İNSANLARIN eşit olduğu
kararlılığı, farklı toplumlar ve zıt fikirler tarafından dile getirilen bir
mottodur. Maddî gelir düzeyi, renk ve ırk değişkenleri, yaşam statüleri, kültür
ve öğrenim düzeyi gibi pek çok sıfat ve niceliksel saptama, insanı insandan
üstün, kalifiye ve seçkin bir ayrışmaya götürmüyor. Yani öyle söyleniyor, fakat
statünün gerektirdiği davranış biçimleri hiç de bunu tasdikler nitelikte değil.
Hemen
en yakın çevremizde, iş yerlerinde, topluma hitap eden umumî oluşumlarda bile
hiyerarşinin ve bu değer ayrışmasının ne kadar keskin hatlarla var olduğunu
görmek mümkün. Statü yükseldikçe gösterilen saygı artıyor, hatır sorma
mesaileri sıklaşıyor, muhatabının tercih ettiği kelime ve unvanlarda daha sıkı
bir eliminasyon vuku buluyor.
Amacım,
bütün hiyerarşik kabullere savaş açmak değil. Fakat “hiyerarşi” denilen -bir
nevi- insan sınıflamasının anlamına çok daha başka bir bakış açısı getirme
niyetimi de gizleyemeyeceğim…
Gerçek
statü, “insan olabilmek”!
Gerçek
saygınlık; doğruluk, güzel ahlâk ve insanlığa fayda sağlama kabiliyeti ile
belirlenmeli!
Ve
elbette bu sadece dilden dile gezinen bir tezahürattan daha fazlasını ifade
etmeli.
Global
perspektifte bu insan kademelerinin var olmadığını söylemek, çok hayâlperest
bir yaklaşım olur. Tabiî devlet kurumları ve yönetim mercilerini dâhil etmeden,
zorunlu görev dağılımlarının meydana getirdiği statüleri ele almadan, daha
topluma dönük bir değerlendirme için konuştuğumuzda bile, var olan sınıflamanın
gerçeği yansıtmadığını söylemek zor olmasa gerek.
Bir
toplumda en yoğun saygı tutulumu kime yönelikse, bu insanın -her zaman için- gerçek
değerleri sebebiyle değil, elde etmeyi başardığı ve herkes tarafından kabul
görmüş sıfatlar nedeniyledir. Bazen aileden zengin bir iş adamı, insanî
davranış biçimlerine ve değer yükselten cevherlere sahip olmadan da yüksek bir
sınıfa dâhil olabiliyor. Bazen de bu avantajlı durumla birlikte, gerçekten
saygıyı hak edecek bir kişilik kazanımı da sergileyebiliyor. Gözde meslek
sahipleri için de durum aynı. Doktor, mühendis, hâkim ve benzeri üst düzey
mesleklerde, statünün var ettiği saygı ortamını hak eden kadar hak etmeyen
kişilerin varlığı da mevzubahis.
Benim
derdim, insanı, sahip olduğu meslekî değerler ve maddî imkânların sağladığı
çevresel saygınlık düzeyinden alaşağı etmek değil. Benim yegâne çabam; unvan ve
etiketleri hiç hesaba katmadan, gerçek statü sahiplerinin kim olduğuna dikkat
çekmek…
Bu
gerçek statü sahiplerinin diğer sıfatlar bakımından başarısı hiç mühim değil.
Bu küme içinde bir doktor da olabilir, ayakkabı tamircisi de… Bir devlet adamı
da olabilir, apartman yöneticisi de… Bir ev hanımı da olabilir, Nobel ödüllü
bir kimyager de… İllâki bir sıfat, mâkâm, unvan, statü yahut sınıf ayrımı
olacaksa, belirleyici kazanımların çok daha farklı olduğu kanaatindeyim. Daha
doğrusu, iddia ediyorum!
İşsiz
ve evsiz bir adamın, insanlar yürürken takılmasın diye bir taşı kenara çekerek
eriştiği statü, hiçbir mâkâm ve maddî imkân tarafından var edilemez. Ama bir
yandan da mâkâm sahibi ve maddî imkânlar bakımından üst düzey bir insan için de
bu statü kazanımı eşit derecede mümkün.
Ait
olduğu toplumun ve sahip olduğu bayrağın değerlerini koruyan bir insan,
hiyerarşik düzende üst mâkâmlarda yer alır; ama toplum içindeki mâkâm ve mevkii
düşükse, bu üstün statüsü gözle görünmez.
Hayatı
imanla ve o imanın gerektirdiği insanlıkla yaşayan bir kul olabilmek,
statülerin en değerlisidir. Fakat bu değerde bir insan, aynı zamanda Afrika’nın
kurak iklimlerinde adı sanı bilinmeyen bir yalnızlıkta yaşıyorsa, hiç kimse bu
statünün varlığını deklare etmez.
Aslında
hiçbir değerin kabul görmek ve dile getirilmek gibi bir ihtiyacı yoktur. Sadece
toplumları değerli olmak konusunda bir iknaya gidiyorsak, onlara gerçek değerin
ne olduğunu anlatmak açısından dile getirilmesi gerekiyor.
Değerli
insana bir değer daha katmak değil hedef; örnek göstererek, gerçek değerleri ve
sessiz statüleri belirlemek gerekiyor.
İnsanın
meslekî başarıları, topluma faydalı icraatı elbette bir statü ve değer
seviyesini işâret eder. Fakat bu bazen doğuştan gelen avantajlarla da olabilir.
Ya da tamamen kişinin kendi gayret ve emeğinin bir sonucuyla da… Bazen de
hiçbir meslekte bir yer edinememiş ya da ses getirecek bir harekette bulunmamış
bir insan, var olduğu topraklarda ve dâhil olduğu aile içinde ve hepsinden
önemlisi Yaradan’a olan hürmet ve gayretiyle çok yüksek statülere sahip
olabilir.
Sözün
kısası; elle tutulur, gözle görülür statüler, her zaman için gerçeği yansıtmaz.
Ama bu bahsedilen etiketlere sahip çok değerli insanlar da vardır. Bizim
kaçırdığımız nokta şu ki; insan tarafından bir unvana lâyık görülmemiş bir
başka insan, onlarca etikete haiz bir yüksek değerliden daha yüksek değerli
olabilir. Gerçek hiyerarşi; vatan sevgisinde, iman gücünde, toplum saygısında,
anne-baba rızâsında ve kişinin etkileşimde bulunduğu her bir noktaya nasıl
temas ettiğinde gizlidir.
İşte
bu yüzden iş yerindeki patronun, hastanede doktorun, mahkemede hâkimin hak
ettiğini varsaydığımız tüm o saygı ve ilginin tamamını, kötülük ve hainlik gibi
şeytanî kabiliyetlerden uzak durmayı başaran her bir insanın hak ettiğini
bilmek gerek!
Yûnus
Emre’ye atıfla, “yaratılanı sevmek”, değer vermek gerek.
Yaradan’a hürmetle…