ADI, “Meçhul” idi.
Meçhul, “-izm”ler ile ilgilenmekten uzak kalmıştı bu yaşına kadar. Yalnızca
bazı ideolojilerin tanımlarını biliyordu. Tanımları anlamış, grup ve
sistemlerden uzak durmuştu. Bir arayışa girmemişti. Bununla övündüğünü
söyleyebilirdi; çünkü fıtrattan gelen bir inanca bağlanma isteğiyle, iman
ederek başa çıkabilmişti. Bu yüzden kalbî açlığı yoktu, fakat bu sene fark
etmişti ki, arkadaşları ne kadar da açlardı.
İdeolojilerle
uğraşmaktan yorulmuş bir vaziyette gördü onları. Onlar benliklerini hiç
okumamış ve kim olduklarını bulamamışlardı. Arayışta olmaları ve sürekli
değişken bir kimliğe bürünmeleri, onları ne kadar da yoruyordu. “-İzm”lere
sarılmışlardı. Benliğini tanımadan insanın kendini sınıflandırmaya tâbi tutması,
Meçhul'e acımasızca geliyordu.
Arkadaşları
kuralları kendileri koyuyorlardı. Neye inanıyorlarsa doğru oydu ve bu çok
tehlikeliydi. Doğruları değişkendi ve herkesin tanrısı, kendi vicdanıydı. Ya
vicdanı kin ile beslenenler, hüküm verirken adil mi olacaklardı?
Arkadaşlarıyla
olmak, farklı fikir ve farklı yaşayışlara şahit olması demekti. Bunlar
zenginliği oldu fakat zaman zaman bunaldı, yalnızlık hissetti. Bazı şeylere
anlam veremediği zamanlar oldu. Muhataplarına yönelttiği bazı sorulara cevap
bulamadı. Geceleri başını yastığa gömüp “Tut ellerimden Allah'ım, ruhum
yoruluyor, tökezliyorum!” diyerek ağladığı çok oldu.
Bulunduğu ortamda farklılıklardan sebep, sürekli bir tartışma peyda oluyordu.
Bu tartışmalar hep ona yöneliyordu; çünkü herkesin düşmanı olduğu fikir, onun
ta kendisiydi. Başlı başına bir fikri izah ediyordu oturuşu, kalkışı. Ağzından
kelimelerin dökülmesine gerek yoktu; sabah içeri girdiğinde verdiği selâm bile
onu anlatıyordu.
Bir gün yine sohbet ederken arkadaşlarından biri, bir ırktan nefret ettiğinden
söz etti. O buna anlam veremedi ve sordu: “Neden?”
Arkadaşı
nedenlerini bir bir sıraladı. Bir nesneden nefret eder gibi bir toplumdan
nefret ediyordu karşısındaki. İçinde biriktirdiği kini anlattıkça, o
küçülüyordu. Dayanakları zayıf ve geçersizdi. Tüm söyledikleri birer zırvaydı
artık. Tanıdığı ilk günden beri bir öyle bir böyle olmaları canını sıkıyordu.
Dün hoşgörü, eşitlik ve adaletin biricik savunucularıyken, bugün nefret
söylemleriyle karşı karşıya olmak canını sıkmıştı.
Anlıyordu
ki, imanın olmadığı bir kalpte vicdanı aramak boş bir çabaydı! Onu dinledikten
sonra, “Ben seni çok kindar buldum” diyebildi sadece Meçhul. O da dönüp, “Bunca
şey sıraladım, bana nasıl katılmazsın? Hümanist misin ya?” dedi. Hümanist mi?
Hümanist
miydi gerçekten? Küçüklüğünden beri karşısına çıkan bir öğreti cereyan etti
beyninde. “Hiçbir ırkın hiçbir ırka üstünlüğü yoktur. Üstünlük yalnızca
takvadadır. Takvanın da kimde olduğunu sizler bilmezsiniz” şeklindeki söz, bir
İslâm öğretisiydi. Arkadaşının sorduğu soruya da bir cevaptı üstelik.
Kinin
hamalı olduğu yetmezmiş gibi, bir de Meçhul'ü bir “-izm”e sığdırmaya
çalışıyordu. Fakat Meçhul sığmazdı ki... Beşeriyetin kölesi olamazdı. Doğarken
bastığı çığlık, her sabah uyanışı, sevdâları, çileleri ve ölümü onu hiçbir
beşerî ideolojiye sığdıramazdı! Niye bir kelime olmalıydı? Niye fâni bir
düşünce sistemini kabullenmeliydi ve diğer her şeye çizgisini çekmeliydi? Dengi
ve benzeri olmayan, tek olan Bir Tanrı’yı ilâh edinmek varken, niçin noksan ve
insanî sistemleri ilâh edinmeliydi? Popüler olan bu muydu?
Meçhul,
Müslümandı!
Ve İslâm ne güzeldi!
Dedi ki, “Ben hoşgörümle, adaletimle Müslümanım! Peki, sen bu nefretin ve
kibrinle hangi ‘-izm’densin?”