Hoşçakal dünya!

Bir gün güneş bizsiz doğacak, kaçınılmaz bir hakikat bu. Çoğumuzun akla getirmeyi uzaklaştırdığı hakikat bu. Oysa Resul-i Ekrem’in (s.a.v.) “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz” buyurduğu ölüm bizi de bulacak.

Ne dönüp duruyor havada kuşlar?/ Nerden çıktı bu cenaze, ölen kim?/ Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?/ Neylersin, ölüm herkesin başında,/ Uyudun, uyanamadın olacak./ Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?/ Bir namazlık saltanatın olacak,/ Taht misali o musalla taşında…

(Cahit Sıtkı Tarancı)

***

SUSTUM… Hislerim, duygularım, nefes alışverişim adeta buz kesti, lal oldum, kurudum… Belki de beklemiyordum bu haberi. Hal hatır sorup konuşmaktı niyetim. Aradığım numara uzun uzun çaldı, tam telefonumu kapatırken, gece karasının insan ruhuna verdiği ıstırabı çığlık çığlık haykıran bir ses “Alo!” dedi, kısık, halsiz ama hıçkırık dolu…

Yüreğim titredi. Canımın parcası dostumun babası dar-ı bekaya göçmüştü. Tutuldum, “Ah!” dedim, “Rabbim rahmet etsin”. Ölüm bu, ne diyebiliriz ki… İktidarımız, elimizin ulaşabildiği yere kadar, sesimiz de ancak bağırabildiğimiz kadar, değil mi? Ne “Gitmek istemiyorum” diyebiliriz, ne de bir kaç gün erteleyebiliriz bekaya göçmeyi. Vakit saat tamamsa, bizim için yer değiştirme zamanı gelmiştir. Ölüm beklemez, Azrail (a.s.) vazifesini hakkıyla yapar ve Rabbinin emrini yerine getirir.

Kolaydır ukalalık

Acı oturmuş yüreğim ağlarken, onu susturmaya gücüm yoktu. Peltekleşmiş gibiydi hislerim, dili tutulmuştu kelimelerimin. Sesler duyuyordu ruhum güftesiz, bestesiz ve ben, teslim oldum bugün, ertesi gün, daha ertesi gün, daha daha… Biliyordum, Cenab-ı Hak verir ve alır. Aslında dostumun yanında olamamaktı kendi içime dürülüp kaybolmama sebeb olan. Okyanus ötesinden atlayıp gelmek, dostuma sımsıkı sarılmak ve “Biz dahi oraya vasıl olacağız. Ölüm, hiçlik ve yok olmak değil, bir tebdil-i mekândır. Bizden önce davranan sevdiklerimizi elbette özleyeceğiz” demek istedim..

Aslında kolaydır insanoğlunun ölüm hakkında edebiyat yapması -başına gelmedi ise eğer-. Shakespeare çok güzel ifade etmiş, “İnsanlar, yalnızca kendilerinin hissetmediği acıları çekenleri teselli edebilirler” diye. Kolaydır başımıza gelmeyen durumlar hakkında yorum yapmak, uzun uzun fikir yürütmek, hatta karşımızdaki insanın yanan yüreğini, darmadağın olmuş duygularını hiçe sayacak kadar ukalalaşmak.

Oysa ölüm ne kadar soğuk ve ürkütücü bir kelime, ayrılık kokuyor buram buram. Bu yüzden insan, ölümü günlük hayatı içinde asla hatırlamak istemez. Yaşanmışlıklar ve yaşanacak olanlar önemlidir, uzun uzun planlar yapar, bir sene, iki sene, hatta yıllar sonrasına ait planları,hayalleri kucaklar insan, ama ansızın geliverir ölüm ve kendini hatırlatır. Ya evimizin içinden bir cana, ya mahallemizden bir yüreğe ya da bizimle hiç ilgisi olmayan, dünya içinden hergangi birine uğrar ve kendini acı acı gösterir, “Unutmayın, bir gün size de bu diyardan götüreceğim” der gibidir her seferinde bize.

Nedir ölmek?

Nedir ölmek? Yok olmak değil, uzaklarda bir yerlere göçmek, adresi olmayan çıkmaz sokaklardan uzak, sonsuz bir arazi, adı olmayan şehirlere yol almatır belki. Sorumluluklardan ve sorunlardan uzak, sonsuz bir mutluluk ya da sonsuz  azap… Soluk almaktan uzak, başkaca bir hayattır ölmek. Sevdiklerimize veda etmek veya veda edemeden gitmek, geride kalanlara “Daha yapacak birçok işim vardı ama gittim, benim yapmak istediklerimi siz yapın. Çocuklarıma benim baktığım gibi bakın, çiçeklerimi sulamayı unutmayın. Arka sokaktaki yaşlı teyze çok hasta, arada hatırını sorun, evini temizleyin, ihtiyaçlarını giderin. Annemi, babamı ziyaret etmeyi ihmal etmeyin, dostlarımı incitmeyin. Ben hiç âşık olmadım, benim yerime de âşık olun, şen kahkahalar atın, her şeyi aklınıza takmayın, boş vermeyi öğrenin, çocuklar gibi şen olmayı deneyin, kendinize zaman ayırın, başkaları için kendinizi incitmeyin, hırpalamayın, ağlatmayın ve dua edin ama çokça dua edin… Arada sırada değil, her daim kul olduğunuzu, aczinizi, fakirliğinizi, iktidarınızın hiç hükmünde olduğunu bilerek yaşayın olur mu?” demek mümkün olsa…

Hâlbuki ölüm, apansızın başını alıp gitmektir sessizce, ardında kalanlara sabır bile dileyemeden.

Ölümün zamanı var mıdır? Yoksa ölüm, zamandan çekip gitmek midir? Zamandan, mekândan kurtulmak, ömrümüzün yitip bittiği yerden bambaşka bir hayata başlamak; sabah işe yetişme derdi olmadan, “Akşama ne pişireceğim?” telaşına düşmeden, gün batmış, gün doğmuş derdine kapılmadan, bizi nelerin beklediğini bilmediğimiz bir diyara gitmek… Acaba o diyarda yağmurdan sonra çıkan gökkuşağına yürüyerek gidilip elle tutulur mu? Avuçladığımız yıldızlar bize masal anlatır mı? Güneşle dost olabilir miyiz?

Gülümsüyorsunuz, biliyorum. Ve belki de “Gideceğiz madem, gökkuşağı karşılasın bizi” der gibisiniz.

Bir gün güneş bizsiz doğacak, kaçınılmaz bir hakikat bu. Çoğumuzun akla getirmeyi uzaklaştırdığı hakikat bu. Oysa Resul-i Ekrem’in (s.a.v.) “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz” buyurduğu ölüm bizi de bulacak.

Aslında etrafımızda hemen her gün trafik kazaları, savaşlar, insanların birbirlerine olan tahakkümleri, iktidar hırsı ile yok olan canlar -daha doğrusu Rabbine ulaşan ruhlar- varken, bütün bunlar, çoğu zaman ölümü hatırlamak için bize az geliyor. Maateessüf, ölüm canımıza dokunmadan kör bakıyoruz en büyük gerçeğe.

Usul usul yaklaşır ölüm meleği her seferinde sevdiklerimize. Bazen başında nöbet tuttuğumuz hastalarımızın yanına sessizce sokulur ve gözlerimizin önünde ruhlarını teslim alıverir de biz göremeyiz ölüm meleğini ve korkulu bir rüya görmüş gibi titrer, içimize akan acıyla hıçkırırız.

Hep düşünmüşümdür, ağlayıp harap olduğumuz, ölen yakınımız mı, yoksa kendi ölümümüz müdür? Yani bir gün, belki yarım saniye sonra bizim de ölebileceğimiz midir? Ahireti kazanamama korkusu mudur bizi titreten, yoksa daha yapacak çok işimiz olduğundan mıdır gözümüzün gökyüzüne eşlik etmesi? Öyle ya, daha gördüğünüz an bütün bedeninizi ateşe iten o yâre “Seni seviyorum”  diyeceksiniz, gözlerinizi gözlerine dikip, yüreğinizin ritmini aldığınız derin soluklarla yavaşlatmaya çalışıp, onun da size bir kerecik “Seni seviyorum” desin diye dualar edip bu lezzeti hissetmek ve göğsüne yaslayıp başınızı, hiçbir şey düşünmeden mutluluğun şarkısını bestelemek istiyorsunuz… Hatta daha büyük hayalleriniz var, sevdiğinizin gözlerinin renginden gözleri olan, gülümsemesiyle sizi sizden alan mini minnacık bir dünyayı da kucaklamak istiyorsunuz… Kim istemez ki sonsuza kadar yaşamak?

Sonsuzluk bizim elimizde, zira ölüm bir terhistir insanı huzur-u Rahman'a götüren. Kabir, cennete açılan bir kapıdır iman edip de inandığı gibi yaşayanlara. Yeter ki ölmeden ölmesin sefil medeniyet içinde ruhumuz ve yeter ki biz, insan olduğumuzu, iman şuuruyla zinetlendirebilelim. Dünya zindanından kurtulmanın hafifliğiyle yükselsin ruhumuz Rahmet-i Rahman’a…

Velhasıl, ölüm öldürülmüyor ve gözlerimiz nasıl bakıyorsa hayata, yüreğimiz nasıl çarpıyorsa, düşüncelerimiz ne denli aydınlıksa ve iyiliklerimiz ne kadar ısıtabiliyorsa vicdanımızı, bizi o kadar güzel bir başka hayat bekliyor olacak.

Bütün mesele, sonsuza kadar yaşayacakmış gibi ahkam kesmeden, kırıcı olmadan, gururumuzu unutup bir soluk sonra ölecekmiş gibi, kırgınlıkları unutup pamuk gibi yumuşacık olabilmek ve huzur içinde bu dünyaya veda edebilmektir. Bir gün bizim de ömrümüze “Sadakallahulazim” (Azim olan Allah ne güzel, ne doğru söyledi) okunacak ve biz gitmiş olacağız. Çünkü Şemş-i Tebrizî der ki, “Her şeye canını sıkma ey gönül,/ Ne bu dertler kalıcı, ne de bu ömür./ Ne bir saniye erken, ne bir saniye geç,/ Her insan için bir âşık olma zamanı vardır,/ Bir de ölmek zamanı”.