Ne dönüp duruyor
havada kuşlar?/ Nerden çıktı bu cenaze, ölen kim?/ Bu kaçıncı bahçe gördüm
tarumar?/ Neylersin, ölüm herkesin başında,/ Uyudun, uyanamadın olacak./ Kim bilir
nerde, nasıl, kaç yaşında?/ Bir namazlık saltanatın olacak,/ Taht misali o
musalla taşında…
(Cahit Sıtkı
Tarancı)
***
SUSTUM… Hislerim,
duygularım, nefes alışverişim adeta buz kesti, lal oldum, kurudum… Belki de
beklemiyordum bu haberi. Hal hatır sorup konuşmaktı niyetim. Aradığım numara
uzun uzun çaldı, tam telefonumu kapatırken, gece karasının insan ruhuna verdiği
ıstırabı çığlık çığlık haykıran bir ses “Alo!” dedi, kısık, halsiz ama hıçkırık
dolu…
Yüreğim titredi. Canımın parcası dostumun babası dar-ı
bekaya göçmüştü. Tutuldum, “Ah!” dedim, “Rabbim rahmet etsin”. Ölüm bu, ne
diyebiliriz ki… İktidarımız, elimizin ulaşabildiği yere kadar, sesimiz de ancak
bağırabildiğimiz kadar, değil mi? Ne “Gitmek istemiyorum” diyebiliriz, ne de
bir kaç gün erteleyebiliriz bekaya göçmeyi. Vakit saat tamamsa, bizim için yer
değiştirme zamanı gelmiştir. Ölüm beklemez, Azrail (a.s.) vazifesini hakkıyla
yapar ve Rabbinin emrini yerine getirir.
Kolaydır
ukalalık
Acı oturmuş yüreğim ağlarken, onu susturmaya gücüm
yoktu. Peltekleşmiş gibiydi hislerim, dili tutulmuştu kelimelerimin. Sesler
duyuyordu ruhum güftesiz, bestesiz ve ben, teslim oldum bugün, ertesi gün, daha
ertesi gün, daha daha… Biliyordum, Cenab-ı Hak verir ve alır. Aslında dostumun
yanında olamamaktı kendi içime dürülüp kaybolmama sebeb olan. Okyanus ötesinden
atlayıp gelmek, dostuma sımsıkı sarılmak ve “Biz dahi oraya vasıl olacağız.
Ölüm, hiçlik ve yok olmak değil, bir tebdil-i mekândır. Bizden önce davranan
sevdiklerimizi elbette özleyeceğiz” demek istedim..
Aslında kolaydır insanoğlunun ölüm hakkında edebiyat
yapması -başına gelmedi ise eğer-. Shakespeare çok güzel ifade etmiş, “İnsanlar,
yalnızca kendilerinin hissetmediği acıları çekenleri teselli edebilirler” diye.
Kolaydır başımıza gelmeyen durumlar hakkında yorum yapmak, uzun uzun fikir
yürütmek, hatta karşımızdaki insanın yanan yüreğini, darmadağın olmuş
duygularını hiçe sayacak kadar ukalalaşmak.
Oysa ölüm ne kadar soğuk ve ürkütücü bir kelime,
ayrılık kokuyor buram buram. Bu yüzden insan, ölümü günlük hayatı içinde asla
hatırlamak istemez. Yaşanmışlıklar ve yaşanacak olanlar önemlidir, uzun uzun
planlar yapar, bir sene, iki sene, hatta yıllar sonrasına ait
planları,hayalleri kucaklar insan, ama ansızın geliverir ölüm ve kendini
hatırlatır. Ya evimizin içinden bir cana, ya mahallemizden bir yüreğe ya da
bizimle hiç ilgisi olmayan, dünya içinden hergangi birine uğrar ve kendini acı
acı gösterir, “Unutmayın, bir gün size de bu diyardan götüreceğim” der gibidir
her seferinde bize.
Nedir
ölmek?
Nedir ölmek? Yok olmak değil, uzaklarda bir yerlere
göçmek, adresi olmayan çıkmaz sokaklardan uzak, sonsuz bir arazi, adı olmayan
şehirlere yol almatır belki. Sorumluluklardan ve sorunlardan uzak, sonsuz bir
mutluluk ya da sonsuz azap… Soluk
almaktan uzak, başkaca bir hayattır ölmek. Sevdiklerimize veda etmek veya veda
edemeden gitmek, geride kalanlara “Daha yapacak birçok işim vardı ama gittim,
benim yapmak istediklerimi siz yapın. Çocuklarıma benim baktığım gibi bakın,
çiçeklerimi sulamayı unutmayın. Arka sokaktaki yaşlı teyze çok hasta, arada
hatırını sorun, evini temizleyin, ihtiyaçlarını giderin. Annemi, babamı ziyaret
etmeyi ihmal etmeyin, dostlarımı incitmeyin. Ben hiç âşık olmadım, benim yerime
de âşık olun, şen kahkahalar atın, her şeyi aklınıza takmayın, boş vermeyi
öğrenin, çocuklar gibi şen olmayı deneyin, kendinize zaman ayırın, başkaları
için kendinizi incitmeyin, hırpalamayın, ağlatmayın ve dua edin ama çokça dua
edin… Arada sırada değil, her daim kul olduğunuzu, aczinizi, fakirliğinizi,
iktidarınızın hiç hükmünde olduğunu bilerek yaşayın olur mu?” demek mümkün
olsa…
Hâlbuki ölüm, apansızın başını alıp gitmektir
sessizce, ardında kalanlara sabır bile dileyemeden.
Ölümün zamanı var mıdır? Yoksa ölüm, zamandan çekip
gitmek midir? Zamandan, mekândan kurtulmak, ömrümüzün yitip bittiği yerden
bambaşka bir hayata başlamak; sabah işe yetişme derdi olmadan, “Akşama ne pişireceğim?”
telaşına düşmeden, gün batmış, gün doğmuş derdine kapılmadan, bizi nelerin
beklediğini bilmediğimiz bir diyara gitmek… Acaba o diyarda yağmurdan sonra çıkan
gökkuşağına yürüyerek gidilip elle tutulur mu? Avuçladığımız yıldızlar bize
masal anlatır mı? Güneşle dost olabilir miyiz?
Gülümsüyorsunuz, biliyorum. Ve belki de “Gideceğiz
madem, gökkuşağı karşılasın bizi” der gibisiniz.
Bir gün güneş bizsiz doğacak, kaçınılmaz bir hakikat
bu. Çoğumuzun akla getirmeyi uzaklaştırdığı hakikat bu. Oysa Resul-i Ekrem’in
(s.a.v.) “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz” buyurduğu
ölüm bizi de bulacak.
Aslında etrafımızda hemen her gün trafik kazaları, savaşlar,
insanların birbirlerine olan tahakkümleri, iktidar hırsı ile yok olan canlar -daha
doğrusu Rabbine ulaşan ruhlar- varken, bütün bunlar, çoğu zaman ölümü
hatırlamak için bize az geliyor. Maateessüf, ölüm canımıza dokunmadan kör
bakıyoruz en büyük gerçeğe.
Usul usul yaklaşır ölüm meleği her seferinde
sevdiklerimize. Bazen başında nöbet tuttuğumuz hastalarımızın yanına sessizce
sokulur ve gözlerimizin önünde ruhlarını teslim alıverir de biz göremeyiz ölüm
meleğini ve korkulu bir rüya görmüş gibi titrer, içimize akan acıyla
hıçkırırız.
Hep düşünmüşümdür, ağlayıp harap olduğumuz, ölen
yakınımız mı, yoksa kendi ölümümüz müdür? Yani bir gün, belki yarım saniye
sonra bizim de ölebileceğimiz midir? Ahireti kazanamama korkusu mudur bizi
titreten, yoksa daha yapacak çok işimiz olduğundan mıdır gözümüzün gökyüzüne
eşlik etmesi? Öyle ya, daha gördüğünüz an bütün bedeninizi ateşe iten o yâre “Seni
seviyorum” diyeceksiniz, gözlerinizi
gözlerine dikip, yüreğinizin ritmini aldığınız derin soluklarla yavaşlatmaya çalışıp,
onun da size bir kerecik “Seni seviyorum” desin diye dualar edip bu lezzeti
hissetmek ve göğsüne yaslayıp başınızı, hiçbir şey düşünmeden mutluluğun
şarkısını bestelemek istiyorsunuz… Hatta daha büyük hayalleriniz var,
sevdiğinizin gözlerinin renginden gözleri olan, gülümsemesiyle sizi sizden alan
mini minnacık bir dünyayı da kucaklamak istiyorsunuz… Kim istemez ki sonsuza
kadar yaşamak?
Sonsuzluk bizim elimizde, zira ölüm bir terhistir insanı
huzur-u Rahman'a götüren. Kabir, cennete açılan bir kapıdır iman edip de inandığı
gibi yaşayanlara. Yeter ki ölmeden ölmesin sefil medeniyet içinde ruhumuz ve
yeter ki biz, insan olduğumuzu, iman şuuruyla zinetlendirebilelim. Dünya
zindanından kurtulmanın hafifliğiyle yükselsin ruhumuz Rahmet-i Rahman’a…
Velhasıl, ölüm öldürülmüyor ve gözlerimiz nasıl
bakıyorsa hayata, yüreğimiz nasıl çarpıyorsa, düşüncelerimiz ne denli
aydınlıksa ve iyiliklerimiz ne kadar ısıtabiliyorsa vicdanımızı, bizi o kadar
güzel bir başka hayat bekliyor olacak.
Bütün mesele, sonsuza kadar yaşayacakmış gibi ahkam kesmeden, kırıcı olmadan, gururumuzu unutup bir soluk sonra ölecekmiş gibi, kırgınlıkları unutup pamuk gibi yumuşacık olabilmek ve huzur içinde bu dünyaya veda edebilmektir. Bir gün bizim de ömrümüze “Sadakallahulazim” (Azim olan Allah ne güzel, ne doğru söyledi) okunacak ve biz gitmiş olacağız. Çünkü Şemş-i Tebrizî der ki, “Her şeye canını sıkma ey gönül,/ Ne bu dertler kalıcı, ne de bu ömür./ Ne bir saniye erken, ne bir saniye geç,/ Her insan için bir âşık olma zamanı vardır,/ Bir de ölmek zamanı”.