KENDİ
varlığımıza verdiğimiz değer nispetinde değer görürüz. Etrafımızda ters giden
her şeyin düzeleceğine inanabilmemizin yolu, kendimize inanmaktan geçer. Önce
tüm varlığımızla sevmeyi öğrenmeli; varlığımıza değer atfeden, bizleri
yaratılmışların en şereflisi kılan Rabbimizi sevmekle başlayıp, sonra tüm
canlılar ve kendi benliğimizle devam etmeliyiz.
Çok şükretmeliyiz sevginin en evvel yaratılışına, varoluşun
aşk ve sevgiyle yoğrulmasına. Çok şükretmeliyiz Sevgililer Sevgilisinin ümmeti oluşumuza. Ne yapardık sevgi
olmasaydı, ne yapardık aşk olmasaydı? Ne yapardık gönülden akan gözyaşı
olmasaydı? Ne yapardık vicdan ve pişmanlık duygusu verilmeseydi? Dünyada
merhamet duygusu olmasaydı, binlerce yıldır bu dünya ayakta kalabilir miydi? Mazlumların
akıttığı yaşı silen eller olmasaydı, bizler bu hâlimizle bu nimetlere gark
olmuş olur muyduk?
Sevginin uğradığı her durak güzelleşir, uğradığı her liman
dinginleşir, sevgiyle siper olur azgın dalgalara gemiler. Aşkla korur
yolcuları, sevgiyle yol alır, en uzak menzillere güvenle götürür, güvenle demir
atar limana. Aşkla bakan gözler kimseye zarar vermez. Girdiği karanlıklar
aydınlanır, zulmet değil, nur hâsıl olur. Merhamet denizinde yıkanmaya başlar
gönüller.
Tüm geçit vermez yollar sevgi anahtarıyla açılıverir. Kördüğüm
hâlini almış yollar bir bir çözülür, her köşe başında dökülen acı ve gözyaşının
yerini gün gelir de huzur ve mutluluk alır. Yeter ki hayatı yeniden yorumlayalım,
geçmişten gelen birikimleri yeni sevgi katmanlarıyla örelim. Çağımızın girift
yollarının açılması için önce kendi gönlümüzden başlayalım. Kolaya kaçmışız, düğümler
atmışız, kalbimize giden yolları bir bir kapamışız. Ne çok sarmal var şu
zihnimizde. Ne çok gereksiz yığınlar içinde kalmışız. Dikkatimizi benliğimizden
uzaklaştırıp hep başkalarına vermişiz. Oysa aynaya bir bakabilsek, karşımızda
gördüğümüz sûrette kendi benliğimizi bulabilsek, bambaşka ufuklar açılır karşımızda.
Eskiden aldığımız birikimle yeni tecrübeler edineceğimize
inanalım. Geçmişten aldığımız mirası baş tâcı edelim. Değerli şairimiz Şeyh
Gâlib’in dediği gibi, “Hoşça bak zâtına
kim zübde-i âlemsin sen/ Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” (Ey insan evlâdı!
Kendine saygıyla, hürmetle yaklaş; çünkü sen kâinatta yaratılmışların
özü/gözbebeğisin)*. Ne zaman kendimizi bu gözle görmeye başlarız, işte o
zaman şeref kazanırız. Tüm varlıklar bizim zâtımıza hoşça bakmaya başlar.
Kendimizi, gönlümüzün ihtiyaçlarını tanımalıyız. Artık
değişen zaman tünelinde fiziksel ihtiyaçlardan çok psikolojik ihtiyaçlar
öncelenir oldu. Artık kendi benliğini besleyenler mutlu yaşam nimetine erişiyorlar.
Yaşamın sadece hayatta kalma mücadelesiyle örüldüğü zamanları çoktan geçtik. İnsanlık
toplumsal yaşama geçtikten, sosyalliğe adım attıktan sonra ihtiyaç
önceliklerinde en üst sıraya mutluluk formüllerini yerleştiriyor.
Aile büyüğüne saygı, çerçevesi çizilmiş hayatlar, azla
yetinip azla doymak gibi meziyetleri varmış eskilerin. Yer sofralarının
etrafında günlük yaşam onları mutlu etmeye yetermiş. Bilgi ihtiyaçlarını da
sohbet halkalarında giderirlermiş. Kimse kimsenin ayıbını yüzüne vurmaz, kendi
geçim derdiyle uğraşırmış. Ama günümüzde yaşam farklı; etrafımızda mutluluğumuzu
sınırlayan çok etmen var. Artık barınma,
korunma, hayatta kalma gibi ihtiyaçlardan sonra sırayı duygusal ihtiyaçlar
alıyor. Sevmek, sevilmek, değer görmek, sosyal topluluklarda kabul görmek ve
kendine yer edinmek… Bu ihtiyaçlarda doyuma ulaşmış bireyler mutlu olabiliyor
ve çevrelerini de mutlu edebiliyorlar.
Kendisiyle barışık, yeteneklerini keşfeden insanlar üretken
olmaya başlıyorlar. Sosyal hayatta, aile hayatında kendini kabul ettirememiş,
takdir edilmemiş bireyse rüzgârın önünde savrulan yapraklar gibi yönünü
kaybediyor. Hangi rüzgâr güçlüyse onun etkisine giriyor. Tam tersi olan ise kendisi
savrulmadığı gibi, dağılan yaprakları toparlamak için de görev üstleniyor.
Artık rüzgâr ne kadar kuvvetli olursa olsun, onların dirençleri daha sağlam
oluyor; deyim yerindeyse, yeniden hayat veriyor toplumun ittiği, ötelediği
bireylere… Ancak sevgiye doymuş insanlar itilip kakılanları anlayabilir. Sevgiye
doymuş, kendini keşfetmiş, sosyolojinin tâbiriyle
“kendini gerçekleştirmiş” bireylerin
toplumsal sorunları görme yeteneği gelişir. Bu üst seviyede ruhsal doyuma
ulaşmış, başarının tadına varmış insanlar ortalama insanlardan daha farklı
özellikler taşırlar. Psikolojik sorunlardan uzaktırlar; dengedeki ruh hâlleri
onları pozitif düşünmeye iter, çözüme odaklı düşünür, iletişimde mükemmel ve
ruhsal çözümlemede başarılıdırlar.
Zihinsel ve ruhsal ihtiyaçları karşılamak bir lüks değil,
ihtiyaçtır. Bu her insan için farklıdır; kimi bir yardım gönüllüsü, iyilik
meleği olarak, kimisi bir anne olarak kendini gerçekleştirir. Kimi öğretici
rolü üstlenir, kendini kitlelerin eğitimine adar. Kimi en üst perdede yaşar
duygularını, sanata yönelir, özgün eserler üretir… Eline kalem almanın hazzını
yaşayan biri yazarlık yönünde adım atar. Artık gönlünün coşkusuna dayanamaz,
yazdıkça okur, okudukça yazar. Çevreye aldırmadan doğru bildiği ne varsa kâğıda
kazır. Bazen tüm bunlar hiç plânlamadan kişinin karşısına çıkar, âdeta bir
şimşek çakmış ve her şey bir anda değişmiştir. İşte bu deneyimleri yaşayanlar mutluluğu
zirvede tadanlardır. Zirveyi görenlere bu iyi gelir, daha iyisini yapma
güdüsüyle hiç durmazlar artık.
Plânlamayan birey hemen plânlamaya başlarsa geç kalmış
sayılmaz. Önce kendini tanımalı, hayatta neyi istediğine, nasıl mutlu olacağına
karar vermeli, o yönde elinden gelenin en iyisini yapmalıdır. Kendini olduğu
gibi kabul edip daha iyi nasıl olabileceğini hayâl edebilirler. Hattâ şu anda
başlamalısınız! Önce kendinizi dinlemeli, sonra da kendinizle konuşmalısınız.
Bazen kendinizi karşınıza oturtturup bir güzel dertleşmelisiniz. Her insan hayâl
kurar ve kendiyle konuşur; dikkat ederseniz, gün içinde kendinize içinizden ne
çok hitapta bulunuyorsunuz. Haydi bunu yapamadınız diyelim, günlük tutun. Günlüğünüze
rüyalarınızı, hayâllerinizi yazın. Günlüğünüz aracılığıyla kendinizi yeniden
keşfedin. Göreceksiniz, kapasitenizi tam olarak kullanmaya başlayacaksınız.
Kendini gerçekleştirmenin yolu bundan geçiyor.
Psikologlar kendilerine yardım için başvuranları neden
çocukluğuna davet eder, hiç düşündük mü? Çünkü çocukluğunda koşulsuz sevgiyi
tadanlar, değer görüp mutlu olanlar, hayâl kurmasına ve hatâ yapmasına izin
verilenler tam sağlıklı bireyler oluyorlar. Toplumsal sorunlarda en üst seviyede
görev alabiliyorlar.
Yaratıcımız bize irade bahşetmiş. Bu irade nispetinde
hayatımıza değer katıyoruz. Kendi hayatımızın ressamlarıyız. Elimize alacağımız
fırçayla artık istediğimiz renklerle tuvale hayatımızı resmedelim ve sonra
eserimize şöyle bir bakalım. Derinlemesine incelersek bir psikolog gibi ruhsal
çözümlemeler yapabileceğiz. Kullandığımız renklere ve yarattığımız atmosfere bakarak
kişiliğimizi çözümleyebileceğiz.
Bilinçaltımız bizim için yoğun mesai harcar, yeter ki biz onun
sesine kulak verelim. Biz nasıl düşünürsek hayatımız da öyle şekillenir. Hayata
olumlu yönlerden mi bakarız, seçici miyiz, alıngan mı, şüpheci mi, karamsar ya
da mükemmeliyetçi miyiz, yoksa kılı kırk yarar, hiçbir şeyi beğenmez kişiler miyiz?
Yoksa kendimizi aşırı derecede beğenir, kendi hatâlarımızı görmez, dünyadaki
iyi fikirleri ilk biz mi keşfederiz? Yoksa okumadan da adam olunabileceğini
düşünenlerden miyiz?
Bu kişilik tahlilleri uzayıp gider, aslolan, kendimizi objektif
bir gözle görebilmektir. Sonra yoğun ve disiplinli çalışma aşaması gelir.
Kendini gerçekleştirme bir süreçtir, ömür boyu sürer. Tadını alanlar en iyi ruh
hâlini elde edebilmek için hep çalışırlar. Gerçeği iyi algılar, etki altına
girmez, kendini olduğu gibi kabul edip, gerektiğinde gülüp dalga geçebilir, hayatın
tadını çıkarma eğimlinde olup dürüsttürler, hayatta çok sıkı dostlar edinirler,
çok sağlam arkadaşlık kurarlar. Aşırı savunucu değildirler, araştırmadan hiçbir
şeyi kabullenmezler. Yaşamı bir çocuğun gözüyle görebilme yeteneğine
sahiptirler. Hoş olmayan deneyimlerinden ders çıkarmayı bilirler.
Hiç kuşkusuz kendini keşfedip kendini gerçekleştirenler,
kendi zâtına ve tüm canlılar âleminin zâtına hoşça bakmayı başaranlardır.
*https://islamansiklopedisi.org.tr/seyh-galib