogdur.
Başını göklere çevir, “yıldızlar adedince” de, ayaklarını kıyı şeridindeki kumlara daldır ve “kumlar adedince” de! İster Âdemce, ister Havvaca de! Yeter ki şükrü fısılda! İster sesli, ister sessiz… Duyanı var, göreni var, bileni var... Sahipsiz değil ki bu vadi; yolcusu var, yükü var, hedefi var… Başıboş değiliz hiçbirimiz; siyahî geceye iz düşüren var.

Varlığımızı Var Eden’in bize, yani insanoğluna verdiği en önemli nimetlerden biri de dostlarımızdır. Tabir-i diğerle “Hüşyar Gönül”…

Yanımda ışıltısız gözleri olan çokça arkadaşım olacağına, uzağımda gözleri ışıldayan tek bir dostum olsun, razıyım!” sözüne kulak kesil ve sırtına yukarıda dizilenmiş tembihleri al, -dostu- aramak üzere yola koyul! “Yarışmadan varış” türküleri mırıldan! Mırıldanışını âlem duysun, “Hüşyar Gönül” nasıl olsa duyuyor…