Hollanda ve çocukluk

Kişisel olarak değil, toplumsal olarak neler biriktiriyor, önemsiyor ve hangi rüyaları “Çocukluğum…” diye hatırlayacak nesiller yetiştiriyoruz? Birbirine görünmeyen iplerle bağlı olan gelecek zamanlara hangi ipi uzatıyoruz? Artık kaç çocuk o bildiğimiz tekerlemeleri biliyor? Önüne geçmenin zor, hatta imkânsız olduğu birçok etken neleri yok etti?

KÜÇÜKTÜM, Türk sanat müziğinin birbirinden kıymetli isimlerinin kasetleri her daim çalınır, oyun oynarken veya salıncakta sallanırken bile farkında olmadan eşlik ettiğim muazzam bir ayine dönüşürdü. Yine aynı şekilde, radyoda çalan türküler, farkında olmadan dilime dolanır, ruhumda kendi rengini ve yerini bulurdu.

Her zaman olduğu gibi genel kabul ve popüler algı, bazen kültürün aslî unsurlarını ileriye itip, onu şu veya bu sebeple dolaşımdan kaldırmaya çalışıyor. Bunu gizliden gizliye dudak büküp beğenmeyerek yahut açık bir şekilde reddederek yapıyor. Kendi bilgi ve algı düzeylerine göre her birey farklı oranda etkilenir, tahribata uğrar.

Henüz dünyanın, “gözümün gördüğü kadar” olduğu günlerdi. Dolayısıyla değerler dünyam ve ben, son derece korumasızdık. Piyano dinlemek ve yabancı müziklere kulak vermek gerçek anlamda moda idi. Uzun sure kendimi Doğu’ya giden geminin içinde Batı’ya doğru yürüyen binlerin (!) haline benzetirdim. Sadece müzik konusunda değil, giyim, yaşam şekli, çeşitli davranış biçimleri, yemek kültürü, konuşma tarzı bile bahsettiğim konuya dâhil. Dinlediğim müzikler benim seçimim değil, ama ruhumun lisanı ile aynı şeyi söylemekte.

Kulağım ve aklım da diğer popüler (moda) olanlarda. Dillendirmeden de olsa, “bunun böyle olmasının gerektiği” yahut “böyle güzel olduğu” algısı, karşı konulamayacak kadar güçlü bir kasırga gibi başımızda esmekteydi. Esasen nerede ve hangi şartta yaşadığın gerçekliğinden bağımsız bir durumdur bu. Yani şu an olduğu veya gelecek bilmem hangi zamanda da olmasının muhtemel oluşu gibi. Ali Şeriati’nin, insanın dört zindanı olarak belirlediği o dört maddenin bir tanesi “sosyal yaşam”; haddimi aşmadan üzerinde düşündüğüm meselelerden biri…

Çocukluğumun bahar dallarına bezenmiş bin bir renkli ovalarında, kırlarında gezinirken buluyorum kendimi. Bir adım sonra, kendimi yazarken buluyorum. Hâlâ evimizin önünde asılı duran salıncakları özlüyor, ilkokula giderken konuşmalarımızı, gülüşmelerimizi düşünüp öğretmenimizin taşlı yüzüğüyle başıma hafifçe vurusunu muhabbetle anıyorum. Kalabalık bir ailenin bereketlerini bütün zerrelerine kadar yaşamış biri olarak, ruhum dilimle birlikte duaya duruyor ve bütün dualar “ben” oluyor, bütün cevaplarsa “Amin!”. Şükredebilmenin kendine şükrediyorum…

Büyümeden büyütmek… Ama neyi, nasıl?

Etrafımda kendi çocukluğunu, umutlarını, umutsuzluklarını, sahip olmadıklarını, hayallerini çocuklarının üzerine sanki bir çiçek demeti gibi boca eden birçok insan var. Tabiî bunun daha kötüsü de… Geçmişini hatırlamayan, çocukluğunun bütün aydınlık yüzünü unutmuş, bu sebeple aslında gerçek anlamda yetişkin olamamış büyük çocuklar var. “Büyük çocuklar, küçük çocuklarına iyi bir gelecek inşa edebilmek için çok para harcıyor, deyim yerindeyse saçlarını süpürge ediyor, ancak yaralı ve eksik büyük çocuklar, yetiştirdiklerini bilmiyorlar.” 

Çift kültürlü bir ortamda büyümek ve yaşamak yeterince zor; anne babalar olarak bunu konuşuyor, ancak gereğine dair hakikî çözümlere çoğu zaman ulaşamıyoruz. Bireysel olarak nasıl davrandığımız yahut hatalarımız değil asıl meselem, kendimce peşine düştüğüm konu şu: Kişisel olarak değil, toplumsal olarak neler biriktiriyor,  önemsiyor ve hangi rüyaları “Çocukluğum…” diye hatırlayacak nesiller yetiştiriyoruz? Birbirine görünmeyen iplerle bağlı olan gelecek zamanlara hangi ipi uzatıyoruz? Artık kaç çocuk o bildiğimiz tekerlemeleri biliyor? Önüne geçmenin zor, hatta imkânsız olduğu birçok etken neleri yok etti? Farkında olmalı, bir şeyler yapmalıyız; hakikî dertlerimiz olmalı, gerçek dertler…

Teknolojinin hepimizi nasıl kendisine esir ettiğinden dert yanmak değil niyetim, şartlar ne olursa olsun, insan kendine yaşamak ve hayatta kalmak noktasından başlayarak bir yön belirliyor ve hedefler, hayaller çiziyor. Kalem kâğıt ile değilse bile rüyalarında şekil veriyor… Geçen gün bir arkadaşın oğlu şöyle söylemiş: “Ben Allah’a en hızlı füze ile süratli bir şekilde ulaşmak istiyorum…” Bir başka çocuk, en çocuk olduğu bir anda cenneti, kendine her çeşit Pokemonların verildiği bir yer olarak tasvir etmiş.

Bir reklam filminde karısından sürekli şikâyet eden huzursuz bir adamın, eşinin ağzına bir sakız koymasıyla birlikte ekranın karıncalı bir şekilde görünmez olduğuna gülebiliyoruz. Demek ki zaman ve teknoloji, yok etmiyor ama değiştiriyor, farklılaştırıyor, aynı zamanda da hâlâ güldürebiliyor.

Toplumsal olarak tarih boyunca başka ülke ve insanlara zarar vermek pahasına da olsa evrilmiş, modernleşmiş, gelişmiş bir yerde yaşamaktayız. Yaşam kalitesinin yüksek olduğu, modernliğin anlatılan (neredeyse) bütün tariflerine uyduğu bir ülke... Değişen alışkanlıklar ve yaşam şekilleri zannedildiği gibi bir tehlike değil o zaman. Çocuk her yerde çocuk olmaya, en masum yerinden hayallerin ucundan tutmaya devam ediyor. Yokluğun bile yok olmaktan utandığı diyarlarda dahi gülen yüzler, kırmızı yanağıyla ve kocaman gözleriyle çocukluğun en derin penceresinden bakmakta olanlar, elinde çamurdan yaptığı cep telefonunu büyük bir gülümseme ile dünyaya başkaldırırcasına ya da sahip olduğu bütün imkânları bir soru ile yerle bir eden çocuk cesaretini gösterebilenler var. Kimsenin karşısına durup cevap veremeyeceği kadar yalın ve sert… 

Sosyal olarak etrafımızda duvarlar ören veya görünmez zincirlerle bizi bağlayan bir örgü “toplum”. Çocuk ise, her nerede olursa olsun, hayallerine sınır çizilemeyen sonsuzluk diyarı… İmkânsızlıktan odun ve taş parçalarıyla oynayan da, evinde herhangi bir teknoloji ürünü bilgisayar oyununu oynayan da esasen ruhunda açılan kapılardan geçerek kendini inşa ediyor. Kendimiz ve çocukluğumuz arasında yolculuklarımız var ise, çocuklarımız ve geleceğe dair umutlarımız arasında bir köprü kurulabilir diyorum.

Kendi duygu patlamalarımızın enkazında ezilmeden, biraz yavaşlayarak kendimize, geçmişimize ve çocukluğumuza yolculuklarımızı arttırabiliriz. Bunun için salıncakta “Mihrabım diyerek…” şarkısını söylediğim günlerde geziniyorum…

Eminim, herkesin bir şarkısı ve bir salıncağı var; bulamadıysanız, yine eminim ki yanlış yerde arıyorsunuz.