Hollanda ve yollar

Hangi özelliklere sahip, ne kadar kilo bomba, görüş açısı, gücü, falan filan… Sadece ülkemiz değil, bütün dünya medyasının kullanılan teknolojiyi övmesi kalbimi yavaşlatıyor. Ölenlerin adı yok. Neredeyse hiç kimse bunları gizlemiyor, her şey ortada. Burnumun sızlaması geçmediği için konuşamıyor, yazamıyorum.

ELİNDEN tuttuğu kız çocuğunun, kafasını sürekli annesine çevirerek yürüyüşü dikkatimi çekmişti. Bir şey söylüyor, adeta annesinin gözünden sevgi ve merhamet dileniyordu. Annelerin çocuklarına “Beni affet!”, çocukların da annelerine “Sev beni!” bakışı, ülkelerin, kültürlerin, dillerin ve diğer hiçbir ayrımın farklılaştıramadığı en özel iletişim şekli olmalı sanırım.

Sıkıca tuttuğu elinden çekiştire çekiştire annesine bakmaya devam ediyordu. Sokağın başında küçük bir bakışla göz göze geldik. Sonrasında önümden ve yavaş adımlarla yürümeye başladılar. Kadın kaldırım taşlarını sayar gibi yere dikmişti gözlerini. Kızın elinde bir zamanlar pembe olduğu anlaşılan oyuncağı vardı. Kirden siyaha dönmüş uzun kollarından kavrayıp tuttuğu maymunun kuyruğu yere değmekteydi. Ağlamaktan burnu akmış, gözleri yanaklarının bir ucundan diğer ucuna kadar kızarmıştı. Gözlerim ona değince ağlamayı kesmiş, annesinin elini daha bir kavrayıp, fark etmediğimi zannettiği bakışlarıyla arada bir geriye bakıyordu.

Kızın korkmuş hali, annesinin ezilmiş ve yenilmişliğinin yanında çok masumdu. Çocuktu nihayetinde, kim bilir hangi şımarıklığın devamıydı bu ağlamalar. Cılız saçlarını ince saç lastiğiyle arkadan bağlamış kadın, özensiz kıyafeti ve soluk yüzüyle mutsuzluğunu sokağa bırakarak yürüyordu. Hava mutsuzluk kokuyordu şimdi. Ayaklarını yerden isteksizce kaldırıyor, damarları belirgin elleriyle kavradığı kızının elini farkında olmadan acıtıyordu.

Köprünün başında kuşlara ekmek atan başka bir kadının üzerinde uçuşan martılar ise gürültülü bir şekilde yemek telaşındaydılar. Küçük olan korkup kaçıyor, büyük ve biraz da gözü açık olansa ekmekleri iştahla kapıyordu. Güçlü ve zayıf arasındaki malum denklem... Az önce gördüğüm çaresizlik ve -ne sebeple olursa olsun- mutsuzluk, kuşların vahşi ve gürültülü kavgaları ile neredeyse aynı yerde duruyordu şimdi.

Çarpmadan ve yan yana

Bütün dünya, insanlar, hayvanlar, fırtına, güneş, soğuk, kum, karanlık, gökyüzü, sonsuzluk ve de zihnimde uçuşan bin bir resim ve kadının üzerime bulaştırdığı mutsuzluk ile eve geldim. Kaçış hep kahveyedir bende, kokusunda huzura, renginde hayata, tadında burun sızlatan umuda yol açar. Odayı kaplayan kahve kokusu ortamı yumuşatır ve hazırlar; birden renkler değişir, zihin berraklaşır, sakin ve sessiz bir savaş başlar yazmaya, okumaya, düşünmeye, kaçmaya, kavgaya...   

Hepimizin zindanları, dertleri, kederleri var. Önümüzü göremediğimiz anlar var. Dünyanın bilmem neresinde, hangi şartlarda, adını bilmediğimiz acılara duçar olmuş insanlar da var. Burnu ağlamaktan kızarmış kız çocuğu, hayatında daha neler için ağlayacak ve belki de bütün bunların sonrasında ruhunun hangi bilinmez kuytularında mahsur kalacak kim bilir, kara kutusunda hiçbir teknolojinin çözümleyemeyeceği ne çok dip not kaydedilecek? Kadın ise yılların ve belki de yıllar öncesinin izdüşümünde, geçmişin veya geleceğin gölgesi altında nefessiz. Herkes kendi yörüngesinde bir diğerine çarpmadan, ama diğer insanlarla birlikte yan yana yürümekte. Çarpmadan ama yan yana (!)...

Görünenin göründüğü kadar olmadığını bilecek kadar büyüdüm. Nefis bir hava, rutubetli ve ağrılı olsa da güzel; varlık âleminde nefes almak güzel ve omuzlarımıza yüklendiğimiz emanet çok kıymetli. Nasıl her yol bir nokta ile nihayetleniyorsa, bütün bunların da hakikatinde bir hikmet var. Bazı gözler bunu görmez ve kavramaz olsa da bütün başlangıçların ayrı bir başı, sonların ise başka bir sonu muhakkak vardır.

“Secde Ettiğim, bu yolculuğun varlığına ve yokluğuna ulaştırsın, elimde ve dilimdekini hayır kılsın” duası, yudumladığım kahvenin dibindeki telvesi kıvamında mana âlemine açılan bir pencere oldu şimdi. Ve sonra bir kahve daha… 

Daha çok yol var

Ruhum bazen bir dünya haritası gibi serilir önüme. Büyük bir harita bu! Parmağımı ne tarafa koyarsam koyayım, savaş, kavga, hastalık, açlık, yokluk ve bin bir zulüm… Aynı günümüzde olduğu gibi... Haritanın üzerinde, nereye bakarsanız bakın, büyük bir kargaşa hâkim. Kimi görünen, kimi de görünmeyen savaşlarla...

Dünyayı “Doğu-Batı” diye harita üzerinde nasıl da yerleştirmiş, her bir toprak parçasını isimlendirmiş, bölmüş, sahiplenmiş, sınırları koyu renklerle çizmiş, hesaplamış, hatta daha da yetmemiş gibi gökyüzünü bile görünmez çizgilerle parçalara ayırmışlar. Bütün umutlar nereye düştü acaba? Mutluluk hangi kıtaya ya da hangi ülkeye verildi? Küçük kızın titrek bakışı, kadının neden olduğu bilinmez kayboluşu hangi sınırlara dâhil, enlemi hesaplanabilir mi mesela? Ne kadar eder, kaç dolar? Bütün bunların cevaplarını kalın kalın kitapların içinde bulabilir miyim sizce?

Ruhumu yere serdiğim ve dünya haritasına benzettiğim bu sahne elbette bir metafor. Seyrettiğim bir filmde, dişlerinin arasına sıkıştırdığı sigarasıyla konuşmaya devam eden kanserli çocuk, konuşurken bunun sadece bir metafor olduğundan bahsederken, “Bu kötü şeyi dişlerimin arasına alıyorum, ama ona, bana zarar verecek gücü vermiyorum” diyor, “Çünkü onu yakmıyorum”. Ona bu gücü vermemek... Ama nasıl? 

Fark etmeden kumandayı alarak televizyonu acıyorum. Durumun vahametine göre sesini ayarlamaya çalışan spiker ve detaylar... Haber vakti! Ne yazık ki iç açıcı haberlere pek fazla rastlanamıyor artık. Pür dikkat anlamaya ve yine her zamanki gibi büyük resme bakmaya gayret ediyorum. Sevdiğim bir gazetecinin sözleri evin ortasında patlıyor adeta -ya da “Ruhumda” mı demeliydim?-. Dinlemeye koyuluyorum... 

Odanın içindeki kahve kokusunu tamamen yok eden bir ruh krizi yaşanıyor. Ruhumda uçuşan bin bir renk, şimdi birden kayboldu. Gerçek olan bu! Binlerce insanın öldürüldüğü Suriye...

Zor coğrafyanın talihsiz çocukları... Şımarıklık yapacak ve belki de elinden tutup ağlayacak anneleri olmayan binlercesi... Sayıların insanları ifade edemediği, ancak bir istatistik olmaktan öteye gidemeyen haber bültenlerinin “izlenenleri”... Her izlediğimde gözlerimi dolduran ya da “Çocuklar görmesin” diye bir hamlede değiştirdiklerimiz onlar.

İşte hakikat bu! “Silah sanayinin devleri, yaptıkları bu F-12’leri ya da ismini bilmediğim diğerlerini nerede deneyecekler?” diyor gazeteci (!). En son yapılan hava saldırılarında kullanılan uçakların detay haberlerini veriyor. Hangi özelliklere sahip, ne kadar kilo bomba, görüş açısı, gücü, falan filan… Sadece ülkemiz değil, bütün dünya medyasının kullanılan teknolojiyi övmesi kalbimi yavaşlatıyor. Ölenlerin adı yok. Neredeyse hiç kimse bunları gizlemiyor, her şey ortada. Burnumun sızlaması geçmediği için konuşamıyor, yazamıyorum.

“Şikâyetçi oldukları şeyleri rahatça anlatabilsinler, dert yanabilsinler” diye haber izlemeyen insanlar tanıyorum. İzlemiyorlar... Bütün dünyayı yok sayıp, sadece “Ben varım” diyorlar. İsteklerim, kilolarım, yapılan turşular, modeli değişecek arabalar, çocuklar ki özellikle de çocuklar... Gözlerinde at gözlüğü bile olamayanlar ile kendi hüznünde boğulmuş, sadece önündeki kaldırıma bakanlar, bakamayanlar...   

Yolda gördüğüm kadın ve küçük kız, ekmekleri yakalamak için birbiriyle yarışan martılar ve dünyanın bir yerlerindeki savaşlar, zulümler ve filmdeki o cümle: “Ona, bana zarar verecek bu gücü vermiyorum...”

Rastgele bir yolda karşılaştığım insanlardan, hayvanlardan, bütün dünyadan, haber izleyemeyenlerden, habersiz olmayı ve gözlerini kapalı tutmayı tercih edenlerden, susanlardan, konuşanlardan, fotoğraflardan, mutsuzlardan, ekranların önünde duranlardan, yazanlardan hak ve hakikati önde tutanlara, çocukların gözlerine, umuda, emanete, adalete, kahve fincanımın dibinde kalan telvesine kadar daha çok yol var yürünecek...