
Giriş
HAK, hukuk ve adalet kavramları, sadece
hukukçuları değil, hayatımızın her safhasında hepimizi meşgul eden
kavramlardandır. O kadar ki, gazete ve televizyonlarda bu kavramlar hakkında
tartışmaların, konuşmaların olmadığı tek bir gün bile yoktur.
Devletlerin,
imparatorlukların ve onları idare eden hükümdarların, devlet adamalarının
hayatları incelendiğinde de karşımıza hep bu kavramlar çıkar. “Zalim adam”, “hukuk
devleti”, “adil idareci” gibi… Hatta İslâm tarihinde Râşid Halîfelerden biri
olan Hazreti Ömer’e “Ömerü’l-Âdil” yani “Adaletli Ömer” denilmesi ve adaletin
temsilcisi olarak anılması boşuna değildir.
Kavramlar
Arapça kökenli
olup “haklar” anlamına gelen “hukuk”, bireylerin birbirleriyle, toplumla ve
devletle ilişkilerini düzenlemek için devlet tarafından konulan ve kamu gücüyle
desteklenen kaide, hak ve kanunların bütünüdür. Hak ise “doğru, gerçek, uygun”
anlamına gelir. Hukuk, “kamu gücü ile sağlanan nizâm” demektir.
Hayatın bütün iş
ve verim sahalarında, bir toplumdaki fertlerin birbiriyle ve kamuyla olan
ilişkilerini düzenleyen hukuk kuralları silsilesine “hukuk sistemi” denir. Aynı
zamanda bir ilim dalı olan hukukun tespit ettiği biçim, öncelikler ve ilkeler
doğrultusunda ortaya çıkan hukuk sistemleri, Roma Hukuk Sistemi, Anglo-Sakson
Hukuk Sistemi, İslâm Hukuku ve Sosyalist Hukuk Sistemi şeklinde açıklanabilir.
Yusuf Kaplan’a
göre hukuk sistemi, bir toplumun değerleri, anlam haritaları ve yaşanan sosyal
gerçeklikler üzerine inşâ edilir. Hukuk sistemi, bir toplumun dünya görüşünün,
medeniyet birikiminin yansımasıdır.
Bugün yeryüzünde
yaygın bir yönetim şekli olan demokrasinin temel istinatgâhı, hukuka
bağlılıktır. Bundan dolayı hukuka bağlı yönetimler için “hukuk devleti” tabiri
kullanılmaktadır. Hukuk sisteminin varlık nedeni, toplumda yaşayan insanların
bireysel hak ve özgürlüklerini korumaktır. Gerçek mânâda bir hukuk devleti,
hukukun üstünlüğüne inanır ve bireylerin kanunlar önünde “eşit” olmasını
sağlar.
“Kanun” veya moda
tabirle “yasa” ise, devletin yasama gücü tarafından herkesçe uyulmak için
konulan her türlü hukuk kuralıdır. Kanunlar, tüzükler, yönetmelikler birer
hukuk kuralıdırlar ve yürürlükte olan hukuk kurallarının tümüne de “mevzuat”
denir.
“Suç” ise, kanunların
belirlediği kuralların ihlâl edilmesidir. Ancak “suç” kavramı, sadece kanunlar
açısından değerlendirilmemelidir. Zira toplumun yazılı olmayan örfünde ve
taşıdığı inançlarında işlenmemesi gereken fiiller de bir nevi suç olarak kabul
edilir ve kendince bir cezayı gerektirir.
Devlet, hukuk
kaidelerini koyarken, toplumun ahlâkî kaidelerine, inançlarına, örf ve töresine
uymaya mecburdur. Ahlâksız, inançsız bir cemiyette hukuk, kuru bir sözden
ibarettir. Zira ahlâkî görüşlere aykırı kaideleri ihtivâ eden kanunlar
konulursa, bunlar devlet müeyyidesine mâlik olsalar bile, içtimâî vicdanın
müeyyidesinden mahrum ve bu itibarla çabuk ortadan kalkmaya mahkûmdurlar!
(Salih Mirzabeyoğlu, Hukuk Edebiyatı, İbda Yayınları)
Seyyid Ahmed Arvasî, “Hukuk ve Sosyal Normlar” isimli yazısında, “Sosyal normların ihlâli cemiyete göre suç iken, yazılı hukukun koyduğu fermanların ihlâli de kanun nezdinde suçtur” der. Üstat Arvasî, aynı yazısında şunları da kaydeder: “Oysa cemiyeti ayakta tutan normlar, bunlardan ibaret değildir. Kanunun suç saymadığı, fakat cemiyetin ayakta durması için uymak zorunda olduğumuz başka normlar da vardır. Dinin ‘helâl-haram’, ahlâkın ‘iyi-kötü’, estetiğin ‘güzel-çirkin’, ilmin ‘doğru-yanlış’ tarzında fertleri ve cemiyeti murakabe etmekte olduğunu görüyoruz. Esasen sağlıklı bir cemiyette ‘millî hukuk’ sistemi, yukarıda saydığımız diğer millî sosyal normlarla çatışmaz, bilâkis bunlarla işbirliği hâlindedir.” (S. Ahmed Arvasî, Türk İslâm Ülküsü, c.1, sh: 230, Bilgeoğuz Yayınları)
Âdil bir hukuk sisteminin tesisi herkes için elzemdir. Kanunlar, adalet ölçüsü ile çıkmalıdır. Adalet tesis edilmezse, bunun adı “zulüm”dür.
Bu zaviyeden
bakıldığında dinî inançlar, Yaratıcı tarafından konulan ibadet ve bireylerin birbirleri
ve toplum ile olan ilişkililerini düzenleyen, uyulması bir vecîbe ve manevî
yaptırımı olan değişmez kurallardır. Ahlâk kuralları ise insanın kendine ve
başkalarına karşı sorumluluklarını içerir. Örf ve âdetler de toplumda uyulması
gereken kurallardır. Her ikisinin de kınama, ayıplanma, dışlama gibi manevî
yaptırımları vardır. Yine burada Arvasî Hoca, “Bir cemiyetin intizam ve huzur içinde yaşamasında, gerçek mânâsı ile ‘hukukun’
büyük yeri vardır. Bununla beraber dinin, ahlâkın, estetik ve ilmin fonksiyonel
olmadığı cemiyetlerde ‘hukuk’ başarısız kalır. Millî vicdanın desteklemediği ve
koruyuculuğunu yapmadığı ‘bir hukuk sistemi’, teoride ne kadar mükemmel olursa
olsun, pratikte verimli olamaz” diyerek millî bir hukuk sisteminin temel
özelliklerine dikkat çekmektedir. (S. Ahmed Arvasî, Türk İslâm Ülküsü, c.1, sh:
230, Bilgeoğuz Yayınları)
Arvasî, “Cemiyetin
bütün sosyal ve kültürel normları arasında ahenk, işbirliği ve paralellik
sağlanmadıkça cemiyette nizam teessüs etmez” der. O zaman hukuk bir nizâm ise,
bu nizâmın sağlanması için oluşturulacak hukuk sisteminin de toplumun tüm değer
yargılarını dikkate alması icap eder.
Hukukun temel
hedefi, toplumda adaleti tesis etmektir. Adalet, yaşanılabilir bir dünya için
hava ve su gibi olmazsa olmaz temel şarttır. Arvasî’ye göre hukuk, “tespit ettiği ‘yazılı normlar’ ile
insanı murakabe ve cemiyeti ‘disipline’ eder; ‘haklıyı-haksızı’ ayırır; koyduğu
‘yasalar’ ile hak ve sorumluluklarımızı belirtir; ayrıca kendi varlığını fiilen
ortaya koymak üzere ‘müeyyideler’ getirmek ve bu müeyyidelerin gücünü gösteren
‘teşkilâtı’ kurmak zorundadır”. Buna
ilâve olarak şöyle der: “Hukuk, normları
itibarı ile ‘millî vicdanı’ doyurucu olmak, cemiyette ‘adalet duygusuna’ cevap
vermek kadar, sür'atli ve kuvvetli olmak mecburiyetindedir. Bu sebepten ‘Kuvvetsiz
adalet âciz, adaletsiz kuvvet zâlimdir’ diyenlere
hak vermemek mümkün değildir.” (S. Ahmed Arvasî, Türk İslâm Ülküsü, c.1,
sh: 230, Bilgeoğuz Yayınları)
Çağımızda “hukuk devleti”
kavramının karşısında üretilen bir kavram da “polis devleti” tabiridir. “Polisi
olmayan devlet mi olur?” diyebilirsiniz. Buradaki polis veya kolluk gücü, bilinen
vazife ve salahiyeti dışında hiçbir hukuk kuralına bağlı olmayan, sadece egemen
güçlerin emrinde, insanların temel hak ve hürriyetlerini rafa kaldıran baskıcı
anlayışı temsil etmektedir.
Adalet
Buraya kadar
açıklamaya çalıştığımız temel hukuk terimlerinden de anladığımız gibi, “hukuk”
demek, tam anlamıyla “adalet” demek değildir. Hatta adalet denilince direkt
olarak hukuk sistemini anlamak, adalete yapılan en büyük adaletsizliktir.
Peki, adalet nedir
o zaman?
Sorumuzun cevabını
büyük mütefekkir Necip Fazıl’dan alalım: “Adâlet,
hakkı ‘mâvuzua lehine’, lâyık olduğu yere koymaktır. Bir şeye hakkını vermek,
onu dengi olan karşılığa kavuşturma, gereğine erdirmek. Bir şeyi o şey ister
bir mânâ, ister bir madde olsun, uygun olduğu hak makâmına oturtmak, nispet
belirttiği ölçü plânına çıkarmak, muhtaç olduğu kıymet vahidine ulaştırmak...
Adâlet budur.” (NFK; İdeolocya Örgüsü, sh:127)
Bu tariften yola
çıkarak şöyle bir çıkarımda bulunabiliriz: Adalet, herkese hak ettiği şekilde
dengeli ve ölçülü davranmak, bir konuda hüküm verirken doğru hüküm vererek
herkese hakkını vermektir. Hak ettiğinden azını vermek nasıl bir adaletsizlik
ise, hakkından fazlasını vermek de adaletsizliktir. Büyük İslâm âlimi Zemahşeri
tam da bu hususa binaen, “Sevgide dengesizlik, ölçüsüzlük adaletsizliktir” der.
Bir diğer mütefekkirimiz Nureddin Topçu ise, “Hakikî adalet, ruhî cevher olan
merhametin cemiyet içerisinde eşitlikle yapılan tatbikatıdır” diyor.
Adaletin zıddı ise zulüm ve haksızlıktır. Devletler adaletle yönetildiği zamanlarda en ihtişamlı zamanlarını yaşamışlar, ama ne zaman adalet rafa kalkıp zulüm başlamışsa çökmeye mahkûm olmuşlardır. Bu meyanda Sezai Karakoç, “Devleti adalet, adaleti ahlâk ayakta tutar” demektedir.
Hukuk, bir
kurallar manzumesi yani bir nizâm ise, adalet de onun tam anlamıyla
işlemesidir. Tabiî burada şu unutulmamalıdır: Adalet; hukuk kurallarının
konulması esnasında da varlığını hissettirerek kuralların bir zümreyi
ayrıcalıklı kılmasını, korumasını veya tersine bir zümreyi mağdur etmesine
engel olur. Bu hâliyle toplumda bir denge kurar. Adaletin bu işlevini yine Üstat
Necip Fazıl’dan dinleyelim: “Hakikatin
yerini bulmasından ve bir cisimle onun kumdaki yatağı arasındaki intibakı
kazanmasından ibaret olan adâlet, zât ve tecelli, keyfiyet ve takdir, iş ve
karşılık olarak iki kefeli bir terazi hâlinde, iki cepheli bir oluş ve muvazene
arz eder ve içimizle dışımızı denkleştirişi ruhî ve maddî, ferdî ve içtimaî
bütün kıymet hükümlerini kuşatır.” (NFK; İdeolocya Örgüsü, sh:128)
İşte buraya kadar
anlatmak istediğimizin özü şudur: “Hukukun amacı, adaleti sağlamaktır.”
Sezai Karakoç,
“Adalet öyle bir prizmadır ki, berraklık veya bulanık derecesine göre
ışıklarımızı, insanların üzerine tatlı bir yağmur gibi inen bir eleğimsağmaya
da, karanlık bir kış gecesinin siyah kefenine de çevirebilir” der. Yine Karakoç,
“Anayasa” başlıklı bir yazısında, “Her
milletin ruhunda gizli bir anayasa vardır. Yazılı anayasalar, millet ruhundaki
bu anayasaya yaklaştıkça başarılı, ondan uzaklaştıkça başarısızdırlar. Milletin
ruhuna yabancı anayasalar önünde sonunda değişmeye mahkûmdurlar; onu halk
değiştiremezse zaman değiştirir” tespitinde bulunur. (Sütun II, Sh:496)
İşte milletlerin
ruhunda gizli bulunan bu anayasa, o toplumun örf, ahlâk ve inançları ile
şekillenmiş adalet anlayışıdır!
Adalet, toplumdaki
fertleri birbirine ve toplumu devlete bağlayan en güçlü bağdır. Aksi durumda
çözülme ve dağılma başlar. Mevcut hukuk sistemi tek başına bu dağılmayı
önleyemez; toplumda kargaşa, anarşi, rüşvet, irtikâp ve cinayetler alır başını
gider. Bu yüzden “Adalet mülkün temelidir” denilmiştir. Adalet, devlet çadırını
ayakta tutan temel direktir. Kanunlar ise o çadırın eteklerini yere sabitleyen
kazıklar hükmündedir. Adalet gidince çadır çöker.
“Adaletin zıddı
zulümdür” demiştik. Zulüm ortaya çıkaran sebeplerin başında daha çok güç elde
etme ihtirası yatar. Daha güçlü olmak isteyen hükümdar veya hâkim zihniyet,
daha zengin olmak isteyen para babaları, yönetenler üzerinde söz sahibi olmak
isteyen medya, konumlarını muhafaza derdine düşen aristokratlar gelir. Bu
bileşenlerin etkisiyle ve onların çıkarlarını korumak adına çıkarılan kanunlar,
adaleti ortadan kaldırdığı için hukuk sistemini de felç eder. Bu durumda
adaleti gözetmeyen kanunlar birer zulüm aracına dönüşür. Zira hukuk, güçlü
olanın elinde ve onun istediği şekilde icra edilince, insanları hizaya sokmaya
yarayan bir tedip aracı oluverir. İşte tam burada başka bir kavram karşımıza
çıkar: “Üstünlerin ya da egemenlerin hukuku”…
İslâm ve adalet
İslâm’ın adalet
anlayışı en berrak sudan daha berrak, en keskin kılıçtan daha keskin, güneşten
daha aydınlık, merhametin en zirvesi şeklinde bizlere vazolunmuştur.
Tefsirlerde adalet
nasıl açıklanmış, bir göz atalım…
Diyanet Tefsiri’nde,
“Adalet, ‘Doğru hareket etmek, hakka ve hakikate göre hüküm vermek, eşit olmak,
eşit kılmak’ gibi mânâlara gelen bir isim olup, ahlâk ve hukuk terimi olarak, ‘bireysel
ve sosyal yapıda dirlik ve düzenliği, hakkaniyet ve eşitlik esaslarına uygun
şekilde davranmayı sağlayan bir erdem veya hukuk ilkesi’ anlamında kullanılır” şeklindeki
ifade yer alıyor. (Diyanet Kur’an Yolu Tefsiri, Nahl: 90)
Elmalılı Tefsiri’nde
ise şöyle bir yorum var: “Adalet; insaf, haklılık ve doğruluk mânâlarını
kapsayan bir denkleştirmedir ki, terazinin dili gibi aşırılık ve ihmalkârlık
arasında bir birleştirme noktası ve istikamet olarak iki tarafında denklik
denilen bir denkleşme mânâsına gelir. Ve bundan dolayı adalete ve adalet
düsturlarına ‘mizan’ da denilir. Çünkü ‘Ve onlarla beraber Kitabı ve adalet
ölçüsünü indirdik ki insanlar adaleti yerine getirsinler’ (Hadid, 57/25)
buyurulmuştur. Yani adalet, kâinatın nizâmıdır.” (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak
Dini Kur’an Dili, Nahl: 90)
“Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah işitir ve görür.” (Nisa, 58)
İşte İslâm’ın
gayet berrak, net ve açık emri budur! “Haksızlık yapmayacaksınız ve adalet ile
muamele edeceksiniz” şeklindeki emir, devleti idare eden kişilere verilmiş bir
emirdir. Bu kişi bir kral, bir sultan, bir devlet başkanı, vali veya devletin
bu işleri yapması için görevlendirdiği herhangi bir kamu görevlisi olabilir. İslâmî
açıdan konuya bakıldığında, yine Üstadın tespitiyle, “İslâm’da çerçevesi,
sistemi, şekli kesin çizgilerle belirtilmiş bir idare şekli yoktur ama bir
idare ruhu vardır”! İslâm, hakkın hâkimiyetini esas alır ki bu da aynıyla
adaletin tesisidir ve adaleti tesis etmek de insana yüklenmiş en önemli bir
vazifedir. Üstat, bu konudaki görüşlerini de şu şekilde açıklamıştır:
“İslâm’da idare şekli
yok, idare ruhu vardır ve ulvî ve münezzeh İslâmiyet’i, saltanat, cumhuriyet
vesaire gibi toprak seviyesinde kalan basit ve iptidaî şekil ve kadro
tercihlerine karşı herhangi bir alâkası mevcut değildir. O, Hakk’a esir bir
fert hükümranlığını, başıboşluğa mahkûm bir hürriyet idaresinden üstün tutar;
fakat en seçkin cemiyet temsilcilerinin meşveret idaresini hepsinden üstün
görür.” (NFK; İdeolocya Örgüsü, sh:120)
İslâm adaletinde
herkes kanunlar önünde eşit muameleye tâbi tutulur. Kural budur! İşte bu konuda
rehberimiz Kur’ân’dan bir hüküm: “Ey inananlar!
Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhlerine de olsa, Allah için şahit
olarak adaleti gözetin; ister zengin, ister fakir olsun, Allah onlara daha
yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer eğriltir veya yüz çevirirseniz
bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır.” (Nisâ, 135)
Prof. Dr. Seyyid Kutup,
Nahl Sûresi’nin 90’ıncı âyetini tefsirinde şu güzel tespitlerde bulunarak İslâm’ın
adalet anlayışının genel çerçevesini çizmiştir: “Kur'ân ‘adalet’ ilkesini getirmişti. Bu ilke, her birey, her toplum ve
her ulus için insanlar arası ilişkilerin dayanacağı, değişmez ve sağlam bir
kulpu garanti altına almıştı. Bu ilke insanın arzu ve isteklerine göre şekil
alamaz, sevgi ve nefret gibi kişisel kaprislerden etkilenemez. Akrabalık ve
hısımlık bağlarına, zenginlik ve fakirliğe, güçlü ve zayıfa göre farklılık
gösterip değişemez. Kendi yolunda ilerler. Herkesi aynı kriterle değerlendirir,
herkes için aynı teraziyi kullanır.” (Seyyid Kutup, Fi Zilâli’l-Kur’an)
Peki, uygulama
nasıl olmuş? Aynen emredildiği gibi harfi harfine!
Asr-ı
Saadet’ten bir örnek
Peygamberimiz
döneminde, Mahzumoğulları kabilesine mensup soylu bir kadın hırsızlık yapar ve
suçu sabit olduğu için elinin kesilmesine hüküm verilir. Kadının elinin
kesilmemesi için Peygamberimizin çok sevdiği, oğlu gibi gördüğü Zeyd b.
Sabit’in oğlu Üsame’yi aracı koyarlar. Hazreti Üsame durumu Peygamberimize arz
edince, verilen cevap net ve kesindir: “Sen kötülükleri önlemek üzere Allah’ın
koymuş olduğu cezalardan bir cezanın affı hakkında mı Benimle konuşuyorsun?
Sizden önceki insanları helâk eden, ancak onların içlerinden şerefli ve soylu
biri hırsızlık ettiği zaman onu cezasız bırakmaları, içlerinden fakir ve zayıf
biri hırsızlık edince de onun hakkında ceza uygulamaları idi. Vallahi,
hırsızlığı sabit olan Mahzum kabilesinden Fatıma değil, kızım Fatıma bile olsa,
ayrım yapmaz ve cezasını verirdim!” (M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, VI/477-478)
Hülefa-i
Râşidîn döneminden bir örnek
İslâm tarihinde
adaletin sembollerinden biri hâline gelen Kadı Şüreyh, Hazreti Ali’nin bizzat
açtığı bir dâvâda şahit olarak oğlu Hasan’ı göstermesini kabul etmemiş, bir
kişiye kefil olan oğlu Abdullah’ı o kişinin kaçması üzerine hapsederek
hapishaneye kendisi yemek taşımış, hapsettiği bir suçlunun serbest bırakılması
için haber gönderen valinin talebini geri çevirmiştir. (Şükrü Özen; Kādî
Şüreyh, TDV İslâm Ansiklopedisi, cilt: 24; sayfa: 119-120)
Osmanlı’dan
bir örnek
Fatih Sultan
Mehmed Han, İstanbul’un Fethi’nden sonra “Khristodoulos” isimli Hıristiyan bir
mimara Ayasofya’dan kubbesi daha büyük bir cami yaptırmasını istediği hâlde
böyle yapmadığı için “mermer sütunları kesen ellerin kesilmesi” emrini verir. Eli
kesilen Hıristiyan mimar, Kadı Hızır Bey’e gidip Fatih’i dâvâ eder. Kadı Hızır
Bey de Fatih’i herhangi bir insanı çağırır gibi, “Murad oğlu Mehmed, şu saatte
mahkemeye gel!” diyerek duruşmaya çağırır. Duruşma esnasında dâvâcı ile ayakta
beklemesini emreder. Kadı Hızır Bey, muhakeme neticesinde Fatih’i suçlu, Hıristiyan
mimarı mazlum bulur. Kısas âyetini okur ve Fatih’in kolunun aynı şekilde
kesilmesine karar verir. Hıristiyan mimar, bu muhteşem adalet sahnesi
karşısında hakkından vazgeçer ve diyet ödenmesini kabul eder. “Dünyada böyle
bir adaletin eşi yoktur. Ben bu andan itibaren Müslümanım!” diyerek Kelime-i Şahâdet
getirir ve “Mimar Atik Sinan” adını alır.
İslâm’ın öngördüğü
adalet anlayışı, çölde herkesten uzak yaşayan yaşlı bir kadının, devletin
başındaki halîfeye, “Benden haberin olmayacaksa ne diye devletin başına
geçtin?” diye soru sorabilme yetkisini verir. “Kuvvetliler zayıfları ezmesin”
diye devletin kapısı insanlara her zaman açık olmak zorundadır. Hükümdar ve
dâvâlı olduğu kişi hâkim huzurunda yan yana, ayakta bekler ve verilen hükme
razı olur.
İşte adalet ve
işte uygulaması bu şekildedir! Şurası da unutulmamalıdır ki, eğer Müslüman
devletlerde adaletsiz uygulamalar var ise, bu İslâm’dan değil, onu uygulamayan
idarecilerden kaynaklanmaktadır.
Son söz yerine
Meşhur söz, “Hukuk
herkese lâzımdır”. Âdil bir hukuk sisteminin tesisi herkes için elzemdir.
Kanunlar, adalet ölçüsü ile çıkmalıdır. Adalet tesis edilmezse, bunun adı “zulüm”dür.
“Zulm ile âbâd olanın âhiri berbâd olur” sözü unutulmamalıdır. Hukuk ve adalet
sistemi, siyâsî ve ideolojik bir arena değildir. Hukukun cübbesi ile siyaset
yapılamaz; tıpkı üniforma ile siyaset yapılamayacağı gibi… Ülkemizde siyaset
yapmak isteyenlere siyâsî partilerin kapıları zaten açıktır.
Ülkenin önünü
açacak, adaleti tesis edecek, her rengi her çizgisiyle kadim medeniyetimizin
adalet ve hukuk anlayışını taşıyan, farklı kesimlerin kendilerini güvende hissedebilecekleri,
sorun üretmeyen ve aksine sorun çözen bir hukuk sistemi geliştirmek zorundayız.
Yoksa iki asırdır yaşadığımız travmaların, anormalliklerin önünü alamayız.
Yazımızı Cuma günleri hutbe sonunda okunan âyet meâliyle bitiriyorum: “Şüphesiz Allah adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.“ (Nahl, 90)