“Hükümet Bey”: Çok yönlü bir komedi

Film, bir yönüyle günümüzdeki sinema sektörünü anlatıyor. Günümüzde sinemamızda “korku filmi” adında filmler yapılıyor. Ucuz bütçeli, kısıtlı imkânlarla film yapanların içinde eksik eserler de oluyor. “Hükümet Bey” filminde Anadolu’nun misafirperverliğini kullanan uyanıkları konu ediniyoruz.

SANAT yaşamına asistan olarak başlayan, besteleri çok sayıda ünlü sanatçı tarafından seslendirilen, İbrahim Erkal’dan Zara’ya, Müslüm Gürses’ten Uğur Işılak’a kadar çok sayıda ünlüye klip çeken ve sonrasında yönetmenliğe geçiş yapan Fatih Yıldırım’ın köy kahvesinden rejisörlüğe uzanan hikâyesini geçen Cuma günü bu platformda yayınlanan son yazımda anlatmıştım. Şimdi de Yönetmen Yıldırım’ın sanat yaşamını, başrollerini ünlü sanatçılar Arzu Yanardağ ile Erkan Bektaş’ın paylaştığı, Ayhan Taş ve Selahattin Taşdöğen gibi usta oyuncuların oynadığı son filmi Hükümet Bey’i kendisiyle konuşacağız…

***


“Yönetmen olma fikri o zaman kafamda oturmuştu”

·      Psikologlar bazı sorulara cevap bulabilmek için kişilerin genelde çocukluğuna inerler. Sanırım sizin de sinema serüveninizi anlamak için çocukluğunuza inmek gerekiyor. Çocukluğunuzda sinema ile nasıl bir bağ kurdunuz?

Ben 1976, Erzurum Narman Beyler köyü doğumluyum. Küçüklüğümde yaramaz, ele avuca sığmaz, uçarı bir çocuktum. Çocukken evimizde televizyon yoktu. İlk televizyon köyün kahvesine gelmişti. Benim de aralarında bulunduğum arkadaş grubumuzla onu merakla görmek istiyorduk. Fakat çocuk olduğumuz için kahveye girme şansımız çok yoktu. Kahve sahibine ısrarcı olunca, o da beni, arkadaşlarımı ve kuzenlerimi içeri aldı. Televizyonun nasıl bir şey olduğuna, TV’de filmin oynadığına ilk kez orada şahit olduk.

Köy kahvehanesinde ayakta izlediğimiz filmler bizim için çok değerliydi. “İlk keşif” de denilebilir. İlk izlediğim film, “Selvi Boylum Al Yazmalım” filmiydi.

“Selvi Boylum Al Yazmalım” filmini izledikten sonra kuzenlerim ve arkadaşlarımla filmi evimizin hemen yanındaki okulun bahçesinde canlandırdık. Ben rejisör rolünde idim. Arkadaşlarıma neyi nasıl yapmaları gerektiğini anlatıyordum. İlkokul öğretmenimiz Mustafa Altay bizleri filmi canlandırırken gördü. Yanımıza geldi. Kızacağını düşündük. Ama kızmak yerine bizi takdir etti ve bizlere yaptığımız işin “tiyatro” olduğunu anlattı. Bana yaptığım işin adının “rejisörlük” olduğunu söyledi. Ben de bunun etkisiyle olsa gerek, büyüyünce rejisör olmaya karar verdim.

Kahvehanede izlediğimiz sonraki filmleri de hakeza aynı şekilde tekrar canlandırıyorduk. Karakterlerle, filmle bağ kuruyorduk.

10 yaşında iken Erzurum merkeze yolumuz düşmüştü. Benden yaşça büyük kuzenim beni sinemaya, Cüneyt Arkın’ın bir filmine götürmüştü. Gittiğimiz yer bizim oraların meşhur sinema salonu, Dadaş Sineması’ydı. Beyazperde, gişe gibi kelimeleri ilk kez orada öğrendim. Sinemayı gerçek anlamda orada kavradım. Yönetmen olma fikri o zaman daha da kafamda oturmuştu.

“Kaderime İbrahim Erkal ve Ulus Müzik yön verdi”

·      Yönetmenliğe uzanan yolculuğunuzda dönüm noktalarınız nelerdir? Bunlardan bahsedebilir misiniz?

“İlk dönüm noktam, rahmetli İbrahim Erkal ile tanışmamızdır” diyebilirim. İbrahim Abi bizim hemşerimizdir. Rahmetli babamı çok severdi. Lise sonrası İstanbul’a gittiğimde babam bana göz kulak olması için Erkal’dan ricada bulunmuştu. O da beni yanına aldı. Aynı yerde kalıyorduk.

İbrahim Abi müzik piyasasında tanınmaya başlayınca, ben de Ulus Müzik’te asistanlığa başladım. Sonrasında askere gittim. Askerden döndüğüm gün, İbrahim Abi’nin başrolünü oynadığı “Sırılsıklam” dizisinin galası vardı. Ayağımın tozuyla otogardan direkt galaya gittim. Burada Yeşilçam’ın usta yönetmenlerinden Temel Gürsu ile tanıştık. Bende bıraktığı etki çok güçlüydü. Sohbeti, üslûbu etkileyiciydi. Zaten diziyi, görev yaptığım Ulus Müzik çektirdiği için her gün sete özellikle uğrardım.

Bir gün de “Vizontele” filminin galasına katıldık. Film beni çocukluğuma götürdü. Benim de anlatacak çok hikâyem vardı. Sonrasında yönetmen olmak için artık ciddî adımlar atmaya karar verdim. 

O dönem Ulus Müzik’te çalışıyordum. Konuyu Ulus Müzik’in sahibi İskender Ulus’a açtım. O da albümleri aksatmamak şartıyla “Yap, öğren bu işi. Bütün desteğim seninledir” dedi. Şirkette her olanak vardı. İskender Ulus, klip yönetmenliğiyle başlamamı istedi. Yönetmenlik maceram böylece başlamış oldu.


“Hâlâ Erkal’ın mezarına gidip yapacaklarımı anlatırım”

·      Anlattıklarınızdan, rahmetli İbrahim Erkal ile aranızda abi-kardeş ilişkisi olduğunu anlıyoruz. Bu ilişkinin de Erkal’ın vefatına kadar devam ettiğini biliyoruz. Erkal’ın hayatınızdaki ve bugünlere gelmenizdeki yeri nedir?

Kendime bir yol çizmek için küçük sayılacak yaşlarda geldiğim İstanbul’da babamın beni emanet ettiği kişiydi Erkal. 90’ların başıydı. Kendisi de o dönemde ünlü değildi. Hayatını yoluna koymaya, bir şeyleri başarmaya çalışıyordu.  

İbrahim Abi basamakları tek tek çıkarken yanında beni de çıkarıyordu. Yediğimiz içtiğimiz ayrı değildi. Gittiğim her kapıyı o aralıyordu. “Sen bana emanetsin Fatih’im, benden habersiz nefes alma” derdi. Müthiş bir insandı. Gerçek bir abiydi. Canımdan öteydi benim için.

Aramızda müthiş bir bağ vardı. İbrahim Abi’yi anlatacak kelime bulmak zor. Bugün geldiğim noktayı, yaptığım her şeyi büyük oranda ona borçluyum. Bir şey yapacağım zaman İbrahim Abi’ye anlatırdım. O da dinler, bir gün sonra cevap verirdi. Fikirleri benim için çok kıymetliydi. Hâlâ zaman zaman mezarına gidip yaptıklarımı, yapacaklarımı anlatırım. Eminim, İbrahim Abi mezarında beni dinliyor ve duyuyor. Çok özlüyorum onu.

İbrahim Erkal çok vefakâr biriydi. “Vefa” diye yazılır, “İbrahim Erkal” diye okunur benim için. Yani İbrahim Abi, vefanın vücut bulmuş hâliydi.  

·      Bir dönem reklâm filmleri de çekmişsiniz. Reklâm filmi ile sinema filmi arasındaki farklar nelerdir? Yaratıcılık hangisinde daha önde?

Sinemada anlatmak istediğini tüm yönleri ile uzun uzun seyirciye anlatabiliyorsun. Ama reklâmda uzun bir hikâyeyi tüm yönleriyle on beş yirmi saniyeye sığdırmak zorundasın. Orada bir hikâyeyi anlatmaktan ziyade bir ürünü tanıtıyorsun ve anlattığın konunun ürün ile uyum içerisinde olması gerekiyor.

Reklâmcılık daha yaratıcılık isteyen bir platform. Şu aşamada sinemaya yönelsem de zaman zaman reklâm filmleri çekmeye devam ediyorum.

·      Gelelim son filminiz “Hükümet Bey”e… Filmin başrol oyuncuları olan Arzu Yanardağ ve Erkan Bektaş’ı seçmenizin özel bir nedeni var mı? Oyuncular ile yollarınız nasıl kesişti?

Filmi pandemi sürecinde kaleme almıştım. Hikâyedeki “Fadile” karakteri için ilk günden beri Arzu Yanardağ’dan başkasını düşünmedim. Yanardağ rolün hakkını verdi. Bunu izleyiciler de takdir edecek ve filmi izlediklerinde “Ondan başkası olamazdı” diyeceklerdir zaten.

Erkan Bektaş’a daha sonra karar verdik ama o da başrol için ilk aklımıza gelen isimdi. Cast sürecinde en önem verdiğim şey tam olarak oyuncuların rol ile uyumuydu. Yani oyuncuları seçerken göz önünde olan popüler kültür oyuncularından ziyade, oyuncuların rol ile bütünleşecek karakterde olmalarını tercih ettim.

Diğer rolleri seçerken de seçtiğim kişilerin hem yeni yüzler olmasına, hem sinema gibi kıymetli bir sanatı çürütmeyecek kişiler olmalarına, hem de usta oyuncularımız Ayhan Taş ve Erkan Bektaş’ın şahane oyunculuklarıyla uyum yakalamalarına özen gösterdim. Zaten filmi izlediğinizde benden farklı düşünmeyeceğinizi biliyorum.


“Film, bir yönüyle günümüzdeki sinema sektörünü anlatıyor”

·      Film aslında gerçek bir hikâyeyi anlatıyor. Hikâyesi nasıl gelişiyor?

Film, bir yönüyle günümüzdeki sinema sektörünü anlatıyor. Günümüzde sinemamızda “korku filmi” adında filmler yapılıyor. Ucuz bütçeli, kısıtlı imkânlarla film yapanların içinde eksik eserler de oluyor. “Hükümet Bey” filminde Anadolu’nun misafirperverliğini kullanan uyanıkları konu ediniyoruz.

Hükümet Bey filmi, sınırlı bir bütçe ile korku filmi çekmeye çalışan bir ekibin komik hikâyesini anlatıyor.

Hikâyedeki film ekibi, bütçesi kısıtlı olduğundan kalacak yer sorununu çözmek için filmi çekmeye gittikleri köyün muhtarına “Okulu boyamaya geliyoruz” diyerek yalan söylüyor ve kalacak yer sorununu böyle çözüyorlar. Okulda kalıp filmi öyle çekiyorlar. Okulu boyadıkları için de yemekler geliyor köylüden. Böylece yeme içme ve konaklama bedavaya gelmiş oluyor. Bu durum, ekipte bazılarını hayâl kırıklığına uğratıyor. Ama her şeye rağmen filmi çekme azminden vazgeçmiyorlar. Bu arada “Hükümet” ismindeki köyün ağası, filmin başrol oyuncusuna âşık oluyor. Böylece komik olaylar gelişiyor. 

·      Filmde aynı zamanda senarist koltuğunda da oturuyorsunuz. Yaşanmış olan bu gerçek hikâyeyi filme aktarırken zorluk yaşadığınız hususlar oldu mu?

Hayır, zorluk yaşamadım. Hikâye gerçek bir olaydan esinlendiği için dramatik çatıyı kurunca kendiliğinden akıyor. Yazarken çok keyif aldım. Senaryo yazarken keyif aldığınız zaman klavyenin tuşlarına daha büyük bir zevkle basıyorsunuz. Ben de öyle yaptım açıkçası…

·      Filmin oyuncuları ve yapımcısıyla yollarınız nasıl kesişti?

Yapımcımız yıllardır sektörde çeşitli aşamalarda bulunmuş bir arkadaşımdı. Arkadaşım olduğu için sinema üzerine ve yapmak istediklerimiz hususunda sürekli konuşuyorduk. Senaryo olgunlaşınca filmi yapmaya karar verdik.

Oyunculara gelince, usta oyuncuların yanına yeni yüzleri ekleme stratejim doğrultusunda kimin hangi rolü oynaması gerektiğini senaryo aşamasında kafamda belirlemiştim. Sonra senaryoyu oyuncularımıza götürdük. Senaryo beğenildi. Kadromuzda yetenekli oyuncular var. İzleyici de filmi seyredince buna hak verecektir.


“Filmdeki korku sahneleri gerçek oldu”

·      Filmdeki bazı sahneler, çekimler sırasında gerçeğe dönüşmüş, bunlardan bahsedebilir misiniz?

Filmde yer alan karakterlerin isimlerinin sete gittiğimizde set çalışanları ile birebir aynı olduğunu gördük. Filmde “Sesçi Önder” ve “Işıkçı Ümit” diye karakterler vardı. Filmi çekmeye başladığımızda filmin gerçek sesçisinin adının “Önder”, filmin gerçek ışıkçısının adının da “Ümit” olduğunu öğrendik. Bu ilginç bir detaydı. (Gülüyor.)

“Film, korku filmi çekmeye çalışan bir ekibin komik hikayesini anlatıyor” dedim ya, filmin sahnelerinden birinde, hikâyedeki sesçi, “Pil bitti” diyerek hikâyedeki yönetmeni ve ekibi uyarıyor. Bu replik teknik ekipten oyunculara kadar dilimize pelesenk oldu. Söz konusu sahneyi çekerken filmin gerçek sesçisi, “Hocam pil bitti, pil bitti” diye söylendi. Ama bizler bunu hikâyedeki espriye atıf yapıyor zannederek gülüp geçtik. Sonradan, mikrofon çalışmayınca pilin gerçekten bittiğini anladık. Sesçi arkadaşa neden bizi uyarmadığını söylediğimizde, “Hocam pil bitti diye uyardım ama siz beni dikkate almadınız” dedi. Yani filmdeki sahne gerçek olmuştu. Olaya tanık olan herkes güldü. Yanımızda yedek pil de yoktu. Çekim için ıssız bir yerde olduğumuzdan pil alma şansımız da olmayınca sete ara vermek zorunda kalmıştık.

Ayrıca kurgu “korku film çekmeye çalışan bir ekibin komik hikâyesini anlattığı” için biz de filmin bazı sahnelerini terk edilmiş, kimsenin yaşamadığı bir köyde çektik. Rivayete göre söz konusu köy, doğaüstü varlıkların yaşadığı ve doğaüstü olaylar olduğu için terk edilmiş bir köydü. Tabiî biz bu detayı bilmiyorduk. Söz konusu köyün yolu baraj altında kaldığı için köye büyük bir tekne ile gittik. Yani köyün karayolu yoktu. Tekneyi iskeleye aldıktan sonra çekimlere başladık. Filmin gece sahnelerini çekerken bu rivayetleri doğrular nitelikte korku dolu anlar yaşadık. Teknik ekipten durduk yere duvardan düşen oldu. Ne olduğunu sorduğumuzda birinin kendisini ittiğini söyledi. Ama herkesin görev yeri belli olduğu için düşen arkadaşın arkasında kimsenin olma ihtimâli yoktu. Bir başka arkadaş ise durduk yere yuvarlandı, birinin kendisine çelme taktığını söyledi. Ama garip olan, ortada arkadaşa çelme takacak kimsenin olmadığıydı.

Durduk yere dekorlar bozulmaya, sahnelerdeki bazı malzemeler durdukları yerden düşmeye başladı. Ayrıca hiçbir sebep yokken, özellikle teknik ekipte gerginlik ve stres vardı. Bende de benzer durumlar oldu. Üzerimizde bir baskı vardı. Öyle ki, ben bir ara konuşmakta bile zorlandım, oyunculara neyi nasıl yapmaları gerektiğini bile anlatmakta güçlük yaşadım.

Üst üste benzer gariplikler yaşanmaya başlanınca çekimleri sonlandırmak zorunda kaldık. Otele dönmek için teknenin yanına vardığımızda teknenin yerinde olmadığını gördük. Tekneyi birinin götürme ihtimâli de yoktu. Çünkü çevrede bizden başka kimse yoktu. Tekne oradan nasıl hareket etti, hâlâ anlayabilmiş değiliz. Tekne, erkesi gün onlarca kilometre uzakta, Nizip’te bulundu. Kendine yaklaşık 50 kilometre yol almış. Teknenin yerinde olmaması, ekibi iyice tedirgin etti. Telefon etmek istedik, telefonlar çekmiyordu. Neyse ki telefonların çektiği bir noktaya ulaşıp yardım istedik ve bir ekip gelip bizi bulunduğumuz yerden aldı.

Asıl seti kurduğumuz köye varınca, olayları öğrenen köylüler garip olaylar yaşadığımız yerde doğaüstü varlıklar olduğunu ve köyün doğaüstü olaylar yaşandığı için terk edildiğini anlattılar. Ekiple yaptığımız istişareler sonucu yarım kalan sahneleri sonraki gün başka yerler tespit ederek çekmek durumunda kaldık. Yani hikâyedeki korku sahnelerini ekip olarak gerçekten yaşadık.

·      Son olarak okurlara ve sinema severlere neler söylemek istersiniz?

Hayâllerinizden vazgeçmeyin! Her ne yapıyorsanız yarım yapmayın, işlerinizi yarıda bırakmayın. Çünkü başlayan her şey nihayete ermeye gebedir.