Hollanda’da yaşamak

Uzakların ölçülemediği bir ülke Hollanda. Gözünün görebildiği kadar açık, geniş, yeşil; arkasından uzun gri çizgiyle sessizce ayrılır yer ile gök. Bulutlar mı indi üzerimize, yoksa biz mi gökyüzüne çekildik? Güneşte eriyen buz misali, bütün duyguların tarumar olduğu savrulma halleri... Ruhun diz çöküp yere kapandığı sessizlik... Sadece sessizlik…

BAVULUM elimde başladığım yolculuğumun ve gurbetin hüzünlerini ve umutlarını yazmaya devam ediyorum. Yazmak desem de aslı yazmak değildir, bilirim. Kıyısında gezindiğim ruhumun nasıl üşüdüğünü veya gönlüme batan dikenleri nasıl yazarım? Yalnız işaret edebilirim sanırım.

“Yazarın parmağına değil, gösterdiği yere bakılır” denilir. Bu sebepledir ki bardaktan taşar gibi yazıyorum. Kalemin ve kâğıdın dostluğunu seviyorum. Bazen canımı yakıyorlar yahut yazmak istediğimin tam tersini yazıyorlar, ama olsun, dostların acı söylemeleri kazanılmış haklarıdır.

“Tatar Çölü”nde (Dino Buzzati) sedyede götürülen kumandan  okuyucuya nereyi işaret eder sizce? O sahnede içimi acıtan her ne ise, hâlâ bahsederken aynı duygular sarıp sarmalıyor beni. O kumandan bana çok şey söyledi, beni derdiyle dertlenmeye mi, yoksa kendimle yüzleşmeme mi davet etti, hâlâ bilemiyorum. Tam da bu sebeple yazar sadece yazmıyor, bir yolculuğun biletini anında elinize verip yolculuğa sürüklüyor. Bir çölde kumandan mısınız, yoksa büyük bir gemi ile dünya turuna çıkan kaptan mı?.. Akla hayale sığmayan, mekân ve zaman ötesi bir yol. Tadını alan için vazgeçilmez, hayat gibi, su gibi, en mutlu anında, en derinlerinde yalnızlıkların yürürken sahici bir vaat… Nefes alma arası, yeni bir pencere ve belki de hiç bilmediğiniz bir renk umuda dair…     

Dağ yoktu…

Yeni hayatımın ilk şaşkınlıklarından bahsedeyim istiyorum biraz. Mesela dağ olmaması, çok uzun zaman ruhumda uzaklık algısını yok etti. Bizler dağların ardındaki sevgiliye yazılan şarkılarla, aşılması gereken zorlukları anlatırken “dağ gibi” ölçüsünü kullanan, av anılarında bahsedilen ve en keskin kayalarda gezinen geyikleri dinleyerek büyüdük. Bazen bir ömür gibi yaşanmışlık öyküsü olup en asi şarkılarda başkaldırı sembolüne dönüşen, yukarının babaannemlere denk geldiği bir çocukluktan, gece uzaktan bakınca kıvrılan yollarında arabaların ışıklarıyla sessiz bir masala dönen zamanlardan bugüne fırlatıldık.

Özellikle böyle söylüyorum; alışmadan, ölçmeden, bilmeden, içinde dönmeye başladığım bir geçiş oldu bu benim için. Bütün değişim ve dönüşümde “hazırlık”, sonradan bakınca hikâyede rastlanmayan gizli kişi pozisyonundadır. Güzel bir manzaranın mutluluğu, gözlerimin içinden ruhuma akarken bile “Bir şey mi eksik?” dedirten arka fon, dağların ve hatta yüksekliğin olmamasındandı.

Bir yol çalışmasından sonra bisiklet yolu ve yaya geçidinin alta alındığı yeni yol bitince, hepimiz aylarca aynı espriye her seferinde aynı iştahla gülebilmiştik. “Aman dikkatli geçin, burası Hollanda’nın en yüksek (!) yeri.” Seneler geçtikçe artık pek söylenmese de hâlâ aynı yoldan geçerken dudağımın ucuna yapışan muzip gülüş de o zamanlardan kalmadır. Dağ yok; ucu kestirilemeyen o uzun patates tarlalarının arkasında gördüğüm yalnızca gri bir gökyüzü. Bazen bulut mu, sis mi, hava mı olduğu çok da anlaşılamayan bu renk, en sevmediğim renk oluverdi. Sabah uyanınca güne başlamayı sevmediğim renk oldu mesela, daralan ruhumun alarm vermesine sebep olan nefes darlıkları veya güzel bir dost muhabbetinin yârim kalan sesi, en sevdiğim kahvemin burnumda kalan kokusu, keskin tadı, olmazsa olmaz karanlığı oldu.

Yeşilin çok olduğu, zaman zaman yeşil zehirlenmesi yaşadığım bu diyarlarda kurak ve garip dağların sessiz ama tanıdık gülüşü hep ilk tercihim oldu.

Uzakların ölçülemediği ülke

Uzakların ölçülemediği bir ülke Hollanda. Gözünün görebildiği kadar açık, geniş, yeşil; arkasından uzun gri çizgiyle sessizce ayrılır yer ile gök.  Bulutlar mı indi üzerimize, yoksa biz mi gökyüzüne çekildik? Güneşte eriyen buz misali, bütün duyguların tarumar olduğu savrulma halleri... Ruhun diz çöküp yere kapandığı sessizlik... Sadece sessizlik…

Büyük pencereli evleri ve bu pencerelerin içinde yaşayan insanları gayet rahat bir şekilde görmek de sakinlik hallerimdendir. “Bunun neresi garip?” dediğinizi duyar gibi olmuyor, adeta duyuyorum. Uzaktan bakınca sokak lambaları şehri haber verir. Yaklaştıkça netleşir her şey. Evler, yollar, sokaklar, onlara biçilen ölçülerde çakılı dururlar yerlerinde. Hareket eden insanlardır, arabalardır; bir de önünüze aniden atlayan sokak kedileri hareket katar sokağın derinliğine. Hollanda’da size korku ile çığlık attıracak bir kedi çıkmaz mesela önünüze. Hepsinin sahipleri, sevenleri ve boyunlarında gururla taşıdıkları kimlikleri vardır.

Gecenin ve gündüzün isimlendirilmiş, bölünmüş, çıkarılmış, verilmiş, alınmış renkleri vardır. Bunun içindir ki onlara bu konuda aynı kalabilme özgürlüğü, sözüm ona modernlik etiketiyle sunulmuş ve kabul görmüştür. Hayatlarımızı kaç parçaya böldüğümüzü, yere düşen mutlulukları ve para üstü misali ortada bırakılan hayalleri diyorum…   

Perde?

Dekoratif bazı şekillerle süslenen camlar, kendini ve ahalisini gizlemek konusunda çok aciz. Gece gündüz, gündüz de gece simasında mahzun şimdi. Özellikle camın tam karşısı en kıymetli köşe ilan edilmiş. Ev, araba, insan yahut ne olursa olsun, göz önünde her şey. Ruhlar sıkıştıkları yerde ışık bulamazken, pencereler yanlış yere bakar olmuş. Perdeler camlara değil, adeta gönüllere göre dikilmiş. İnsanlar kendi yalnızlıklarında, bütün refah yaşamlarına (!) ve düzgün yollarına (!) rağmen kendi karanlıklarında, kendilerinin bile bilmediği bir gurbete göçmüşler.

Sokağımda yürürken utanarak kafamı çevirip bakamadığım evler, bir zaman sonra bakılır oldu. Bütün komşuların koltuklarının rengini görmek, yemek masasının üzerine o hafta hangi renkte çiçeği, bilmem hangi vazoda koyduğunu bilmek de ilginç bir rahatlık hissi veriyor insana. Yolda karşılaşınca farklı bir sesle selam veriliyor artık. Renklerden, evinden, sabahlığının renginden selam verir oluyorsun. Sabahlık demişken, yan komşumun birbirinden güzel ve çiçekli sabahlığıyla ve onun rengine uygun kahve fincanı elindeyken selam verip el sallaması, anne şefkatinin ayak izlerini takip eden bir samimiyet hissettirir bana.

Bakmak istemesem de herkes camın önünden geçmemi bekliyor sanırım. Bazen mahcup, bazen kendiliğinden, bazen de genel kabulün verdiği umursamazlık ile biz bizeyiz. Büyük ekran televizyonların bütün dünyayı evimize taşıdığı, evlerimizin sokak, sokakların da arsızca ev olduğu bir kısırdöngü…

Dedim ya, perdeler gönüllere göre dikilmiş, camlara göre değil. Saflığın, güzelliğin, doğruluğun, birliğin adı burada kabuk değiştirmiş. Yalnızlaşan ve kendini kaybeden insanlar, bütün dünyayı ve sokağı büyük bir iştah ile evlerine sığdırmaya çalışmışlar. Yine kendileriyle yüzleşemedikleri için, bütün varlıklarını ve evlerini bu kadar dışarıya açık olarak yaşamayı benimsemişler. “Bir perde…” deyip geçmeyin. Evlerimiz, mahremimiz, özgürlüğümüz ve sınırımızdır. Sınırlarını bilmeyen yahut şaşıran bir insan, hayatın merkezinde nereye tutunacağını bilemez. Bilemiyor işte (!)…

Yeni hayatımdan bahsedecek daha çok şaşkınlıklarım var elbette. Kendimi inşa etmeye, okumaya, öğrenmeye ve pergelin sivri ucunu doğru yerde tutmaya gayret ediyorum. Bunun için hayret etme ve şaşırma melekelerini güçlü tutmak niyetindeyim. Hollanda yıllarımı bütün yönleriyle hatırlamayı ve elimden geldiğince not etmeyi kıymetli buluyorum. Kalemin ve kâğıdın benimle olan dostluğundan bahsetmiştim; dostlar gerekirse sonsuza kadar susar, susmalıdır…

Dağları özlüyorum, onların hikâyelerini, umutlarını arıyorum. Perdesiz evlere alışmayı inatla reddediyorum.  Alışırsam “ben” yara alır, “bensiz” kalırım.

Gözünüzü kapatıp ruhumun çiçekli ve mavi yollarında, ışıklı ve hayaliniz kadar geniş gezinmeler diliyorum. Belki aynı sedyede, aynı istikamette beraber oluruz(?).