ASLINDA Türkiye tarihindeki bazı
siyâsî gelişmeler, hayatın doğal akışı içinde halktan gelen bir talebin sonunda
gerçekleşmemişlerdir.
Mithat Paşa’nın içinde olduğu bir grup, Abdülaziz Han’dan meşrutiyete
geçilmesini ister, Abdülaziz Han kabul etmediğinden öldürülür ve yerine yeğeni
İkinci Abdülhamid Han, “meşrutiyeti kurma” şartıyla getirilmiştir.
Abdülhamid Han darbecilerin bu şartını kabul ederek padişah olmuş, sözünde
durarak Mithat Paşa başkanlığındaki bir komisyonun hazırladığı Kanun-i Esâsi’yi
(Anayasa) 23 Aralık 1876’da ilân etmiştir. Böylece Osmanlıların mutlakiyet
dönemi biterek meşrutiyet dönemi başlamıştır.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın sonunda Rus kuvvetlerinin Yeşilköy’e kadar
gelmesini bahane sayan Abdülhamid Han tarafından Anayasa’nın uygulanması 13
Şubat 1878’de askıya alınarak Meclis-i Umûmî kapatılınca, Meşrutiyet idaresi de
sona ermiştir. 19 Mart 1877’de açılan meclis, 10 ay 26 gün sonra kapatılmıştır.
Böylece başlayan Sultan Abdülhamid’in mutlakiyet idaresi, meşrutiyetin onun
tarafından yeniden 23 Temmuz 1908’de ilân edilmesi ile sona ermiştir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) gizli çalışmaları sonunda, özellikle
ordu içindeki örgütlenmesine bağlı olarak Makedonya’da Enver ve Niyazi Beylerin
emrindeki askerler ile dağa çıkmaları, Ferizovik, Manastır ve Selânik’te, 20
Temmuz 1908’de meşrutiyet ilân etmelerinin ardından işlerin giderek kendi
denetiminden çıktığını gören Abdülhamid Han, üç gün sonra meşrutiyeti ilân
etmişti.
Her iki meşrutiyeti de Adülhamid Han ilân etti. Her ikisi de askerî bir
darbe ve ayaklanma sonunda gerçekleşti.
İTC bütün muhalefeti örgütlemişti. Bütün azınlıklar ile Abdülhamid Han
idaresine karşı ittifak kurmuştu. Meşrutiyetin ilân edilmesiyle, Abdülhamid
Han’ın yetkilerinin anayasa ile zapturapt altına alınması üzerine bütün
sorunların çözüleceği beklentisi içindeydi.
Meşrutiyetin yeniden ilân edilmesi, askerî sınıfın Abdülhamid Han’a karşı
bir üstünlük sağlaması demekti.
Halkın (özellikle Rumeli’de) İTC’ye sınırlı bir desteği vardı. Ancak
nüfusun ezici çoğunluğu bu işlerin dışında kalmıştı. Siyâsî hareketlere
azınlıkların katılması daha çok olmuştu. Zaten Müslüman nüfusun ezici çoğunluğu
köylerde yerleşikti. Okuması yazması azdı. Gazeteler, kitaplar aracılığı ile
başlayıp yürüyen yeni siyâsî hareketlerin dışında kalmıştı halk.
Abdülhamid Han’dan önce Balkanlar ve Kafkaslardaki savaşlarda Müslüman toplulukların
zulüm görmesi, Anadolu’ya zorla göç ettirilmesi, Anadolu’daki azınlık gayr-i
Müslimlerin İngiltere, Rusya ve Fransa gibi düşman ülkelerin uzantısı gibi
davranmaları, Anadolu’da İslâm Birliği (İslâmcılık) akımını güçlendirmişti. Bu
akımı Abdülhamid Han teşvik ettiği gibi, Osmanlı sınırları dışına da yaymaya
çalışmıştı.
Bütün yönetim yetkilerini tekelde toplamasından dolayı Abdülhamid Han, İslâm
Birliği akımı tarafından özellikle İkinci Meşrutiyet döneminde şiddetle
eleştirilmiş ise de Müslümanlar arasında dayanışmayı kuvvetlendirmeye çalıştığı
bilinmektedir. İslâmcılık akımının entelektüel çevresi tarafından (Said Halim
Paşa, Mehmed Âkif, Said-i Nursî gibi) Abdülhamid Han her zaman “müstebid”
diye anılıp mahkûm edilmiştir. Şaşılacak olan husus ise, Cumhuriyet döneminde
(büyük ölçüde Necip Fazıl’ın etkisiyle) Abdülhamid Han’ın şahsı da, yönetimi de
bu akım tarafından övgüyle, takdirle anılmıştır.
Cumhuriyet döneminde Kemalist cenah, Abdülhamid Han’ı âdeta düşman bir
hedef olarak seçmişti. Bütün kötülüklerden, yanlışlardan, felâketlerden o sorumlu
sayılmıştı. Buna karşılık Mithat Paşa ise sırf Abdülhamid Han ile sorun
yaşadığından olmalı ki bir kahraman gibi görülmüştü. Fikirleri Kemalistlerle
hiç uyuşmayan Namık Kemal bile takdir görmüştü.
Buna karşılık Abdülhamid Han’ı yücelterek “Ulu Hakan” gören İslâmî kesim
ise Mithat Paşa ve Namık Kemal’i şiddetle mahkûm etmişti. Kemal Paşa eleştiri
konusu yapılamadığından, bütün eleştiriler Mithat Paşa, İsmet Paşa ve Namık Kemal
gibi isimler üzerinde toplanmıştı.
İTC’nin bir askerî darbesiyle meşrutiyet yeniden ilân edilmiş, 24 Temmuz
günü de hürriyetin ilânı, “Hürriyet Bayramı” diye anılmıştır.
Enver ve Niyazi Beyler “hürriyet kahramanı” sayılmışlardı.
24 Temmuz, aynı zamanda basın tarihinde “sansürün kaldırılması” olarak da
kutlanagelmiştir. Abdülhamid Han döneminde gazetesi kapatılan ve maaşlı olarak
sürgün edilen muhalif yazar ve gazeteciler, Cumhuriyet’in tek parti döneminde
terörist muamelesi görmüşlerdir. Tek parti döneminde de 24 Temmuz, “sansürün
kaldırılması” diye kutlanılan günler arasında olmuştur.
İkinci Meşrutiyet’in bir askerî isyan/darbe ile gelmesi, meşruiyetini her
zaman tartışmalı hâle getirmiştir. Sonraki askerî darbeler için de özendirici
bir örnek olmuştur. Bunun yanında, hemen her görüşün bir gazetesinin olması, değişik
görüşte siyâsî parti ve derneklerin kurulması, Türkiye tarihinde ilk defa çok
partili özgür seçimlerin yapılmış olması gibi olumlu bir tarafı da vardır. Ne
yazık ki bu özgür ortam, Bâb-ı Âli Baskını ile sona ermiş, Mondros Mütarekesi’ne
kadar tek parti dönemi başlamıştır.
İTC’li yıllar ve Cumhuriyet’e etkileri
Cumhuriyet, tek parti ile yola çıkmıştır. Çok parti isteği daima fitne,
fesat ve ülkeye düşmanlık gibi görülmüştür. Cumhuriyet döneminin tek
particileri, aslında hedefin çok partili özgür seçimli demokrasi olduğunu, ama
halkın buna hazır olmadığı için tek parti yönetiminin olduğu gibi akla ziyan
iddialarını yüz yıldan beri tekrarlamıştır. Şaşılacak olan şu ki, bu iddiaların
az da olsa taraftarı her dönem olmuştur.
Türkiye’nin çok partili, özgür seçimli bir idareye kavuşamayışının
sorumlusu olarak halk görülmüştür. Ancak aynı halkın nasıl olup da 1908’de çok
partili özgür seçimler için müsait olduğu hâlde 1923’lerde bu özelliğini
kaybettiği sorusu gündemden çıkarılmıştır. Halkı suçlamak, aşağılamak tercih
edilmiştir. Bu fikrin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra manda yönetimleri kuran
sömürgecilerin görüşleri ile paralel olması şaşırtıcıdır. Mandacılar da ele geçirdikleri
varlıklarını, halkın “kendi kendisini yönetecek yeterlilikte bulunmadığı”
iddiasına dayandırmışlardı.
İTC’nin temel ilkeleri, Osmanlı halkını oluşturan unsurlar arasında uhuvvet
(kardeşlik), musavat (eşitlik), hürriyet (özgürlük) ve adalet idi. Bu ilkeler
bir arada hiçbir zaman görülmedi. Meşrutiyet idaresinin en büyük beklentisi,
Osmanlı Meclisi’nde temsilcileri aracılığı ile yönetime katılacak olan Müslim
ve gayr-i Müslim azınlıkların ayrılma isteğinden vazgeçecekleri idi. Ancak
beklentinin tam aksi oldu. Azınlıklar meşrutiyeti, ayrılma isteklerinin bir
bahanesi durumuna getirdiler.
Meşrutiyet dönemi iktidarı yani İTC’nin değişmeyen siyaseti, Osmanlı’yı bir
arada tutup dağılmasına engel olmaktır. Bunun mümkün olup olmayacağı sorusu hiç
olmamıştır. Böyle bir soru ile yönetim yoluna devam etseydi, belki sonuç farklı
olabilirdi. Nitekim İngiltere’de İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, İngiliz
İmparatorluğu’nun eski hâliyle devamı mümkün görülmediğinden pek çok ülkenin
bağımsızlığı kabul edilmişti. İngiltere’nin belki savaş yoluyla kaybedeceği pek
çok ülke, savaşsız olarak terk edilmişti. Benzeri bir uygulamayı İTC yönetimi
yapmamıştı.
İTC yönetiminin dünyada olup bitenleri doğru anlayıp ona göre bir siyaset
geliştirdiğini söylemek zordur. Vatanseverlik duygusu ile fedakârlık duygusu
ayrılık isteklerini ve dışarıdan gelen saldırıların aşılabileceğini
öngörmüşlerdir. Balkan Savaşı’nda yaşanan fecî bozgundan sonra orduda yapılan
tasfiyeler ile benzeri felâketler engellenmeye çalışılmıştır.
Orduda yapılan düzenlemeler kısmen başarılı oldu. Birinci Dünya Savaşı’ndaki
bazı cephelerde ordunun yaptığı büyük fedakârlık ve kahramanlıklarsa genel
çöküşü engelleyemedi. Doğu Cephesi’ndeki başarılara karşılık Suriye Cephesi’ndeki
büyük bozgun felâkete dönüştü ve başkent İstanbul bile işgal edildi.
Hürriyetin ilânı veya İkinci Meşrutiyet ile birlikte Abdülhamid Han’ın tek
kişilik idaresi sona erdi. Zaten sekiz ay sonra 31 Mart Olayı ile tahtından
indirildi. Abdülhamid Han’ın tahtından indirilmesi, resmen değil ama fiilen
Osmanlı padişahlığını da bitirmişti. Padişahın kullandığı yönetim yetkilerinin
önemli bir kısmı Hükûmet’e ve Meclis’e devredilmişti.
Reşat ve Vahdeddin Han’ın padişahlık yetkileri, sınırlı ve sembolik düzeyde
kalmıştır. Buna karşılık, Cumhuriyet döneminde ilk Cumhurbaşkanı’nın kullandığı
yetkiler ise Abdülhamid Han’ın yetkilerini bile aşmıştır.
İkinci Meşrutiyet dönemi, Osmanlılar için bir tasfiye dönemi olmuştur. Bir
bekâ sorunu yaşatmıştır. Osmanlı’yı kurtarmayı, korumayı varlık nedeni sayan
İTC, kendi eliyle bu tasfiyeyi gerçekleştirmiştir. Özgürlük ile unsurlar
arasında temin edilmeye çalışın birlik yok olup gitmiştir. İTC yerine başka bir
parti de olsaydı, sonuç büyük ölçüde değişmezdi. Çünkü Osmanlı idaresi
sanayileşmeyi zamanında tamamlayamadığından, kara ve demiryolunu zamanında
yeterince yapamadığından, düşmanın motorlu taşıtlarına, uçaklarına karşı at,
deve ve kağnı arabalarıyla malzeme taşıyarak başarılı olamazdı.
Tanzimat ile başlayan reformların, dönemler boyunca yaşanan bir dizi
gelişmenin sonunda nihâyet 1923’te Cumhuriyet’e geçildiği iddiası hiçbir
inandırıcılık unsuru taşımamaktadır. Birinci Dünya Savaşı’nı kaybeden Almanya,
Avusturya, Bulgaristan ve Macaristan’da hangi irade krallık (padişahlık)
yönetimini kaldırıp yerine cumhuriyet idaresini tesis etmiş ise, Türkiye’de de
aynı irade Cumhuriyet’i kurmuştur.
Savaşın galipleri arasında Türkiye’nin paylaşılamayacak kadar coğrafî bir
değere sahip olması, varlığını temin eden unsurlardan biri olmuştur.