Hümanist misin?

Hümanist miydi gerçekten? Küçüklüğünden beri karşısına çıkan bir öğreti cereyan etti beyninde. “Hiçbir ırkın hiçbir ırka üstünlüğü yoktur. Üstünlük yalnızca takvadadır. Takvanın da kimde olduğunu sizler bilmezsiniz” şeklindeki söz, bir İslâm öğretisiydi. Arkadaşının sorduğu soruya da bir cevaptı üstelik.

ADI, “Meçhul” idi. Meçhul, “-izm”ler ile ilgilenmekten uzak kalmıştı bu yaşına kadar. Yalnızca bazı ideolojilerin tanımlarını biliyordu. Tanımları anlamış, grup ve sistemlerden uzak durmuştu. Bir arayışa girmemişti. Bununla övündüğünü söyleyebilirdi; çünkü fıtrattan gelen bir inanca bağlanma isteğiyle, iman ederek başa çıkabilmişti. Bu yüzden kalbî açlığı yoktu, fakat bu sene fark etmişti ki, arkadaşları ne kadar da açlardı.

İdeolojilerle uğraşmaktan yorulmuş bir vaziyette gördü onları. Onlar benliklerini hiç okumamış ve kim olduklarını bulamamışlardı. Arayışta olmaları ve sürekli değişken bir kimliğe bürünmeleri, onları ne kadar da yoruyordu. “-İzm”lere sarılmışlardı. Benliğini tanımadan insanın kendini sınıflandırmaya tâbi tutması, Meçhul'e acımasızca geliyordu.

Arkadaşları kuralları kendileri koyuyorlardı. Neye inanıyorlarsa doğru oydu ve bu çok tehlikeliydi. Doğruları değişkendi ve herkesin tanrısı, kendi vicdanıydı. Ya vicdanı kin ile beslenenler, hüküm verirken adil mi olacaklardı?

Arkadaşlarıyla olmak, farklı fikir ve farklı yaşayışlara şahit olması demekti. Bunlar zenginliği oldu fakat zaman zaman bunaldı, yalnızlık hissetti. Bazı şeylere anlam veremediği zamanlar oldu. Muhataplarına yönelttiği bazı sorulara cevap bulamadı. Geceleri başını yastığa gömüp “Tut ellerimden Allah'ım, ruhum yoruluyor, tökezliyorum!” diyerek ağladığı çok oldu.
Bulunduğu ortamda farklılıklardan sebep, sürekli bir tartışma peyda oluyordu. Bu tartışmalar hep ona yöneliyordu; çünkü herkesin düşmanı olduğu fikir, onun ta kendisiydi. Başlı başına bir fikri izah ediyordu oturuşu, kalkışı. Ağzından kelimelerin dökülmesine gerek yoktu; sabah içeri girdiğinde verdiği selâm bile onu anlatıyordu.
Bir gün yine sohbet ederken arkadaşlarından biri, bir ırktan nefret ettiğinden söz etti. O buna anlam veremedi ve sordu: “Neden?”

Arkadaşı nedenlerini bir bir sıraladı. Bir nesneden nefret eder gibi bir toplumdan nefret ediyordu karşısındaki. İçinde biriktirdiği kini anlattıkça, o küçülüyordu. Dayanakları zayıf ve geçersizdi. Tüm söyledikleri birer zırvaydı artık. Tanıdığı ilk günden beri bir öyle bir böyle olmaları canını sıkıyordu. Dün hoşgörü, eşitlik ve adaletin biricik savunucularıyken, bugün nefret söylemleriyle karşı karşıya olmak canını sıkmıştı.

Anlıyordu ki, imanın olmadığı bir kalpte vicdanı aramak boş bir çabaydı! Onu dinledikten sonra, “Ben seni çok kindar buldum” diyebildi sadece Meçhul. O da dönüp, “Bunca şey sıraladım, bana nasıl katılmazsın? Hümanist misin ya?” dedi. Hümanist mi?

Hümanist miydi gerçekten? Küçüklüğünden beri karşısına çıkan bir öğreti cereyan etti beyninde. “Hiçbir ırkın hiçbir ırka üstünlüğü yoktur. Üstünlük yalnızca takvadadır. Takvanın da kimde olduğunu sizler bilmezsiniz” şeklindeki söz, bir İslâm öğretisiydi. Arkadaşının sorduğu soruya da bir cevaptı üstelik.

Kinin hamalı olduğu yetmezmiş gibi, bir de Meçhul'ü bir “-izm”e sığdırmaya çalışıyordu. Fakat Meçhul sığmazdı ki... Beşeriyetin kölesi olamazdı. Doğarken bastığı çığlık, her sabah uyanışı, sevdâları, çileleri ve ölümü onu hiçbir beşerî ideolojiye sığdıramazdı! Niye bir kelime olmalıydı? Niye fâni bir düşünce sistemini kabullenmeliydi ve diğer her şeye çizgisini çekmeliydi? Dengi ve benzeri olmayan, tek olan Bir Tanrı’yı ilâh edinmek varken, niçin noksan ve insanî sistemleri ilâh edinmeliydi? Popüler olan bu muydu?

Meçhul, Müslümandı!
Ve İslâm ne güzeldi!
Dedi ki, “Ben hoşgörümle, adaletimle Müslümanım! Peki, sen bu nefretin ve kibrinle hangi ‘-izm’densin?”