ELİNDEN
tuttuğu kız çocuğunun, kafasını sürekli annesine çevirerek yürüyüşü dikkatimi
çekmişti. Bir şey söylüyor, adeta annesinin gözünden sevgi ve merhamet
dileniyordu. Annelerin çocuklarına “Beni affet!”, çocukların da annelerine “Sev
beni!” bakışı, ülkelerin, kültürlerin, dillerin ve diğer hiçbir ayrımın
farklılaştıramadığı en özel iletişim şekli olmalı sanırım.
Sıkıca tuttuğu
elinden çekiştire çekiştire annesine bakmaya devam ediyordu. Sokağın başında
küçük bir bakışla göz göze geldik. Sonrasında önümden ve yavaş adımlarla
yürümeye başladılar. Kadın kaldırım taşlarını sayar gibi yere dikmişti
gözlerini. Kızın elinde bir zamanlar pembe olduğu anlaşılan oyuncağı vardı.
Kirden siyaha dönmüş uzun kollarından kavrayıp tuttuğu maymunun kuyruğu yere
değmekteydi. Ağlamaktan burnu akmış, gözleri yanaklarının bir ucundan diğer
ucuna kadar kızarmıştı. Gözlerim ona değince ağlamayı kesmiş, annesinin elini daha
bir kavrayıp, fark etmediğimi zannettiği bakışlarıyla arada bir geriye
bakıyordu.
Kızın korkmuş hali,
annesinin ezilmiş ve yenilmişliğinin yanında çok masumdu. Çocuktu nihayetinde,
kim bilir hangi şımarıklığın devamıydı bu ağlamalar. Cılız saçlarını ince saç
lastiğiyle arkadan bağlamış kadın, özensiz kıyafeti ve soluk yüzüyle
mutsuzluğunu sokağa bırakarak yürüyordu. Hava mutsuzluk kokuyordu şimdi.
Ayaklarını yerden isteksizce kaldırıyor, damarları belirgin elleriyle kavradığı
kızının elini farkında olmadan acıtıyordu.
Köprünün başında
kuşlara ekmek atan başka bir kadının üzerinde uçuşan martılar ise gürültülü bir
şekilde yemek telaşındaydılar. Küçük olan korkup kaçıyor, büyük ve biraz da
gözü açık olansa ekmekleri iştahla kapıyordu. Güçlü ve zayıf arasındaki malum
denklem... Az önce gördüğüm çaresizlik ve -ne sebeple olursa olsun- mutsuzluk,
kuşların vahşi ve gürültülü kavgaları ile neredeyse aynı yerde duruyordu şimdi.
Çarpmadan ve yan yana
Bütün dünya,
insanlar, hayvanlar, fırtına, güneş, soğuk, kum, karanlık, gökyüzü, sonsuzluk
ve de zihnimde uçuşan bin bir resim ve kadının üzerime bulaştırdığı mutsuzluk
ile eve geldim. Kaçış hep kahveyedir bende, kokusunda huzura, renginde hayata,
tadında burun sızlatan umuda yol açar. Odayı kaplayan kahve kokusu ortamı
yumuşatır ve hazırlar; birden renkler değişir, zihin berraklaşır, sakin ve
sessiz bir savaş başlar yazmaya, okumaya, düşünmeye, kaçmaya, kavgaya...
Hepimizin zindanları,
dertleri, kederleri var. Önümüzü göremediğimiz anlar var. Dünyanın bilmem neresinde,
hangi şartlarda, adını bilmediğimiz acılara duçar olmuş insanlar da var. Burnu
ağlamaktan kızarmış kız çocuğu, hayatında daha neler için ağlayacak ve belki de
bütün bunların sonrasında ruhunun hangi bilinmez kuytularında mahsur kalacak
kim bilir, kara kutusunda hiçbir teknolojinin çözümleyemeyeceği ne çok dip not
kaydedilecek? Kadın ise yılların ve belki de yıllar öncesinin izdüşümünde, geçmişin
veya geleceğin gölgesi altında nefessiz. Herkes kendi yörüngesinde bir diğerine
çarpmadan, ama diğer insanlarla birlikte yan yana yürümekte. Çarpmadan ama yan
yana (!)...
Görünenin göründüğü
kadar olmadığını bilecek kadar büyüdüm. Nefis bir hava, rutubetli ve ağrılı
olsa da güzel; varlık âleminde nefes almak güzel ve omuzlarımıza yüklendiğimiz
emanet çok kıymetli. Nasıl her yol bir nokta ile nihayetleniyorsa, bütün
bunların da hakikatinde bir hikmet var. Bazı gözler bunu görmez ve kavramaz
olsa da bütün başlangıçların ayrı bir başı, sonların ise başka bir sonu
muhakkak vardır.
“Secde Ettiğim, bu
yolculuğun varlığına ve yokluğuna ulaştırsın, elimde ve dilimdekini hayır
kılsın” duası, yudumladığım kahvenin dibindeki telvesi kıvamında mana âlemine
açılan bir pencere oldu şimdi. Ve sonra bir kahve daha…
Daha çok yol var
Ruhum bazen bir dünya
haritası gibi serilir önüme. Büyük bir harita bu! Parmağımı ne tarafa koyarsam
koyayım, savaş, kavga, hastalık, açlık, yokluk ve bin bir zulüm… Aynı günümüzde
olduğu gibi... Haritanın üzerinde, nereye bakarsanız bakın, büyük bir kargaşa
hâkim. Kimi görünen, kimi de görünmeyen savaşlarla...
Dünyayı “Doğu-Batı”
diye harita üzerinde nasıl da yerleştirmiş, her bir toprak parçasını
isimlendirmiş, bölmüş, sahiplenmiş, sınırları koyu renklerle çizmiş,
hesaplamış, hatta daha da yetmemiş gibi gökyüzünü bile görünmez çizgilerle parçalara
ayırmışlar. Bütün umutlar nereye düştü acaba? Mutluluk hangi kıtaya ya da hangi
ülkeye verildi? Küçük kızın titrek bakışı, kadının neden olduğu bilinmez
kayboluşu hangi sınırlara dâhil, enlemi hesaplanabilir mi mesela? Ne kadar
eder, kaç dolar? Bütün bunların cevaplarını kalın kalın kitapların içinde
bulabilir miyim sizce?
Ruhumu yere serdiğim
ve dünya haritasına benzettiğim bu sahne elbette bir metafor. Seyrettiğim bir
filmde, dişlerinin arasına sıkıştırdığı sigarasıyla konuşmaya devam eden
kanserli çocuk, konuşurken bunun sadece bir metafor olduğundan bahsederken, “Bu
kötü şeyi dişlerimin arasına alıyorum, ama ona, bana zarar verecek gücü
vermiyorum” diyor, “Çünkü onu yakmıyorum”. Ona bu gücü vermemek... Ama nasıl?
Fark etmeden
kumandayı alarak televizyonu acıyorum. Durumun vahametine göre sesini
ayarlamaya çalışan spiker ve detaylar... Haber vakti! Ne yazık ki iç açıcı
haberlere pek fazla rastlanamıyor artık. Pür dikkat anlamaya ve yine her
zamanki gibi büyük resme bakmaya gayret ediyorum. Sevdiğim bir gazetecinin
sözleri evin ortasında patlıyor adeta -ya da “Ruhumda” mı demeliydim?-.
Dinlemeye koyuluyorum...
Odanın içindeki kahve
kokusunu tamamen yok eden bir ruh krizi yaşanıyor. Ruhumda uçuşan bin bir renk,
şimdi birden kayboldu. Gerçek olan bu! Binlerce insanın öldürüldüğü Suriye...
Zor coğrafyanın
talihsiz çocukları... Şımarıklık yapacak ve belki de elinden tutup ağlayacak
anneleri olmayan binlercesi... Sayıların insanları ifade edemediği, ancak bir
istatistik olmaktan öteye gidemeyen haber bültenlerinin “izlenenleri”... Her
izlediğimde gözlerimi dolduran ya da “Çocuklar görmesin” diye bir hamlede
değiştirdiklerimiz onlar.
İşte hakikat bu! “Silah
sanayinin devleri, yaptıkları bu F-12’leri ya da ismini bilmediğim diğerlerini
nerede deneyecekler?” diyor gazeteci (!). En son yapılan hava saldırılarında
kullanılan uçakların detay haberlerini veriyor. Hangi özelliklere sahip, ne
kadar kilo bomba, görüş açısı, gücü, falan filan… Sadece ülkemiz değil, bütün
dünya medyasının kullanılan teknolojiyi övmesi kalbimi yavaşlatıyor. Ölenlerin
adı yok. Neredeyse hiç kimse bunları gizlemiyor, her şey ortada. Burnumun
sızlaması geçmediği için konuşamıyor, yazamıyorum.
“Şikâyetçi oldukları
şeyleri rahatça anlatabilsinler, dert yanabilsinler” diye haber izlemeyen
insanlar tanıyorum. İzlemiyorlar... Bütün dünyayı yok sayıp, sadece “Ben varım”
diyorlar. İsteklerim, kilolarım, yapılan turşular, modeli değişecek arabalar,
çocuklar ki özellikle de çocuklar... Gözlerinde at gözlüğü bile olamayanlar ile
kendi hüznünde boğulmuş, sadece önündeki kaldırıma bakanlar, bakamayanlar...
Yolda gördüğüm kadın
ve küçük kız, ekmekleri yakalamak için birbiriyle yarışan martılar ve dünyanın
bir yerlerindeki savaşlar, zulümler ve filmdeki o cümle: “Ona, bana zarar
verecek bu gücü vermiyorum...”
Rastgele bir yolda
karşılaştığım insanlardan, hayvanlardan, bütün dünyadan, haber
izleyemeyenlerden, habersiz olmayı ve gözlerini kapalı tutmayı tercih
edenlerden, susanlardan, konuşanlardan, fotoğraflardan, mutsuzlardan,
ekranların önünde duranlardan, yazanlardan hak ve hakikati önde tutanlara,
çocukların gözlerine, umuda, emanete, adalete, kahve fincanımın dibinde kalan
telvesine kadar daha çok yol var yürünecek...