
İBNİ Haldun’un
bilimsel yöntemleri; gözlem, karşılaştırma ve tarihselliğin ışığında tecrübe ve
müşahedeye dayanır. Teorilerini oluştururken kullandığı bu metotlar bizlere bir
olay ve durum karşısında nasıl bir yöntem uygulayacağımıza ilişkin ipuçları
oluşturmaktadır.
“‘Ed-din’in
kaynağı İlâhîdir. Âlemlere yüce bir makamdan gönderilen bir ‘kaynak’tır ‘ed-din’.
Âlemlerde şifrelenen alâmetlerin ilmini hem tarif eden, hem de talim ettiren
bir beşer üstü kaynaktır. Yegâne hayat membaı, arı-duru, su katılmamış hakikat
pınarıdır. Kur’ân, ‘ed-din’in İslâm olduğunu vaz eder.”*
İnsanlığın
bu İlâhî kaynak ve hakikat doğrultusunda çaba sarf etmesi, dünya ve ahiret
mutluluğu için elzemdir. “Peki, insanlık tarihi nedir?” sorusu ile yola
çıkarsak, insanlık tarihi, peygamberler tarihidir. İnsanın insanlığını
öğrenmesinde, kutsallığını anlamada ve uygulamadaki öğrenim süreci peygamberler
vasıtası ile insanlığa iletilmiştir. Bu bağlamda, insanlık tarihinin aslında
dinler tarihi olduğunu söylemek gayet yerinde bir yorum olacaktır. Ziya
Gökalp’in dediği gibi, “evvel emirde millet adı verilen zümrenin mahiyetini
tayin etmek lâzımdır” ve hangi kültüre, hangi medeniyete mensup olduğumuzun
bilincinde hareket ederek, medeniyetler arasındaki farkı ortaya koyup daha
sonra kültürel bazda konunun nesiller veya kuşaklar arasındaki farkı ortaya
çıkararak anlamlandırmak daha aydınlatıcı olacaktır sanırım.
Kuşaklar
arası farkın tarih boyunca gerek İslâm, gerekse Batı toplumlarında bir sonraki
neslin mevcut değerler ve düzenin işleyişi bakımından umutsuz veya tereddütlü
olan ifadelerine rastlamamız mümkündür. Örneğin İbni Haldun’un gelecek kuşağın
bireysel ve bencil oluşundan yakınması veya Sokrates’in öğrencilerinin vefa
veya tatminsizliklerinden bahsetmesi, bu bağlamda çağlar öncesinde de nesiller
arası çatışmanın mevcut olduğunu bize göstermektedir.
Eski
kuşağın yeni nesle olan kaygı ve endişe içindeki tutumu hep var olmuş, bundan
sonra da hep var olacaktır. Gerek İbni Haldun, gerekse Sokrates de kendi
çağının çocuklarıydı. Bizler de kendi çağımızın çocuklarıyız. Her insan kendi
çağını diğer çağların formları üzerinden algılar ve kendi normlarını oluşturur.
Eski olanı yeniler yani reform eder. Kendine has bir dil oluşturur. Bu dil ile
çağını anlamada ve anlamlandırmada, tanımada ve tanımlamada da yeni bir form
oluşturur. İnsan önce nerede durduğunu, durduğu yeri ve zamanı anlama çabasını
aşarsa çağa ayak uydurmuş, çağın dilinin nabzını tutmuş olur. Çağın nabzını
tutmaktan gaye, görme biçimleridir. Hayatın hakikatini görmek, kendi iç ve dış
âlemimizi kavramaktan geçer.
“Çağın
dilini tutmak” dedik, “peygamberler tarihi” dedik ve de “medeniyet ve kültür”
başlığı altında İslam ile Batı Medeniyeti olarak iki ayrı kutbun deyim
yerindeyse savaşına gelmiş olduk. Bugünkü hâkim dil, Batı Medeniyeti’nin
dilidir. Yazılı ve sözlü, kayıtlı, kayıt dışı ve din dışı hâkim uygarlık,
modern Batı uygarlığıdır. Hâlbuki insanlık tarihinin peygamberler vasıtasıyla
yoğurulduğunu ve dolayısıyla dinler tarihi olduğunu beyan etmiştik. Bugün hâkim
olan modern Batı uygarlığını mevcut kadim bilgiler ışığı altında tahlil
ettiğimizde evrenselliğinin olanaksızlığını ve hâkim güç olmadığını görüyoruz.
Çünkü uygarlık, kök ile anılıp hakikat ile varlığını sürdürebilir. Biraz daha
anlamak adına tarih sayfalarının gerilerine doğru yola çıkalım…
Miras
nedir? Miras bir mülk olup, önceki nesillerden bize gelen bir varlıktır. “Kültürel
miras” dediğimizde para veya mülk değil, kültür, değerler ve geleneklerden
bahsedebiliriz. Kültürel miras bir medeniyete ait tüm değerlerin (mimari,
edebiyat, mûsikî ve benzeri) sonraki kuşaklara aktarılması anlamına gelir.
Kültür kavramı ilk olarak 19’uncu yüzyılda bir kavram olarak insanlık tarihine
geçmiştir. Mevcut yüzyılda ayrıca hem tarih bilinci, hem de düşünce ve
felsefenin ortaya çıkmasıyla kavramların ve değerlerin değişim ve dönüşümü
tekâmül etmiştir. Bu dönemde yine bir kavram daha hayata girmiştir ki o kavram
“çağdaşlık”tır.
Çağdaşlık,
nötr bir zamansallıkla insanın yaşadığı zaman arasındaki tekil bir ilişki
biçimi ve ona bağlı kalıp aynı zamanda ona belli bir mesafede duran bir ilişki
biçimidir. Ve bunu müteakiben çağdaşlık, İslâm Medeniyeti’nden kopup seküler-lâik
bir anlayışı esas alan ideolojik bir tutum olarak toplumumuzun bünyesine
girmiştir. “Bünyemizdedir”, çünkü 1885 ve 1905 yılları arasında yani 20 yıl
gibi kısa bir sürede dünyadaki çeşitli ülkeler devrim niteliğinde mevcut düzen
ve işleyişinin iyileşmesi adına adım atmışlar ve ülkemizde de Cumhuriyet’e
geçiş, ardından altı yıl gibi kısa süredeki devrimlerle kültürel miras
reddedilerek geçmiş medeniyetimizle bağımız kopmuştur. Çağdaş Batı
Medeniyeti örnek alınmak sureti ile seküler-lâik yeni bir toplum inşâ etme
cihetine gidilmiştir.
“Çağdaş
Batı Medeniyeti” kavramıyla modernleşme çağının dili oluşmuş, Batı medeniyeti tüm
dünyaya hâkim olmuştur. Osmanlı için Rus Çarı Birinci Nikola “hasta adam” tabirini
kullanmış, Avrupa ve ABD medyasında yer alan bir karikatürde de yine hasta
olarak resmedilen papa ve halifeye şifa çorbası olarak modernizm sunulmuştur ki
temsilen, hastalıktan kurtulmanın yolunun din değil, modernizm olduğu
vurgulanmıştır.
Modernizmin
yerleşeceği ve şekilleneceği zemin ise zihindir. “Zihin” kavramı, dinin
yayılmasında ve uygulanmasında önemli olduğu gibi, ayrıca onun tahlili, tahrifi
ve tahririnin de ilk şubesidir. Kültür, enfeksiyon gibi hem içe (enfüs), hem de
dışa (afak) bulaşır ve dolayıyla oluşan zihniyet mevcut kültürü fetheder.
Kültür bir güçtür. Kültür ve zihin birbirinden ayrılmaz bir bütündür ve zihin
gücü kültüre o denli kuvvet verir. Basit bir örnek olmakla beraber, “din
kültürü” dersimizin adı da, lafzı da din ve kültürün aynı andaki terkibini ve birbirini
bütünlediğini gösterir.
Son
tahlilde, kadim medeniyetle asrî medeniyet çatıştığında (buna “kuşaklar arası
çatışma” da diyebiliriz), öteden beri var olan kurumları, toplumsal ve kültürel
yapıyı yıkmak yerine eksik ve zaaflarını tadil edip medeniyet veya kültürümüzün
ana eksenini örselemeden devamını sağlayabiliriz. Bunu yaparken “Usulsüz vusul
olmaz, usul asıldandır” esasına uymalı, yakıp yıkmak, yok etmek yerine tecdid
ve ihya etmeli. Kültür kaynaklarından en önemlisi ve olmazsa olmazı din
olduğundan, dinin (İslâm’ın) sübutu ve delâleti kesin nasla sabit olan
hususları temel sabiteler olup çağlar üstüdür ve değiştirilemez.
İsmet
Özel’in “Eskiler iz sürerdi/ Biz muttasıl arıyoruz yeni insanlar/ Arıyoruz
âlemin iç yüzünden zihnimize/ Yansıyan bir tasarımla gerçeği” dizeleri
bu yazının omurgasını oluşturmaktadır. Nesiller arası mesafeleri
yakınlaştıracak, kuşaklar arası çatışmayı ortadan kaldıracak ve geçmişle
aramızdaki kültürel bağı kuracak tedbirleri almamız elzemdir. Yaşadığımız
çağdaki hâkim teknoloji dijital platformlar, elektronik teknoloji, uzay
teknolojisi ve yapay zekâ gibi teknolojilerdir. Geçmişte oluşan kültürel
birikimlerimizi bu teknolojileri usulüne uygun olarak kullanmak suretiyle
gelecek nesillere aktarabiliriz. Bu sayede yeni nesiller kendimize has kimlik
ve kişilik kazanır ve çağın olumsuz kültürel akımlarından asgarî derecede
etkilenmiş olurlar.
Günümüzde
sinema, televizyon ve tiyatro, kitleleri en çok etkileyen kültürel
faaliyetlerdendir. Örneğin Ukrayna’nın mevcut cumhurbaşkanı, bir sinema filmindeki
rolü ile halkı etkileyerek kurgu veya imaj da olsa sinemanın gücünü kullanmış
ve yüksel oy oranıyla seçilmiştir. Çünkü sinema, çağımızda topluma en çok yön
veren buluşlardan biri olup, etkinliğini hâlâ sürdürmektedir. Nitekim sinema
1895 yılında Avrupa’da, 1896 yılında da Osmanlı’da yayıma başlamıştır.
Sinemanın Türkiye’de kültürel dejenerasyona sebep olan en etkin silah olduğunu
söylemek yerinde olacaktır.
İnsanlık
tarihini bir bütün olarak ele almak, kendi tarihimizin sürekliliği içerisinde
değişim ve dönüşümü o toplumun iç dinamikleri bağlamında normlarını uygulamak,
medeniyet öznelerini gelenek, inanç ve kendi sosyolojisine sadık olarak ihya
etmeleri ve yine idrak ve fikir yoksunluğumuzun önce kelimelerimizin, sonra
dilimizin ve daha sonra da dinimizle zihnî düşünme melekelerimizin bozulduğunu
idrak edersek, tekrar bozulan yerden inşâya başlayarak zihin ve zaman
tasavvurumuzu yapabiliriz.
*Yusuf Kaplan, 10 Mayıs 2013,
Yeni Şafak Gazetesi.