Hücresel bölünme ve yok oluş

İçine düştüğümüz bu bölünme ve ayrışma seremonileri, aynı ideolojide farklı usullere inanan fraksiyonlar olarak şekillenmiş de değil. Bütün bu parçalanmalar, birbirini imha etmek üzere kodlanmış tek hücreli canlı karakteri sergiliyor.

YAZIK ki, yer yuvarı üzerinde sadece farklı ırk ve milletlere ayrılmakla kalmadık, aynı ırk ve milletten olanlar da birden fazla bölünmeye maruz kaldı. En fazla inanç, coğrafya ve millet kimliğine göre gruplanabilirdik. Bu, tabiî sürecin akla yatkın sonucu olurdu. Ama ne var ki, renklere, biçimlere, fikirlere ayrıldık ve anlamca daraldık. Sözün kısası, bölünerek azaldık!  

Elbette biz Müslümanlar, Tevhid inancının ve İslâmî hükümlerin karşısında duran tüm inanç ve yargılardan ayrı bir kutbu ifade etmeliyiz. Ama ne yazık ki karşıtlığımız, sadece Hak Din’in dışında kurulan odaklara karşı gerçekleşmedi. Aynı inancın ve hatta hem aynı inanç, hem de aynı milletin âzâsı olarak karşıt cepheler kurduk. Ayrı görüşlere, kanaatlere, ideolojilere ve birbirinden çeşitli tarihî aidiyetlere bölündük. Belki bu karşıtlık bir yandan da kültürel zenginlikti ama biz bütün farklılıklarımızı adavet kimliğine kavuşturduk. Sadece farklı köken ve inanç blokları arasında, belli sınırlarda gerçekleşen çatışmalarla da yetinmedik. Aynı kökler üzerinden arşa yükselen ayrık dallar olduk, dallar arasında bitimsiz savaşlar icat ettik. Bir gövdeye ait olmanın şuuruna varamadık. Bütün zıtlıklarımızı er meydanında güreştirdik. Bütün farklılıklarımızı savaş meydanlarında değersizleştirdik. Allah’a, O’nun dinine ve şehadetine varlığını teslim etmiş müminler olarak bir bütüne hizmet etmeliydik ama ne yazık ki birbirimizi benimseyemedik. Aynı organizmada farklı hücrelerdik ama katil hücreler gibi misyon edindik. Organizmayı besleyen, büyüten yararlı hücreleri bile anormal hücre kategorisine koyduk, birbirimize saldırdık. 

Çoğalmak için önce birlik lâzımdı. Bölünerek çoğalan, bir diğer hücreye bilgisini, görgüsünü aktaran hücreler bile önce bir olmakla büyüyor, ancak bu yolla çoğalıyordu. Ama bizdeki bu bölünme ne mitoz, ne mayozdu. Bizdeki bu bölünme tabiatta eşi benzeri görülmemiş bir hücresel yıkım hareketinden başkası değildi. Amipler bile bunu yapmazdı, insan yaptı. Böylece bir diğerimize ne çekirdekteki bilgiyi ne RNA’yı, ne DNA’yı aktarabildik. Ama tek bir kavramı nesilden nesle, bireyden bireye ve hücreden hücreye aktarmaya, bu yolla çoğaltmaya devam ediyoruz: Düşmanlık…

Bizi “biz” ve “bir” yapan ortak kimliğe ait ne kadar kavram varsa hepsini bireye özgü bir çözülmeye tâbi tuttuk. Öyle ki, inancımız ortaktı ama inanç gibi ayrıştırılması mümkün olmayan elementleri bile yapay formüllerle kişiye özel bileşikler hâline dönüştürdük.

Bölünerek azaldık

Hücresel bölünmede aynı bilginin bir sonraki hücreye aktarımı “çoğalmak” demekti. Ama bizdeki bu sevgisiz bölünmeler, bölünenin de, bölünenden meydana gelen yeni hücrelerin de anlamını daralttı, nicelikte değilse bile nitelikte azalttı.

Bu bir yok oluş hikâyesi aslında. Bölüne bölüne yok oluşa doğru gidiyoruz. Ama her bölünen hücre kendini yetkin ve ana hücre değerinde gördüğünden, bir öncekinden aktarılmayan, kendi varlığına kazandırılmayan bilginin yoksunluğunu da hiç duymadı. Hâlbuki yoksunluk ve açlık bazen de şükür sebebiydi. Çünkü her neye karşı yoksunluk duyulursa onun arayışına çıkmak kaçınılmaz olurdu. Ama açlığını ve susuzluğunu hissetmeyen, açlıktan ve susuzluktan ölmeye, cahilce yok olmaya mahkûmdu.

Birileri insanlara renk skalasında değer biçti. Kimi beyaz, kimi siyah, kimi kızıl, kimi sarı dedi. Bu kategorizeyle birlikte sadece renkler değil, renklerin ihtiva ettiği varsayılan değer ve sıfatlar da listelendi. “Siyahlar şöyledir, kızıllar böyledir” gibi hezeyanlar uzadı gitti. Dünya insanı, millet kimliğine ayrılmayı yeterli ve tatmin edici bulmadı. Memleket dendi, şehir şehir bölündü; soy sop dendi, kan dendi; hücreler bölünemeyecek kadar küçük parçalara ayrıldı. Bu bölünmede öyle minimal parçalar tekil kimliklere kavuşturuldu ki artık bu yeni parçalar tek başlarına bir varlığa işaret etmiyor, anlamsız ve değersiz hücre atıkları olarak sadece hava boşluğunda asgarî düzeyde alan işgal ediyorlar.

Ama bu kıymetsiz hücreler, birbirleriyle savaşmaktan, birbirilerini öldürmekten de geri durmuyorlar. Her bir yeni hücre atığı, bir başka hücresel varlığı organizma dışı kabul ediyor ve güya biyolojik sürece uygun hareket edip düşman hücreyi yok etme misyonuyla varlığını sürdürüyor.

Tüm bunlar, bölünerek azalmanın ve bir zaman yok olmanın alâmeti.

Kaç tane işaret zamiri var?

Bahsettiğim bu hücre atıkları, birbirine düşmanlık yaparken çeşitli işaret zamirleri kullanıyor. Fakat zamanla bu zamirler de hayli çoğaldı. Artık “o, bu, şu, onlar, bunlar, şunlar, öteki, beriki” gibi zamirler insanı işaret etmekte yeterli gelmiyor. Biri kendi grubuna “Bunlar”, bir diğer gruba “Şunlar” diyor. Sonra “Bunlar ve Şunlar” grubuna dâhil olanlar da kendi içlerinde “Birinci Bunlar, İkinci Bunlar, …., Yüz On İkinci Bunlar, …., Milyonuncu Bunlar” olarak devamlı bölünüyor. Artık insanın bir başkasını işaret ederken kullandığı zamirler parmakla sayılamıyor.

Nice “Onlar” ve nice “Bunlar” peyda edildi. Sayısız “o, şu, bu” ve namütenahi “öteki, beriki” var. Bütün bu zamirler, sayı sıfatları eşliğinde sonsuza uzanıp gidiyor.

İçine düştüğümüz bu bölünme ve ayrışma seremonileri, aynı ideolojide farklı usullere inanan fraksiyonlar olarak şekillenmiş de değil. Bütün bu parçalanmalar, birbirini imha etmek üzere kodlanmış tek hücreli canlı karakteri sergiliyor.

Bizi yerle bir eden bütün bölünmeler, sayıca artan işaret zamirlerine yepyeni ve zelil sıfatlar da ekliyor. Artık sadece “o, bu, şu” değiliz. Artık “Çirkin o”, “Cehennemlik bu”, “Karaktersiz şu” gibi süslü sıfatlarla birbirimizi işaret ediyoruz.

Yazık! Bölünerek bitiyoruz.