
HOŞ geldin. Ürkmesin narin
yüreğin yabancı yüzlere bakıp bakıp. Başın yere eğilmesin sakın utanıp
sıkılarak. Ardında bıraktığı yollara bir kez olsun geri dönüp de bakmasın
gözlerin. Seni bağrıma bastım ben, hoş geldin.
Bazen
sessiz sedasız caddelerde ışıkların söndüğü vakitleri beklerdim. Tüm şehir
uykuya dalarken hüzünlü dualar dokunurdu yüreğime. Boynum bükülür, bir “Âmin” ile
gökyüzüne uzanırdı yorgun ellerim. Ve avuçlarıma düşen damlalarda yeşerirdi
nice umut bahçeleri.
Bazen
yeni bir gün göz kırpmaya başlarken henüz, koşan ayaklar görürdüm bana doğru.
Nefes nefese geldikleri yolun sonunda kapılarım hasretle sarılırdı bu güzel
misafirlere. Buyur ederken onları içeri, yürek atışları yankılanırdı dört bir
yanımda.
Ağlama
sesleriyle uyanırdım bazen. Buruk bir vedanın ezgileri parça parça ederdi taş
duvarlarımı. Gözyaşlarım dilsiz hıçkırıklara karışırken çıkmaz sokaklarda
bulurdum kendimi ikindi vakitleri.
Saatler
geçerdi bazen kimsecikleri göremezdim, korkardım unutulmaktan. Merhametli bir tek
elin yetim sırtımda dolaşmasını bekler dururdum. Sonra, bir bayram sabahı
girerdi düşlerime ve mutlu bir gülümsemeyle yeniden “Merhaba” derdim asırlık
dostlarıma. Yalnız kalmak isterdim bazen de. Aklıma sen düşerdin. Daha çok mu
yolun vardı? Yorulmuş muydun? Hasta mı olmuştun yoksa bu kara kışta? Bakanın
var mıydı? Kuytu köşelerde ağlıyor muydun? Mahzun muydu boncuk gözlerin yine? Sorar
dururdum kendi kendime. Bilirdim, diyemezdin derdini.
Soğuklara
dayanamaz, hemen üşürdün. Titrerdi kanatların her çırpışında. Belki tez vakitte
gelirsin diye ısıtır ellerimi, öylece beklerdim. Yağmur duaları ederdim sonra.
Soluk soluğa kalır da yüreğin bir yudum su isteyemezdin, bilirdim.
“…
Gelmedin/ Bilmem
bu kaçıncı savruluşu baharın/ Ve gözlerimin kaçıncı kayboluşu ıssızlarda/ Göğsümü
tam da gerecekken fırtınalara/ Kaçıncı sırtımı dönüşüm bilmem/ Gelmedin.”
Her
sabah, selâm dururken yeni güne, yanı başımda ışıl ışıl gözlerini hayâl ettim.
Her akşam, batışında güneşin, huzurla uyuyup dinlenmeni ve ertesi gün yoluna devam
etmek için yeniden can bulmanı diledim. Her gün, her beş vakit sesime gelirsin
diye daha bir gür okudum çağrımı göklere. Ve her gece bir şair yıldıza emanet
ettim seni karanlıklarda korkma diye. Her sabah ve her akşam, her gün ve her
gece bekledim seni. Bıkmadan, usanmadan, secdede ıslanan her yüze sen diye
baktım. Her selâmda, her duada, her çağrıda başımın üzerinde neşeyle
gezineceğin günlerin hayâli ısıttı hep yüreğimi.
Ve
işte, bir kuşluk vakti, buradasın! Küçük kuzularımın bir elinden de sen
tutacaksın artık. “Kuyumcular Çarşısı” kapımdan içeri girerken “Çeşmeli Minaremden”
okunan ezanı sen de dinleyeceksin onlarla. Bir aşağı bir yukarı koşturacaksınız
sonra hep birlikte durmadan. “Cennet deresi”nde masum dualarınızı kabul edecek
Hüda. Hacı Bayram Velî’yi bekleyeceksiniz orta kubbemin altında bir gün. Ve mihraba
yaklaştıkça, Beytullah’ın misk kokusu sızlatacak minik burunlarınızın direğini.
Hoş
geldin Güvercin! Ben Edirne’de bir “Eski” Cami. Nam-ı diğer, “Süleymaniye”… Yaşım,
608… Bundan sonra ulaştığın bu iklimde hiç üşümeyeceksin. Haydi, abdestini al!
Bir kap su istediğinde coşkun ırmaklarla karşılayacak seni bu şehir. Ve namaza
dur hemen dilinde binlerce şükürle.
Ne güzel bir vuslattır bu! Hoş geldin Güvercin, hoş geldin!