BAVULUM elimde başladığım yolculuğumun
ve gurbetin hüzünlerini ve umutlarını yazmaya devam ediyorum. Yazmak desem de
aslı yazmak değildir, bilirim. Kıyısında gezindiğim ruhumun nasıl üşüdüğünü
veya gönlüme batan dikenleri nasıl yazarım? Yalnız işaret edebilirim sanırım.
“Yazarın
parmağına değil, gösterdiği yere bakılır” denilir. Bu sebepledir ki bardaktan
taşar gibi yazıyorum. Kalemin ve kâğıdın dostluğunu seviyorum. Bazen canımı yakıyorlar
yahut yazmak istediğimin tam tersini yazıyorlar, ama olsun, dostların acı söylemeleri
kazanılmış haklarıdır.
“Tatar
Çölü”nde (Dino Buzzati) sedyede götürülen kumandan okuyucuya nereyi işaret eder sizce? O sahnede içimi
acıtan her ne ise, hâlâ bahsederken aynı duygular sarıp sarmalıyor beni. O kumandan
bana çok şey söyledi, beni derdiyle dertlenmeye mi, yoksa kendimle yüzleşmeme mi
davet etti, hâlâ bilemiyorum. Tam da bu sebeple yazar sadece yazmıyor, bir yolculuğun
biletini anında elinize verip yolculuğa sürüklüyor. Bir çölde kumandan mısınız,
yoksa büyük bir gemi ile dünya turuna çıkan kaptan mı?.. Akla hayale sığmayan, mekân
ve zaman ötesi bir yol. Tadını alan için vazgeçilmez, hayat gibi, su gibi, en
mutlu anında, en derinlerinde yalnızlıkların yürürken sahici bir vaat… Nefes
alma arası, yeni bir pencere ve belki de hiç bilmediğiniz bir renk umuda dair…
Dağ
yoktu…
Yeni
hayatımın ilk şaşkınlıklarından bahsedeyim istiyorum biraz. Mesela dağ olmaması,
çok uzun zaman ruhumda uzaklık algısını yok etti. Bizler dağların ardındaki
sevgiliye yazılan şarkılarla, aşılması gereken zorlukları anlatırken “dağ gibi”
ölçüsünü kullanan, av anılarında bahsedilen ve en keskin kayalarda gezinen
geyikleri dinleyerek büyüdük. Bazen bir ömür gibi yaşanmışlık öyküsü olup en
asi şarkılarda başkaldırı sembolüne dönüşen, yukarının babaannemlere denk
geldiği bir çocukluktan, gece uzaktan bakınca kıvrılan yollarında arabaların ışıklarıyla
sessiz bir masala dönen zamanlardan bugüne fırlatıldık.
Özellikle
böyle söylüyorum; alışmadan, ölçmeden, bilmeden, içinde dönmeye başladığım bir geçiş
oldu bu benim için. Bütün değişim ve dönüşümde “hazırlık”, sonradan bakınca hikâyede
rastlanmayan gizli kişi pozisyonundadır. Güzel bir manzaranın mutluluğu, gözlerimin
içinden ruhuma akarken bile “Bir şey mi eksik?” dedirten arka fon, dağların ve
hatta yüksekliğin olmamasındandı.
Bir
yol çalışmasından sonra bisiklet yolu ve yaya geçidinin alta alındığı yeni yol
bitince, hepimiz aylarca aynı espriye her seferinde aynı iştahla gülebilmiştik.
“Aman dikkatli geçin, burası Hollanda’nın en yüksek (!) yeri.” Seneler geçtikçe
artık pek söylenmese de hâlâ aynı yoldan geçerken dudağımın ucuna yapışan muzip
gülüş de o zamanlardan kalmadır. Dağ yok; ucu kestirilemeyen o uzun patates tarlalarının
arkasında gördüğüm yalnızca gri bir gökyüzü. Bazen bulut mu, sis mi, hava mı olduğu
çok da anlaşılamayan bu renk, en sevmediğim renk oluverdi. Sabah uyanınca güne başlamayı
sevmediğim renk oldu mesela, daralan ruhumun alarm vermesine sebep olan nefes darlıkları
veya güzel bir dost muhabbetinin yârim kalan sesi, en sevdiğim kahvemin
burnumda kalan kokusu, keskin tadı, olmazsa olmaz karanlığı oldu.
Yeşilin
çok olduğu, zaman zaman yeşil zehirlenmesi yaşadığım bu diyarlarda kurak ve
garip dağların sessiz ama tanıdık gülüşü hep ilk tercihim oldu.
Uzakların
ölçülemediği ülke
Uzakların
ölçülemediği bir ülke Hollanda. Gözünün görebildiği kadar açık, geniş, yeşil; arkasından
uzun gri çizgiyle sessizce ayrılır yer ile gök. Bulutlar mı indi üzerimize, yoksa biz mi gökyüzüne
çekildik? Güneşte eriyen buz misali, bütün duyguların tarumar olduğu savrulma
halleri... Ruhun diz çöküp yere kapandığı sessizlik... Sadece sessizlik…
Büyük
pencereli evleri ve bu pencerelerin içinde yaşayan insanları gayet rahat bir şekilde
görmek de sakinlik hallerimdendir. “Bunun neresi garip?” dediğinizi duyar gibi
olmuyor, adeta duyuyorum. Uzaktan bakınca sokak lambaları şehri haber verir. Yaklaştıkça
netleşir her şey. Evler, yollar, sokaklar, onlara biçilen ölçülerde çakılı
dururlar yerlerinde. Hareket eden insanlardır, arabalardır; bir de önünüze
aniden atlayan sokak kedileri hareket katar sokağın derinliğine. Hollanda’da
size korku ile çığlık attıracak bir kedi çıkmaz mesela önünüze. Hepsinin
sahipleri, sevenleri ve boyunlarında gururla taşıdıkları kimlikleri vardır.
Gecenin
ve gündüzün isimlendirilmiş, bölünmüş, çıkarılmış, verilmiş, alınmış renkleri vardır.
Bunun içindir ki onlara bu konuda aynı kalabilme özgürlüğü, sözüm ona modernlik
etiketiyle sunulmuş ve kabul görmüştür. Hayatlarımızı kaç parçaya böldüğümüzü,
yere düşen mutlulukları ve para üstü misali ortada bırakılan hayalleri diyorum…
Perde?
Dekoratif
bazı şekillerle süslenen camlar, kendini ve ahalisini gizlemek konusunda çok
aciz. Gece gündüz, gündüz de gece simasında mahzun şimdi. Özellikle camın tam karşısı
en kıymetli köşe ilan edilmiş. Ev, araba, insan yahut ne olursa olsun, göz önünde
her şey. Ruhlar sıkıştıkları yerde ışık bulamazken, pencereler yanlış yere
bakar olmuş. Perdeler camlara değil, adeta gönüllere göre dikilmiş. İnsanlar
kendi yalnızlıklarında, bütün refah yaşamlarına (!) ve düzgün yollarına (!) rağmen
kendi karanlıklarında, kendilerinin bile bilmediği bir gurbete göçmüşler.
Sokağımda
yürürken utanarak kafamı çevirip bakamadığım evler, bir zaman sonra bakılır
oldu. Bütün komşuların koltuklarının rengini görmek, yemek masasının üzerine o
hafta hangi renkte çiçeği, bilmem hangi vazoda koyduğunu bilmek de ilginç bir rahatlık
hissi veriyor insana. Yolda karşılaşınca farklı bir sesle selam veriliyor artık.
Renklerden, evinden, sabahlığının renginden selam verir oluyorsun. Sabahlık demişken,
yan komşumun birbirinden güzel ve çiçekli sabahlığıyla ve onun rengine uygun
kahve fincanı elindeyken selam verip el sallaması, anne şefkatinin ayak
izlerini takip eden bir samimiyet hissettirir bana.
Bakmak
istemesem de herkes camın önünden geçmemi bekliyor sanırım. Bazen mahcup, bazen
kendiliğinden, bazen de genel kabulün verdiği umursamazlık ile biz bizeyiz. Büyük
ekran televizyonların bütün dünyayı evimize taşıdığı, evlerimizin sokak, sokakların
da arsızca ev olduğu bir kısırdöngü…
Dedim
ya, perdeler gönüllere göre dikilmiş, camlara göre değil. Saflığın, güzelliğin,
doğruluğun, birliğin adı burada kabuk değiştirmiş. Yalnızlaşan ve kendini
kaybeden insanlar, bütün dünyayı ve sokağı büyük bir iştah ile evlerine sığdırmaya
çalışmışlar. Yine kendileriyle yüzleşemedikleri için, bütün varlıklarını ve
evlerini bu kadar dışarıya açık olarak yaşamayı benimsemişler. “Bir perde…”
deyip geçmeyin. Evlerimiz, mahremimiz, özgürlüğümüz ve sınırımızdır. Sınırlarını
bilmeyen yahut şaşıran bir insan, hayatın merkezinde nereye tutunacağını
bilemez. Bilemiyor işte (!)…
Yeni hayatımdan
bahsedecek daha çok şaşkınlıklarım var elbette. Kendimi inşa etmeye, okumaya, öğrenmeye
ve pergelin sivri ucunu doğru yerde tutmaya gayret ediyorum. Bunun için hayret
etme ve şaşırma melekelerini güçlü tutmak niyetindeyim. Hollanda yıllarımı bütün
yönleriyle hatırlamayı ve elimden geldiğince not etmeyi kıymetli buluyorum.
Kalemin ve kâğıdın benimle olan dostluğundan bahsetmiştim; dostlar gerekirse sonsuza
kadar susar, susmalıdır…
Dağları
özlüyorum, onların hikâyelerini, umutlarını arıyorum. Perdesiz evlere alışmayı
inatla reddediyorum. Alışırsam “ben”
yara alır, “bensiz” kalırım.
Gözünüzü
kapatıp ruhumun çiçekli ve mavi yollarında, ışıklı ve hayaliniz kadar geniş gezinmeler
diliyorum. Belki aynı sedyede, aynı istikamette beraber oluruz(?).