Hüdhüd ve pencerem

Daracık penceremden gördüğüm sonsuz bir dünyam, bu dünyanın gökkuşağı olan Hüdhüd’ün muhabbeti ve bir de ona duyduğum ama hiç eksilmeyen sevdam var. Sahi, siz hiç karanlıkta gökkuşağı izlediniz mi?

“KARA gözlüm efkârlanma, gül gayri/ İbibikler öter ötmez ordayım…”

Kuzey kutbuyla Güney kutbu arasında süren yarış artık ilgilendirmiyor beni. Çoktandır beyin duvarlarımda kendi eksenim etrafında dönerek takvim de eskitmiyorum. Zaman, en çok sahip olduğum, ancak bir o kadar da sahiplenememekten korktuğum yegâne sermayemdir hep. Dünyam, bazen herkesin dünyası kadar geniş değilken, bazen de uzayın dolduramayacağı boyutlara sahip olmakta. Ben hem o küçük odayı bilirim, hem de o geniş âlemi; onlar da beni. Bazen o beni saklar, bazen de ben onu. Bir de, benimle birlikte bu garip mahkûmiyeti paylaşan muhabbet kuşum Hüdhüd’ü... 

Sizin bir Hüdhüd’ünüz var mı? Onunla sabah akşam konuşuyor musunuz? Zamanın onunla başlayıp onunla bittiğini, vaktin onunla bereketlendiği hissini yaşadınız mı? Ben, ürkütmekten korkarak, incitmeden korkarak, sevgisizlikten korkarak, anlayışsızlıktan korkarak her sabah pencereme konan Hüdhüd ile uzun uzun muhabbet ederim. O, bana uzağı yakın eder ve yine onunla uzak yerlere içimdeki hasreti taşırım. Onun adı ve namı Hüdhüd ya, her bir anının başucuna uçar ve konar, inci mercandan çok daha kıymetli katreler bırakır gölgelerin üzerine. Aslında bilirim uzak yerlere gidecek çok mecali olmadığını ama işte talip oluyor böylesi zor, çok zor görevlere. “Ben daima giderim” diyor ve buğulu gözlerini kapatırken ekliyor: “Uçmak benim işim!” 

O, içimdeki sevgiyi taşıyor sahil kasabasına, esen kayalara, kutsal şehre, kaldırımlara… 

Artık hayâlî kuşların pencereme konmasına gerek kalmadı. Gerçeğin hayâle galip gelmesini yaşamak mucizevî türden bir mutluluk bu küçük dünyada ve sonsuz âlemde. Hüdhüd ile vakitli vakitsiz her konuda muhabbet edip dertleşmekteyiz zaman ve sözcük kısıtlaması olmadan. Çok geç olsa da tanışmamız, anladık ki yüreklerimiz çok yakın kaderleri paylaşmakta. Onun öyle bir mahzun sesi var ki akşamın kızıllığı mahcubiyet duymakta. Boyun kıvırışı, gözlerini kaçırışı ve merhamet dolu kocaman yüreği ile her soluğunun tınısında anlayışını görmekte ve hissetmekteyim daima. Onun seslenişi en güzel şarkıdan daha içsel ve daha sade.

Benim hiç çiçeğim olmamıştı; ne begonyam, ne sardunyam, ne de menekşem… Her seher pencereme Hüdhüd taşıdı bildiğim ve bilmediğim tüm çiçekleri. Neredeyse tüm çiçekler hakkında kısmen de olsa bilgi sahibi oldum onun sayesinde. Meselâ bir begonyam var, yeşil yaprakları arasında pembe çiçekler açmakta. Birçok renkte açan menekşeler ve kokusunda mest olduğum fesleğenler… 

Bazen Hüdhüd uçup gidince ya da geç kalınca, ona anlatamadığım bir konuyu pencereme sıraladığı birbirinden güzel çiçeklere anlatıp dururum. Bazen pembe pembe gülümserler, bazen sarı, bazen mor ve bazen de kırmızı. Hiç eksik kalır mı mavi, lacivert ve yeşilin tüm tonları. Bu muhabbetler esnasında bazen kızıl kızıl hüzünlendiğim olur, o vakit hepsi üzülür bir anda. Onlardaki de nasıl bir vefa? Ben de kendimi şair sanacağım az daha… 

Belki de dayanamıyorlar benim Hüdhüd’den dahi sakladığım acı hikâyelerime ve sevmek fiili üzerine anlattıklarıma. Bazen hiç akıl edemiyorum; ha Hüdhüd, ha onun getirdiği çiçekler, ne olacak işte, her zamanki ben! Bu tür geç kalışlarda onlar da benim gibi mahzunlaşıp sararmaktalar. Buna rağmen penceremde her bir saksıdaki her bir çiçek hiçbir sabaha kurumuş ve de buruşmuş çıksınlar istemem asla. Çiçekler pencerelerinizde kuruyorsa vefasızlık kimdedir; sizde mi, kuşlarınızda mı, yoksa geç tecelli eden kaderinizde mi? 

Sabahın ilk ışıkları bahardan güze kadar güneşi taşır pencereme ve ben, daralmayan ufukları izlerim her mevsim yeşilin her tonuyla. Akşam olup vakit geceye evirildiğinde, gözlerimi kuzeybatının ufku hapseder ve sokakları örten gecenin koyu karanlığına karışan karşı evlerin ruhsuz duvarlarını seyrederim uzun uzun. O vakitte balkon demirleri Hüdhüd’ün yeri olur.  Bazen yalnız olduğum hissine kapılırım komşuların bahçesindeki meyve ağaçları gibi. O anlar bütün âlem aynı noktada donar kalır. Rüzgârlar esmiyorsa, Hüdhüd uçup gitmiş ise, sadece silik bir tablodur seyrettiğim. Siz de zaman zaman düşündünüz mü “Renklerin değişmemesi için mevsimlerin merhametine sığınmış olmak ne acı” diye? Ve küçük bir pencereden büyük bir âlemi, büyük bir âlemden küçük bir dünyayı yaşamak... 

Gece iyice ilerler, ay kaybolur ve yıldızlar titremekten yorulduğunda Hüdhüd kendi mekânında uykuya çekilir. Tam o an, yelkovan akrebin üzerinde donar ve bir duvardaki yalnızlığın anlaşılan sızıları dolaşır gönlümün sevgi damarlarında. Sabahın ilk ışıklarıyla penceremde yankılanan küçük kahkahalar ve sevda dolu şarkılar, yerlerini anlamı bilinen derin hüzünlere terk eder. Sanki sokaklardan çekilen ayak sesleri kaldırımlar üzerindeki sıcaklığı bile yanında alıp götürmüştür çoktan. Yine geriye hoş bir tebessüm kalır; pervazlar ile balkon demirleri üzerine sinen mutlu dokunuşlar ve duvarlar arasında yansıyıp duran rüyalar gibi… İyi ki duvarlar arasında büyüyen çatlaklar yok! Yoksa kaybolurdu sevgi dolu tüm tebessümler.

Gönül dağınızda sular kurumaya başlamış, hüküm rüzgârın eline geçmişken, siz dalınıza konan bir kuşla hiç konuştunuz mu? Hayat, tunçtan dağlar gibi omuzlarınıza çöktüğünde, yalnızlığın girdabında boğulmamak için debelenirken, beklediğiniz ve içinizde büyüttüğünüz o kuşun kanatlarına en içli sevda şiirlerinizi korkmadan iliştirdiniz mi? Hayâllerinizi ve umutlarınızı, gözyaşlarınıza katıp sevda mürekkebi yaparak yoksunluğun can çekiştiren acılarına inat, olgun bir sevdanın şerefine ciltler dolusu güfteleri rüzgârlara bestelettiniz mi? Ya da aşkın şarabını yoksunluk kupasına doldurarak “Şerefe!” dediniz mi? 

Yıldızların bile göz kırpmaktan çekindiği kış gecelerinde, avuçlarınızda geçmiş yıllardan kalma dost bir sıcaklıkta ruhunuzu ısıttınız mı? Ya da hiç yüreğinizde ağır bir sevda taşıdınız mı? 

Sevginizi kuşunuza anlattınız mı?

Yağmurlar ıslatır ellerimi, şakaklarımı ve camlarını penceremin. Bir eski şarkıda can bulur umutlarım. Eğrigöz dağına baktığım o uzun gece ve o gecedeki umutlarım artık can bulmuştur Hüdhüd’ün gözbebeklerinde. Geçmişin yoksunluk dolu hatıraları ıslanır günler boyu. Ben yağmuru hep pencerenin gerisinden seyrederdim ama şimdi kanatlarının altında olduğum bir kuş var. Artık ıslanmanın güzelliğinin de farkındayım. Bundandır, içimde kaldırımların ıslaklığında yansıyan ay ışıltısı gülümser. Bir sokak lâmbasının altındaki sarhoş narasını dinlemekten çekinmiyorum artık. Bir sokak müzisyeniyle dost olmak, bir yoksulun akşam yemeğine bir lokma olmak istiyorum. Yurtları ellerinden zorla alınmış mülteci çocukların yamalı muşamba çadırlarında kandil olmayı da... Boşluktan kurtulan ellerimin devşirdiği tüm gelincikleri sevdadan belleri bükülmüş ihtiyarlara ikram etmek, anlamını kaybetmiş yaşam savaşlarında atılan tüm sloganları en sıcak sözcüklerle yakalamak istiyorum. Yakalayayım ki, sevgi dolu yürekler yoksunluğu tatmasın. Pekâlâ, siz hiç içinizde yıllarca bir umut taşıyıp ona inandınız mı? 

Ben zamanı çoktan yitirmiştim ama asla umudu değil. Artık geçmiş zamanda kaybettiklerime ağlamıyorum, çünkü gelecek günlere ulaşacak sevgi yoğunluklu nice özgün hayâllerim var. Belki de zamansız bir hayatın en ortalık yerindeyim, belki en görünür hâlindeyim ama Hüdhüd’ün gözkapaklarında saklıyım. Artık gözlerimde şekillere mânâ veren, her gece pencereme inen bir ışık kümesi, dizlerimde dağları taşıyacak güç, dilimde en zor bestenin en güzel şarkısı ve parmaklarımda bitmeyecek kurşundan kalemleri taşıyacak bir potansiyel mevcut. Daracık penceremden gördüğüm sonsuz bir dünyam, bu dünyanın gökkuşağı olan Hüdhüd’ün muhabbeti ve bir de ona duyduğum ama hiç eksilmeyen sevdam var. Sahi, siz hiç karanlıkta gökkuşağı izlediniz mi?

Hayat yolunuzdaki dikenlerin ayaklarınızı acıttığı, bütün umutlarınıza olan inancınıza rağmen yoksunluğun ruhunuzdaki güzellikleri dondurmaya başladığında yine içinizde filizlenen sevda umuduna sığındınız mı? Siz hiç içinizdeki fırtınalara karşı yürüdünüz mü? Bir gece ansızın pencerenize konan tanımadığınız bir kuşun bir müjdeci, bir duacı olacağına ve sevda emanetini teslim almaya geldiğine inanıp onun arkasından geceler boyu dua ettiniz mi? Her gece ve her sabah onun yolunu gözlediniz mi? Mahzun boyun büküşlerinizin bittiğini, yarınlara uzanan bir umut kapısının aralandığını ve sessiz çığlıklarınızla yalnızlığınızı bitirdiğinize inandınız mı? 

Artık geceler, önceki gibi ağır bir yorgan gibi sarmıyor etrafımı. Sesler en güzel bestelerin tınıları, şekiller en ünlü ressamların tuvallerinde can buluyor. Duvarlarıma sinmiş eski sesler çınlamıyor gönül sofalarımda. Defalarca seyretmek zorunda bırakıldığım siyah beyaz bir filmi terk edip yeni bir filmi seyrediyor ve geçmişin acılarına bağlı olmadan yaşamaya başlamanın manifestosunu her sabah pencereme konan Hüdhüd’e anlatıyorum. Gözyaşlarının bilmem kaçıncı kez ıslattığı yastığım artık mutluluklarla sarmaya başladı rüyalarımı. Her üşüdüğümde sıkıca sarıldığım yorganım, bir ısırgan otu merhametsizliğinde yakmaktan vazgeçti bedenimi. Şarkılar ruhumu incitemiyor artık. Hıçkırıklarım, yalnızlığın koyu karanlığında değil, sevgi ırmağının yeşil kıyılarında çiçekleniyor. Bir dostun sıcacık ellerini arayan ellerim, çaresizliklerden sıyrılarak her sabah pencereme konan bir güle tutunuyor. Sözcüklerim dökülmüyor kimsesiz kaldırımlara; şükür dualarım yayılıyor vaktin sonsuzluğuna. 

İçimde, hep gelecek yarınlara, yarınların yarınlarına ertelediğim umutlarım körelmiyor artık. Bundan dolayı kendi varlığım kendime yük olmadığı gibi Hüdhüd’ü taşımaktan da yorulmuyor omuzlarım. Böyle olunca, yolların uzaklığı, mevsimsel şartlar her şekilde pozitif katkılar sunuyor ruh ve bedenime. Herkes en zorlu fırtınalarda sığınacak bir limanı olsun ister de, Hüdhüd’ün ince uzun kafesine eşlik eden, üzerindeki renklerin desenlerini sığınak belleyen hiç olamaz. Onun turuncu ve kahve renkli desenleri gönül gemisinin rıhtımları, siyah beyaz desenleri ise klasik şiirler için ilham kaynağı. İşte böyle bir güzellik, insanın içinde hiç eksilmeyen bir sevda oluşturmakta. Hüdhüd, hem bu sevdanın yegâne sahiplenicisi, hem de vazgeçmeyen sembolüdür artık. Her ortamda ve her şartta sahiplenir sevdiğini. Ya siz, hiç sevginizi kendi kuşunuza anlattınız mı? 

Artık her gün doğumunda ve her gün batımında yeni umutlara açılıyor gözlerim. Ya bir çiçekçinin hiç alışık olmadığım kapı vuruşlarıdır beklediğim ya da bir bahar yağmurunun dost edasıyla sokaklara inerken şöyle ayaküstü, beni baştan ayağı sıkıntılardan arındırmasıdır. Artık saatin zamanı her aşındırdığında umutlar umutsuzca ertelenmiyor, her bir yarın farklı bir güzelliğe gebe kalıyor. Kendi gönlümde sıralamaya başladığım ihtimâllerin olumsuzluklarını dikkate almadan ve bahanelere sığınmadan, onların tamamını Hüdhüd’ün gözbebeklerine doğrudan yazabiliyorum. Hani bir şarkı var ya “Bir tatlı huzur almaya geldim Kalamış’tan” diye, ondan daha yüce huzurlar oluşmakta gönül pusulasında. Ve asla zerre miktarı unutulmuş olma ihtimâli oluşmuyor. Artık zihin, anlamsız kaygılarla bulanmıyor.  

İçimizde zaman zaman oluşan ve bazen de çok zor geçen garip ürpertiler, yerlerini nedenli mutluluklara bırakıyor ve ruhlarımız huzurlarla bohçalanıyor her sabah. Ne kitapların sararmaya yüz tutmuş sayfalarının silik satır aralarında mutluluk aranıyor, ne de izlenen romantik filmlerin repliklerinde. Mutluluk, zaman sınırlaması tanımayan Hüdhüd’ün kanat seslerinde. İkram için yazılan ve konuşulan her kelâm, huzur meşalesi olarak gönül ajandasında… 

En umutsuz anınızda pencerenizde ötmeye başlayan İbibik kuşu, umudun hiç bitmemesi gerektiğini fısıldar anbean. Onun tatlı şakımalarında ruhlar yeniden, yeniden umut yüklenir. Ve bütün beklentiler, bilinmeyen bir zamana ertelenir. Ya siz, hiç ertelenmiş vuslatlarda mutluluk aradınız mı? Ya da siz, hiç ufuklarla konuştunuz mu?