Hukukun adalet ile imtihanı

“Oysa cemiyeti ayakta tutan normlar, bunlardan ibaret değildir. Kanunun suç saymadığı, fakat cemiyetin ayakta durması için uymak zorunda olduğumuz başka normlar da vardır. Dinin ‘helâl-haram’, ahlâkın ‘iyi-kötü’, estetiğin ‘güzel-çirkin’, ilmin ‘doğru-yanlış’ tarzında fertleri ve cemiyeti murakabe etmekte olduğunu görüyoruz. Esasen sağlıklı bir cemiyette ‘millî hukuk’ sistemi, yukarıda saydığımız diğer millî sosyal normlarla çatışmaz, bilâkis bunlarla işbirliği hâlindedir.” (Seyyid Ahmed Arvasî)

Giriş

HAK, hukuk ve adalet kavramları, sadece hukukçuları değil, hayatımızın her safhasında hepimizi meşgul eden kavramlardandır. O kadar ki, gazete ve televizyonlarda bu kavramlar hakkında tartışmaların, konuşmaların olmadığı tek bir gün bile yoktur.

Devletlerin, imparatorlukların ve onları idare eden hükümdarların, devlet adamalarının hayatları incelendiğinde de karşımıza hep bu kavramlar çıkar. “Zalim adam”, “hukuk devleti”, “adil idareci” gibi… Hatta İslâm tarihinde Râşid Halîfelerden biri olan Hazreti Ömer’e “Ömerü’l-Âdil” yani “Adaletli Ömer” denilmesi ve adaletin temsilcisi olarak anılması boşuna değildir.

Kavramlar

Arapça kökenli olup “haklar” anlamına gelen “hukuk”, bireylerin birbirleriyle, toplumla ve devletle ilişkilerini düzenlemek için devlet tarafından konulan ve kamu gücüyle desteklenen kaide, hak ve kanunların bütünüdür. Hak ise “doğru, gerçek, uygun” anlamına gelir. Hukuk, “kamu gücü ile sağlanan nizâm” demektir.

Hayatın bütün iş ve verim sahalarında, bir toplumdaki fertlerin birbiriyle ve kamuyla olan ilişkilerini düzenleyen hukuk kuralları silsilesine “hukuk sistemi” denir. Aynı zamanda bir ilim dalı olan hukukun tespit ettiği biçim, öncelikler ve ilkeler doğrultusunda ortaya çıkan hukuk sistemleri, Roma Hukuk Sistemi, Anglo-Sakson Hukuk Sistemi, İslâm Hukuku ve Sosyalist Hukuk Sistemi şeklinde açıklanabilir.

Yusuf Kaplan’a göre hukuk sistemi, bir toplumun değerleri, anlam haritaları ve yaşanan sosyal gerçeklikler üzerine inşâ edilir. Hukuk sistemi, bir toplumun dünya görüşünün, medeniyet birikiminin yansımasıdır.

Bugün yeryüzünde yaygın bir yönetim şekli olan demokrasinin temel istinatgâhı, hukuka bağlılıktır. Bundan dolayı hukuka bağlı yönetimler için “hukuk devleti” tabiri kullanılmaktadır. Hukuk sisteminin varlık nedeni, toplumda yaşayan insanların bireysel hak ve özgürlüklerini korumaktır. Gerçek mânâda bir hukuk devleti, hukukun üstünlüğüne inanır ve bireylerin kanunlar önünde “eşit” olmasını sağlar.

“Kanun” veya moda tabirle “yasa” ise, devletin yasama gücü tarafından herkesçe uyulmak için konulan her türlü hukuk kuralıdır. Kanunlar, tüzükler, yönetmelikler birer hukuk kuralıdırlar ve yürürlükte olan hukuk kurallarının tümüne de “mevzuat” denir.

“Suç” ise, kanunların belirlediği kuralların ihlâl edilmesidir. Ancak “suç” kavramı, sadece kanunlar açısından değerlendirilmemelidir. Zira toplumun yazılı olmayan örfünde ve taşıdığı inançlarında işlenmemesi gereken fiiller de bir nevi suç olarak kabul edilir ve kendince bir cezayı gerektirir.

Devlet, hukuk kaidelerini koyarken, toplumun ahlâkî kaidelerine, inançlarına, örf ve töresine uymaya mecburdur. Ahlâksız, inançsız bir cemiyette hukuk, kuru bir sözden ibarettir. Zira ahlâkî görüşlere aykırı kaideleri ihtivâ eden kanunlar konulursa, bunlar devlet müeyyidesine mâlik olsalar bile, içtimâî vicdanın müeyyidesinden mahrum ve bu itibarla çabuk ortadan kalkmaya mahkûmdurlar! (Salih Mirzabeyoğlu, Hukuk Edebiyatı, İbda Yayınları)

Seyyid Ahmed Arvasî, “Hukuk ve Sosyal Normlar” isimli yazısında, “Sosyal normların ihlâli cemiyete göre suç iken, yazılı hukukun koyduğu fermanların ihlâli de kanun nezdinde suçtur” der. Üstat Arvasî, aynı yazısında şunları da kaydeder: “Oysa cemiyeti ayakta tutan normlar, bunlardan ibaret değildir. Kanunun suç saymadığı, fakat cemiyetin ayakta durması için uymak zorunda olduğumuz başka normlar da vardır. Dinin ‘helâl-haram’, ahlâkın ‘iyi-kötü’, estetiğin ‘güzel-çirkin’, ilmin ‘doğru-yanlış’ tarzında fertleri ve cemiyeti murakabe etmekte olduğunu görüyoruz. Esasen sağlıklı bir cemiyette ‘millî hukuk’ sistemi, yukarıda saydığımız diğer millî sosyal normlarla çatışmaz, bilâkis bunlarla işbirliği hâlindedir.” (S. Ahmed Arvasî, Türk İslâm Ülküsü, c.1, sh: 230, Bilgeoğuz Yayınları)

Âdil bir hukuk sisteminin tesisi herkes için elzemdir. Kanunlar, adalet ölçüsü ile çıkmalıdır. Adalet tesis edilmezse, bunun adı “zulüm”dür. 

Bu zaviyeden bakıldığında dinî inançlar, Yaratıcı tarafından konulan ibadet ve bireylerin birbirleri ve toplum ile olan ilişkililerini düzenleyen, uyulması bir vecîbe ve manevî yaptırımı olan değişmez kurallardır. Ahlâk kuralları ise insanın kendine ve başkalarına karşı sorumluluklarını içerir. Örf ve âdetler de toplumda uyulması gereken kurallardır. Her ikisinin de kınama, ayıplanma, dışlama gibi manevî yaptırımları vardır. Yine burada Arvasî Hoca, “Bir cemiyetin intizam ve huzur içinde yaşamasında, gerçek mânâsı ile ‘hukukun’ büyük yeri vardır. Bununla beraber dinin, ahlâkın, estetik ve ilmin fonksiyonel olmadığı cemiyetlerde ‘hukuk’ başarısız kalır. Millî vicdanın desteklemediği ve koruyuculuğunu yapmadığı ‘bir hukuk sistemi’, teoride ne kadar mükemmel olursa olsun, pratikte verimli olamaz” diyerek millî bir hukuk sisteminin temel özelliklerine dikkat çekmektedir. (S. Ahmed Arvasî, Türk İslâm Ülküsü, c.1, sh: 230, Bilgeoğuz Yayınları)

Arvasî, “Cemiyetin bütün sosyal ve kültürel normları arasında ahenk, işbirliği ve paralellik sağlanmadıkça cemiyette nizam teessüs etmez” der. O zaman hukuk bir nizâm ise, bu nizâmın sağlanması için oluşturulacak hukuk sisteminin de toplumun tüm değer yargılarını dikkate alması icap eder.

Hukukun temel hedefi, toplumda adaleti tesis etmektir. Adalet, yaşanılabilir bir dünya için hava ve su gibi olmazsa olmaz temel şarttır. Arvasî’ye göre hukuk, “tespit ettiği ‘yazılı normlar’ ile insanı murakabe ve cemiyeti ‘disipline’ eder; ‘haklıyı-haksızı’ ayırır; koyduğu ‘yasalar’ ile hak ve sorumluluklarımızı belirtir; ayrıca kendi varlığını fiilen ortaya koymak üzere ‘müeyyideler’ getirmek ve bu müeyyidelerin gücünü gösteren ‘teşkilâtı’ kurmak zorundadır”. Buna ilâve olarak şöyle der: “Hukuk, normları itibarı ile ‘millî vicdanı’ doyurucu olmak, cemiyette ‘adalet duygusuna’ cevap vermek kadar, sür'atli ve kuvvetli olmak mecburiyetindedir. Bu sebepten ‘Kuvvetsiz adalet âciz, adaletsiz kuvvet zâlimdir’ diyenlere hak vermemek mümkün değildir.” (S. Ahmed Arvasî, Türk İslâm Ülküsü, c.1, sh: 230, Bilgeoğuz Yayınları)

Çağımızda “hukuk devleti” kavramının karşısında üretilen bir kavram da “polis devleti” tabiridir. “Polisi olmayan devlet mi olur?” diyebilirsiniz. Buradaki polis veya kolluk gücü, bilinen vazife ve salahiyeti dışında hiçbir hukuk kuralına bağlı olmayan, sadece egemen güçlerin emrinde, insanların temel hak ve hürriyetlerini rafa kaldıran baskıcı anlayışı temsil etmektedir.

Adalet

Buraya kadar açıklamaya çalıştığımız temel hukuk terimlerinden de anladığımız gibi, “hukuk” demek, tam anlamıyla “adalet” demek değildir. Hatta adalet denilince direkt olarak hukuk sistemini anlamak, adalete yapılan en büyük adaletsizliktir.

Peki, adalet nedir o zaman?

Sorumuzun cevabını büyük mütefekkir Necip Fazıl’dan alalım: “Adâlet, hakkı ‘mâvuzua lehine’, lâyık olduğu yere koymaktır. Bir şeye hakkını vermek, onu dengi olan karşılığa kavuşturma, gereğine erdirmek. Bir şeyi o şey ister bir mânâ, ister bir madde olsun, uygun olduğu hak makâmına oturtmak, nispet belirttiği ölçü plânına çıkarmak, muhtaç olduğu kıymet vahidine ulaştırmak... Adâlet budur.” (NFK; İdeolocya Örgüsü, sh:127)

Bu tariften yola çıkarak şöyle bir çıkarımda bulunabiliriz: Adalet, herkese hak ettiği şekilde dengeli ve ölçülü davranmak, bir konuda hüküm verirken doğru hüküm vererek herkese hakkını vermektir. Hak ettiğinden azını vermek nasıl bir adaletsizlik ise, hakkından fazlasını vermek de adaletsizliktir. Büyük İslâm âlimi Zemahşeri tam da bu hususa binaen, “Sevgide dengesizlik, ölçüsüzlük adaletsizliktir” der. Bir diğer mütefekkirimiz Nureddin Topçu ise, “Hakikî adalet, ruhî cevher olan merhametin cemiyet içerisinde eşitlikle yapılan tatbikatıdır” diyor.

Adaletin zıddı ise zulüm ve haksızlıktır. Devletler adaletle yönetildiği zamanlarda en ihtişamlı zamanlarını yaşamışlar, ama ne zaman adalet rafa kalkıp zulüm başlamışsa çökmeye mahkûm olmuşlardır. Bu meyanda Sezai Karakoç, “Devleti adalet, adaleti ahlâk ayakta tutar” demektedir.


Hukuk, bir kurallar manzumesi yani bir nizâm ise, adalet de onun tam anlamıyla işlemesidir. Tabiî burada şu unutulmamalıdır: Adalet; hukuk kurallarının konulması esnasında da varlığını hissettirerek kuralların bir zümreyi ayrıcalıklı kılmasını, korumasını veya tersine bir zümreyi mağdur etmesine engel olur. Bu hâliyle toplumda bir denge kurar. Adaletin bu işlevini yine Üstat Necip Fazıl’dan dinleyelim: “Hakikatin yerini bulmasından ve bir cisimle onun kumdaki yatağı arasındaki intibakı kazanmasından ibaret olan adâlet, zât ve tecelli, keyfiyet ve takdir, iş ve karşılık olarak iki kefeli bir terazi hâlinde, iki cepheli bir oluş ve muvazene arz eder ve içimizle dışımızı denkleştirişi ruhî ve maddî, ferdî ve içtimaî bütün kıymet hükümlerini kuşatır.” (NFK; İdeolocya Örgüsü, sh:128)

İşte buraya kadar anlatmak istediğimizin özü şudur: “Hukukun amacı, adaleti sağlamaktır.”

Sezai Karakoç, “Adalet öyle bir prizmadır ki, berraklık veya bulanık derecesine göre ışıklarımızı, insanların üzerine tatlı bir yağmur gibi inen bir eleğimsağmaya da, karanlık bir kış gecesinin siyah kefenine de çevirebilir” der. Yine Karakoç, “Anayasa” başlıklı bir yazısında, “Her milletin ruhunda gizli bir anayasa vardır. Yazılı anayasalar, millet ruhundaki bu anayasaya yaklaştıkça başarılı, ondan uzaklaştıkça başarısızdırlar. Milletin ruhuna yabancı anayasalar önünde sonunda değişmeye mahkûmdurlar; onu halk değiştiremezse zaman değiştirir” tespitinde bulunur. (Sütun II, Sh:496)

İşte milletlerin ruhunda gizli bulunan bu anayasa, o toplumun örf, ahlâk ve inançları ile şekillenmiş adalet anlayışıdır!

Adalet, toplumdaki fertleri birbirine ve toplumu devlete bağlayan en güçlü bağdır. Aksi durumda çözülme ve dağılma başlar. Mevcut hukuk sistemi tek başına bu dağılmayı önleyemez; toplumda kargaşa, anarşi, rüşvet, irtikâp ve cinayetler alır başını gider. Bu yüzden “Adalet mülkün temelidir” denilmiştir. Adalet, devlet çadırını ayakta tutan temel direktir. Kanunlar ise o çadırın eteklerini yere sabitleyen kazıklar hükmündedir. Adalet gidince çadır çöker.

“Adaletin zıddı zulümdür” demiştik. Zulüm ortaya çıkaran sebeplerin başında daha çok güç elde etme ihtirası yatar. Daha güçlü olmak isteyen hükümdar veya hâkim zihniyet, daha zengin olmak isteyen para babaları, yönetenler üzerinde söz sahibi olmak isteyen medya, konumlarını muhafaza derdine düşen aristokratlar gelir. Bu bileşenlerin etkisiyle ve onların çıkarlarını korumak adına çıkarılan kanunlar, adaleti ortadan kaldırdığı için hukuk sistemini de felç eder. Bu durumda adaleti gözetmeyen kanunlar birer zulüm aracına dönüşür. Zira hukuk, güçlü olanın elinde ve onun istediği şekilde icra edilince, insanları hizaya sokmaya yarayan bir tedip aracı oluverir. İşte tam burada başka bir kavram karşımıza çıkar: “Üstünlerin ya da egemenlerin hukuku”…

İslâm ve adalet

İslâm’ın adalet anlayışı en berrak sudan daha berrak, en keskin kılıçtan daha keskin, güneşten daha aydınlık, merhametin en zirvesi şeklinde bizlere vazolunmuştur.

Tefsirlerde adalet nasıl açıklanmış, bir göz atalım…

Diyanet Tefsiri’nde, “Adalet, ‘Doğru hareket etmek, hakka ve hakikate göre hüküm vermek, eşit olmak, eşit kılmak’ gibi mânâlara gelen bir isim olup, ahlâk ve hukuk terimi olarak, ‘bireysel ve sosyal yapıda dirlik ve düzenliği, hakkaniyet ve eşitlik esaslarına uygun şekilde davranmayı sağlayan bir erdem veya hukuk ilkesi’ anlamında kullanılır” şeklindeki ifade yer alıyor. (Diyanet Kur’an Yolu Tefsiri, Nahl: 90)

Elmalılı Tefsiri’nde ise şöyle bir yorum var: “Adalet; insaf, haklılık ve doğruluk mânâlarını kapsayan bir denkleştirmedir ki, terazinin dili gibi aşırılık ve ihmalkârlık arasında bir birleştirme noktası ve istikamet olarak iki tarafında denklik denilen bir denkleşme mânâsına gelir. Ve bundan dolayı adalete ve adalet düsturlarına ‘mizan’ da denilir. Çünkü ‘Ve onlarla beraber Kitabı ve adalet ölçüsünü indirdik ki insanlar adaleti yerine getirsinler’ (Hadid, 57/25) buyurulmuştur. Yani adalet, kâinatın nizâmıdır.” (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Nahl: 90)

“Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah işitir ve görür.” (Nisa, 58)


İşte İslâm’ın gayet berrak, net ve açık emri budur! “Haksızlık yapmayacaksınız ve adalet ile muamele edeceksiniz” şeklindeki emir, devleti idare eden kişilere verilmiş bir emirdir. Bu kişi bir kral, bir sultan, bir devlet başkanı, vali veya devletin bu işleri yapması için görevlendirdiği herhangi bir kamu görevlisi olabilir. İslâmî açıdan konuya bakıldığında, yine Üstadın tespitiyle, “İslâm’da çerçevesi, sistemi, şekli kesin çizgilerle belirtilmiş bir idare şekli yoktur ama bir idare ruhu vardır”! İslâm, hakkın hâkimiyetini esas alır ki bu da aynıyla adaletin tesisidir ve adaleti tesis etmek de insana yüklenmiş en önemli bir vazifedir. Üstat, bu konudaki görüşlerini de şu şekilde açıklamıştır:

“İslâm’da idare şekli yok, idare ruhu vardır ve ulvî ve münezzeh İslâmiyet’i, saltanat, cumhuriyet vesaire gibi toprak seviyesinde kalan basit ve iptidaî şekil ve kadro tercihlerine karşı herhangi bir alâkası mevcut değildir. O, Hakk’a esir bir fert hükümranlığını, başıboşluğa mahkûm bir hürriyet idaresinden üstün tutar; fakat en seçkin cemiyet temsilcilerinin meşveret idaresini hepsinden üstün görür.” (NFK; İdeolocya Örgüsü, sh:120)

İslâm adaletinde herkes kanunlar önünde eşit muameleye tâbi tutulur. Kural budur! İşte bu konuda rehberimiz Kur’ân’dan bir hüküm: “Ey inananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhlerine de olsa, Allah için şahit olarak adaleti gözetin; ister zengin, ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer eğriltir veya yüz çevirirseniz bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır.” (Nisâ, 135)

Prof. Dr. Seyyid Kutup, Nahl Sûresi’nin 90’ıncı âyetini tefsirinde şu güzel tespitlerde bulunarak İslâm’ın adalet anlayışının genel çerçevesini çizmiştir: “Kur'ân ‘adalet’ ilkesini getirmişti. Bu ilke, her birey, her toplum ve her ulus için insanlar arası ilişkilerin dayanacağı, değişmez ve sağlam bir kulpu garanti altına almıştı. Bu ilke insanın arzu ve isteklerine göre şekil alamaz, sevgi ve nefret gibi kişisel kaprislerden etkilenemez. Akrabalık ve hısımlık bağlarına, zenginlik ve fakirliğe, güçlü ve zayıfa göre farklılık gösterip değişemez. Kendi yolunda ilerler. Herkesi aynı kriterle değerlendirir, herkes için aynı teraziyi kullanır.” (Seyyid Kutup, Fi Zilâli’l-Kur’an)

Peki, uygulama nasıl olmuş? Aynen emredildiği gibi harfi harfine!

Asr-ı Saadet’ten bir örnek

Peygamberimiz döneminde, Mahzumoğulları kabilesine mensup soylu bir kadın hırsızlık yapar ve suçu sabit olduğu için elinin kesilmesine hüküm verilir. Kadının elinin kesilmemesi için Peygamberimizin çok sevdiği, oğlu gibi gördüğü Zeyd b. Sabit’in oğlu Üsame’yi aracı koyarlar. Hazreti Üsame durumu Peygamberimize arz edince, verilen cevap net ve kesindir: “Sen kötülükleri önlemek üzere Allah’ın koymuş olduğu cezalardan bir cezanın affı hakkında mı Benimle konuşuyorsun? Sizden önceki insanları helâk eden, ancak onların içlerinden şerefli ve soylu biri hırsızlık ettiği zaman onu cezasız bırakmaları, içlerinden fakir ve zayıf biri hırsızlık edince de onun hakkında ceza uygulamaları idi. Vallahi, hırsızlığı sabit olan Mahzum kabilesinden Fatıma değil, kızım Fatıma bile olsa, ayrım yapmaz ve cezasını verirdim!” (M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, VI/477-478)

Hülefa-i Râşidîn döneminden bir örnek

İslâm tarihinde adaletin sembollerinden biri hâline gelen Kadı Şüreyh, Hazreti Ali’nin bizzat açtığı bir dâvâda şahit olarak oğlu Hasan’ı göstermesini kabul etmemiş, bir kişiye kefil olan oğlu Abdullah’ı o kişinin kaçması üzerine hapsederek hapishaneye kendisi yemek taşımış, hapsettiği bir suçlunun serbest bırakılması için haber gönderen valinin talebini geri çevirmiştir. (Şükrü Özen; Kādî Şüreyh, TDV İslâm Ansiklopedisi, cilt: 24; sayfa: 119-120)

Osmanlı’dan bir örnek

Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un Fethi’nden sonra “Khristodoulos” isimli Hıristiyan bir mimara Ayasofya’dan kubbesi daha büyük bir cami yaptırmasını istediği hâlde böyle yapmadığı için “mermer sütunları kesen ellerin kesilmesi” emrini verir. Eli kesilen Hıristiyan mimar, Kadı Hızır Bey’e gidip Fatih’i dâvâ eder. Kadı Hızır Bey de Fatih’i herhangi bir insanı çağırır gibi, “Murad oğlu Mehmed, şu saatte mahkemeye gel!” diyerek duruşmaya çağırır. Duruşma esnasında dâvâcı ile ayakta beklemesini emreder. Kadı Hızır Bey, muhakeme neticesinde Fatih’i suçlu, Hıristiyan mimarı mazlum bulur. Kısas âyetini okur ve Fatih’in kolunun aynı şekilde kesilmesine karar verir. Hıristiyan mimar, bu muhteşem adalet sahnesi karşısında hakkından vazgeçer ve diyet ödenmesini kabul eder. “Dünyada böyle bir adaletin eşi yoktur. Ben bu andan itibaren Müslümanım!” diyerek Kelime-i Şahâdet getirir ve “Mimar Atik Sinan” adını alır.

İslâm’ın öngördüğü adalet anlayışı, çölde herkesten uzak yaşayan yaşlı bir kadının, devletin başındaki halîfeye, “Benden haberin olmayacaksa ne diye devletin başına geçtin?” diye soru sorabilme yetkisini verir. “Kuvvetliler zayıfları ezmesin” diye devletin kapısı insanlara her zaman açık olmak zorundadır. Hükümdar ve dâvâlı olduğu kişi hâkim huzurunda yan yana, ayakta bekler ve verilen hükme razı olur.

İşte adalet ve işte uygulaması bu şekildedir! Şurası da unutulmamalıdır ki, eğer Müslüman devletlerde adaletsiz uygulamalar var ise, bu İslâm’dan değil, onu uygulamayan idarecilerden kaynaklanmaktadır.

Son söz yerine

Meşhur söz, “Hukuk herkese lâzımdır”. Âdil bir hukuk sisteminin tesisi herkes için elzemdir. Kanunlar, adalet ölçüsü ile çıkmalıdır. Adalet tesis edilmezse, bunun adı “zulüm”dür. “Zulm ile âbâd olanın âhiri berbâd olur” sözü unutulmamalıdır. Hukuk ve adalet sistemi, siyâsî ve ideolojik bir arena değildir. Hukukun cübbesi ile siyaset yapılamaz; tıpkı üniforma ile siyaset yapılamayacağı gibi… Ülkemizde siyaset yapmak isteyenlere siyâsî partilerin kapıları zaten açıktır.

Ülkenin önünü açacak, adaleti tesis edecek, her rengi her çizgisiyle kadim medeniyetimizin adalet ve hukuk anlayışını taşıyan, farklı kesimlerin kendilerini güvende hissedebilecekleri, sorun üretmeyen ve aksine sorun çözen bir hukuk sistemi geliştirmek zorundayız. Yoksa iki asırdır yaşadığımız travmaların, anormalliklerin önünü alamayız.

Yazımızı Cuma günleri hutbe sonunda okunan âyet meâliyle bitiriyorum: “Şüphesiz Allah adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.“ (Nahl, 90)