Hummalı düşler

Siren sesi televizyondan geliyordu. Yeni bir zulmün gölgesinde kalan bir diyara şahit olan dünyanın başını kuma gömmesi, üstüne üstlük buna engel olacak gücün korkaklığı ve balık hafızalı yığınların gözü önünde gerçekleşiyordu tüm bu yaşananlar. Utandı yaptıklarından, yapamadıklarında, vazgeçemeyişlerinden.

-ŞU kuşu gördün mü?

-Hani, nerede?

-İşte şurada bak, devekuşu değil mi o?

-Evet, hakikaten de o!

-Ne işi varmış ki orada?

-Uyurgezer galiba, baksana gözleri hâlâ kapalı!

***

Yüksek yüksek binaların mekân tuttuğu şehirde bir tuhaflık vardı bu gece. Semada yolunu şaşırmış bir devekuşu, yerde kanatlarının üstünde şemsiye ile duran kartallar… “Allah’ım, aklıma mukayyet ol” dedi.

Bavulunu toplamış, gitmeye hazır bekleyen ruhundan izin isteyerek tüm bu yaşadıklarını anlamlandırmaya çalıştı. Gözlerini sıkıca kapadı, en son nerede kalmıştı, hatırlayamadı.

Açtı, kapadı. Kapadı, açtı. Her zamanki mor koltukta oturmuş, haberlere bakıyordu. Önünde dayanılmaz üçlü; kola, cips ve sigara.

Asla vazgeçemeyeceği şeylerin elinden alındığını düşündüğü sırada görmüştü devekuşunu. Hâlbuki devekuşları genellikle kumda yaşardı. Gökte ne işi vardı? Hele kartallara ne demeli: “Kartalsın sen kartal! Kendine gel! Yağmurdan korkmak, uçmaktan çekinmek ne demek? Neymiş efendim, kanadı incinmenmiş. Patronlar kızarmış.”

“Çivisi çıkmış bu dünyanın” diye söylendi. “Ah, hiç sorma şekerim!” diye karşılık verdi balık. Balık mıydı az önce konuştuğu? Şimdi ve az önce kendisiyle muhatap olan bir balık mıydı yani?

-Bir de balıkların hafızası zayıf olur derler…

“Ne oldu canım, bana mı dedin?” diye sordu balık bu sefer de. Hafıza meselesi doğruymuş meğer.

***

Edirnekapı’dan karşıya doğru geçmek için yola koyuldu. Karşı meselesine aslında herkes karşıydı. Aşağı yukarı herkes karşısındakinin karşıda olduğunu iddia etse de herkes hep bir şeylere karşı değil miydi? Mezarlıkların gölgesinde ecdada selâm verip ruhunun nerede olduğunu kavrayamadığı yerlerden geçerken adaleti simgeleyen binaların can çekişen hâline şaşırıyordu. Bir şey eksikti buralarda. Şehirlerin ruhu vardır ya hani, hatta ilçelerin mahallelerin, hatta apartmanların/sitelerin dahi hep bir ruhu olduğuna inanıyordu. Ona göre bu ilçeler nekroz aşamasında idiler. Böyle olmasaydı sonraki durak Zincirlikuyu olmazdı diye düşündü. Gülümsedi bu düşüncesine. İnsanın düşüncesine gülümsemesi ah ne de kıymetliydi. Gerçi karşıdan gelenler önce ölümü görüp sonra aşamaları yaşama doğru mu yaşayacaklardı? Artık onu da karşıdan gelirken düşünecekti.

İki sevdalıya kavuşma fırsatı veren köprünün direklerini görünce derin bir nefes aldı. Âb-ı deryanın kokusu sardı dört bir yanını. Doğal olan her şey insana ne de iyi geliyordu. Denizin bittiği yer, adeta dünyanın farklı bir penceresinden bakmak gibiydi. İlk dönemeçten döndü, çünkü hedefi bir dosta götürecek bir dost ziyareti idi. Oldu olası merak etmişti özellikle mekânların isimlerinin nereden geldiğini. Ufak bir araştırma bu meraka su serpmişti: “Farsçada köy anlamına gelen ‘kos’ sözcüğünün Türkçe ‘bey’ sözcüğüne eklenmesi sonucunda ortaya çıkan Beykos (Beyköyü) sözcüğü kentin adı olarak kalmış ve Beykos, zamanla Beykoz’a dönüşmüş.”

“İlginç buluşmuş” dedi kendi kendine. Beylerbeyi’ne Fatih’in selâmını iletip iletmeme konusunda da kararsız kaldı. Yalıboyu’ndan geçip Çengelköy’ün salatalığını düşünürken Kuleli tabelâsını gördü. Kuleli’nin kimlerin hangi anılarına şahit olduğunu hatırlayıp tarihiyle yüzleşirken, ineceği durağı atlayıp Küçüksu’da buldu kendini. Bir dönemin dinlenme mekânı sayılan kasra uğramadan fark etti yanlışını da kanlıca yoğurdu yemeye yeltenmeden inip gerisin geri Vaniköy güzergâhına doğru yürümeye başladı. İki köprü arasına sıkıştırılmayacak kadar kısmetli yerlerdi buralar. Hüzün ve muhabbetin şahitleri...

Sahil tenha görünüyordu. Nasibini arayan birkaç balıkçı dışında kimseler yoktu. Hoş, sabahın nurunda kim gelsindi ki buralara? Üstelik hayâl mi, gerçek mi olduğunu bilmediği bir rüyayı anlatmak için gelmek enteresandı. Hem de onca iletişim aracına rağmen… Geniş gövdesi ile gölgeliği insana yakışan bir çınar ağacının altındaki banka oturdu. Rüzgâr usul usul eserken o yaşadıklarını düşünüyordu. Bir süre bekledi. Tok bir sesin selâmıyla irkildi: “Sabahın hayrı üstüne boca olasıcası, hoş geldin!”

-O nurda boğulasıcası, hoş gördüm.

-O nasıl bir karşılama? Hoş mu gördün, hoş mu gömdün, çözemedim bak şimdi.

-İlâhi Ezel Dede, affeyle şu garibi, “Beni bende deme, ben bende değilem”…

-Sen, sen değilsen, o vakit ‘Benim’ hiç deme!

-Eyvallah üstadım, biz ben’i bulana kadar ömür geçiyor desene.

-“Ömür dediğin bir gündür, o da bugündür”.

-“Ben doğduğumda herkes gülüyordu, ben ağlıyordum” dede.

-O zaman evlat, öyle bir hayat yaşa ki, “Hemi giryan şodan tu handan”. Öldüğünde onlar ağlasın, sen gül…

***

Ezel Dede, resmî yaşı seksenlere dayansa da ruhu yirmilerde, gün geçirmiş, hayat dolu bir adamdı. Kır saçlarının ahengi gökyüzündeki bulutlara denk sakalı ile kömür gözlerine eğiliyordu. Türk edebiyatının yanında Fars ve Arap edebiyatına hâkim, kelam aşığı, keşfedilse belki dönemin filozofu sayılabilecek nadir insanlardandı. Hayatı hakikatle bağlayabilecek kadar akıllı, zamane olmayacak kadar da meczuptu. Hani herkesin olması gereken limanı gibiydi. Ne zaman başı sıkışsa, anlamsız anlamlar çalsa kapısını, o da onun yanında buluyordu soluğunu. “Paralel evrende karşılaşmış olma ihtimâlleri var mı, yok mu?” diye bir tartışmanın yolunu açmak, yazarın, “Bir delilden neşet etmeyen bir ihtimâlin hiçbir değeri yoktur” kuralını bozması anlamına gelir ki durduk yere vehim oluşturmayalım. Tevafuken karşılaşmış ve bedenlerin şahit olmadığı bir zamanda tanış olmuşlardı zaten.

***

-Söyle bakalım yâren, nedir derdin?

-Gecelerdir gözlerime uyku inmiyor dede. Gökyüzünde gezen devekuşları, yerde duran kartallar, konuşan balıklar… Hayâl ve gerçek arası bir muammanın içerisinde hummalı bir hasta gibiyim…

Ezel Dede sabırla dinledi, o da hiç durmadan anlattı, ağladı; ağladı, anlattı. “Peki” dedi Ezel Dede derinden gelen bir sesle, “Son günlerde nerelerde kimlerle dolaşıyorsun?”.

-Ne yapayım dedem, hep bildiğin şeyler… İş, okul, ev… Hayat kavgası… Köle gibi çalışıyoruz.

-Peki, ne izliyor, ne dinliyorsun?

-Aslında yalan yok, aklım ve kalbim “nehirden denize” akıyor. Artık görmeye dayanamayınca diziler, filmlerle acımı dindirmeye çalışıyorum kendimce.

-Acıyı dindirmeye çalışmak, mümkün mü? Delinmiş gemiyi görmezden gelmek veya patlamış boruyu tülbentle sarmak… Yarılmış bir bedeni yok saymak… Senin derdinin dermanı “görmek” evlâdım, gömmek değil!

Başka hiçbir kelâma geçit vermeden kalktı ve gitti Ezel Dede. Yine kendi omuzlarındaki ağırlıkla gerisin geri evine döndü. Geri dönerken, “Düşüneceğim” dediği hiçbir şeyi yapamadı. Ömürden ölüme giderken canlanmış, ölümden ömrüne varmıştı.

Eve vardığında her şey yine eskisi gibiydi. Yemeğini yedi. Kahvesini yudumlarken eline kumandayı aldı, televizyonu açtı, açmadı. Derken oda karanlığa gömüldü. Elektrikler yine kesilmişti.

***

-Hayırdır canım, bizden rahatsız mı oldun?

-Yani bir balıkla konuşmak mantıklı mı sence?

-Mantığı kim bulmuş da sen sahipleneceksin, güldürme beni!

-Balıklar gülebilir mi ki?

-Konuşmamız değil de gülmemiz mi farklı geldi sana? Hem şu çatıda martı gibi yem bekleyen kartalları izlemeyi bırak da senin devekuşlarına bak. Kafalarını gömecek bulut arıyorlar galiba.

-Allah aşkına, ne zaman susacaksın sen?

-Uyandığında …

***

Kulakları tırmalayan bir siren sesi… Ne devekuşu, ne kartal, ne de balık ortada. Ses çalmaya devam ediyor. Kulakları sızladı. Kolunda bir uyuşukluk vardı. Yapıştırıldığını düşündüğü gözlerini zorlukla açtı. Siren sesi televizyondan geliyordu. Yeni bir zulmün gölgesinde kalan bir diyara şahit olan dünyanın başını kuma gömmesi, üstüne üstlük buna engel olacak gücün korkaklığı ve balık hafızalı yığınların gözü önünde gerçekleşiyordu tüm bu yaşananlar. Utandı yaptıklarından, yapamadıklarında, vazgeçemeyişlerinden.

Onun kim olduğu da çok mühim değildi aslında. Belki sen, belki ben, belki o… Bu hikâyenin kahramanı Ezel Dede değildi. Belki sen, belki ben, belki o. Uyandıkça görebilen birileri, en çok kahraman olmayı hak edenlerdi. Belki sen, belki ben, belki o.