İNSANOĞLU düşünen,
düşündüren ve düşündükçe varlığını anlayabilen bir varlık olmanın ötesinde,
hissettiklerini bazen kelimelere döken ve bunu en iyi şekilde ifade edebilen
bir varlıktır. İnsan olmanın getirmiş olduğu sorumluluklardan biri de kendi
âlemimizde konuşarak anlaşabilmenin mükemmeliyetidir.
“Önce
söz vardı; çünkü söz, edimdir” diyor üstün yazar Rasim Özdenören ve devam
ediyor: “‘Söz’ deyince, elbette sözde kalan sözü kastetmiyorum.” Dil ve insan
ilişkisi üzerine yazılan güzide yazılarından biriydi bu. Evet, söz ki, kendi
başına ağırlığı olan, çıktığı beşerin karakterini yansıtan mucize… Ve söz,
insanı tâ geçmişten günümüze, kaynağından taşırarak aktaran kudret…
Konuşuyoruz,
gündelik hayatta kadın-erkek bilmem kaç kelime üretiyoruz. Fakat konuşmak ve
anlaşmak gibi mucize ilmini, ben ancak sözü ve özü bir olan insanların
yazdıklarında görebiliyorum. Yoksa bizim konuşmalarımız ya da yazdıklarımız,
onların yanında sadece çabalamaktan ibaret; bu aşikâr!
Bir
Fuzulî’den geçerken söz… Okurken dahi hissettirdikleri bu kadar özelken, kim
bilir onu yazan ilim ehlinin hissiyatı nasıl da derindeydi. “Boş yere canı
yanmaz insanın. Ya bir eksiklik vardır geleceğe dair ya da fazlalık geçmişten
gelen”… Anlamı derin, okuması hoş gelen ve insana geçmişini ve geleceğini tek
bir cümlede sorguya çektirebilecek güce sahip olan söz…
Söz,
kimi zaman bir beste ile tamamlandığında ve kimi zamanda müzik eşliğinde
söylendiğinde sevinci, neşeyi ve üzüntüyü, özlemi yürekten aktarabilen bir
tarih. Kimi zaman aşk, sevinç, özlem, hasret ve kimi zaman da tarihtir tek bir
söz.
Konuşan
ve konuştukça güzelleşen insanlara mukabil, konuştukça çirkinleşen ve
çirkinleştikçe sosyal hayatta çekilmez olan insanların varoluşu ve bunlarla
aynı geçmişi ve geleceği yaşayacak olmak, sükûneti huy edinmiş insanlar için
toplumsal bir sınav gibidir.
Toplum
içinde bir statü elde etmiş fakat hayatı sadece sistem eleştirisi yaparak,
sürekli bir yerleri suçlayarak ve yarım edinilmiş bilgilerle olan veya olmayanı
da olmuş gibi gösteren insanların muhabbeti herkes için sıkıcı olsa gerek. Toplum
olarak ne çok ihtiyacımız var sanata, edebiyata ve naif sözlere!
Yine
toplum olarak sürekli zor günlerden geçtik. Kime sorsanız, hayatının belirli
bir döneminde zor dönem olarak adlandırdığı bir aşaması vardır. Ama bunların
yanında geçmişe özlem duymak çok başka bir durumdur. Tarihimizin her döneminde,
kendi topraklarımızda bu kültürle bütünleşmiş sanatçı tanımına çok yakışan
insanlar var. Ve bu insanların en dikkat çekici yanları, herhangi bir dünya
görüşüne sahip olsalar da her kesim tarafından benimsenen ve saygı duyulan
insanlar olmaları.
Sözü
israf etmemek, gerektiğinde ve yerinde konuşabilmek ve çıkan söze ağırlık
katabilmek bir yana dursun, günümüzde herkesin her şeye verecek bir cevabının
olduğu ve Kudüs şairi Nuri Pakdil’in de âdeta dönemimizi özetlediği gibi, “üslûbu
zor zamanlardayız”.
Nezaket
ifadelerini gittikçe kaybettirdiğimiz gelecek nesle ve dahi kendimize en önce
yapmamız gereken özeleştiri, üslûbumuzla ilgili olmalı. Üslûp; karşılıklı
ilişkilerimizde, ne olduğumuzla ilgili olmayan, nasıl biri olduğumuzu en iyi
ifade edecek olan başlıca karakteristik yansımamız... Bu yüzden konuşmalarımıza
bir üslûp kazandırmalıyız ki hem Yaratan nazarında, hem de karşımızdaki
insanlarda anlamlı etkiler bırakalım.
Çok
önemlidir, geçmişte okuma yazma oranı düşük olmasına rağmen, insana, daha okula
başlamadan aile içinde hem nezaket ifadeleri, saygı, sevgi ve merhamet
kazandırılırken, şimdilerde bu ifadelerin bireylere verilmesi için “âdâb-ı
muaşeret” (görgü kuralları) dersi verilmesi gerektiği hakkında tartışmalar
gündemde. Bu demek oluyor ki, yakın dönem aydınları toplumumuza pozitif
ilimleri aşılarken, kendi kültürümüzü geliştirmek bir yana, gün geçtikçe
yozlaşan ve asimile olmaya hazır bir sosyal yapı meydana getirildi.
Sorun,
nesilleri ihya etmekten geçiyor sanırım. Sadece okumak (diplomalarımız),
üretmek ve tüketmekten ibaret olmayan bir yaşam tarzı oluşturmak gerekiyor. Ve
en önemlisi, karşılıklı tüm ilişkilerde üslûp güzelliği ortaya koymaktan
geçiyor.
Sonuç
olarak, tüm bunları anlayabilecek ya da toplum içinde eksik olarak algılayacak
bir perspektif gerekir. Evet, insan olarak elbette herkes eşittir bu anlamda, bir
hiyerarşi söz konusu olamaz, fakat -sözde aydınlar değil- toplumun tam eksik
gördüğü yerden yarasını kapatan, eksiğini rehabilite edendir topluma gerçek yön
verenler.
Tüm
bunların, insan olmanın getirdiği yükümlülüklerin ötesinde Müslüman insan olmanın
getirdiği görevler de var. Fakat günümüz insanı bunu öyle güzel kapatarak
ilerliyor ki, toplumda normal olanın böyle olduğuna dair algı oluşturmaya
başlıyor. “Avrupa topluluğu içinde erimiş, Müslümanlığını belli zaman ve
mekânlara kilitlemiş ve belki de Müslüman olup olmamayı umursamaz hâle gelmiş
bir Türkiye’de insanların erişilmeye değer hiçbir hedefi bulunmayacak” derken,
İsmet Özel tam da günümüz insan modelini çizmektedir.