Hislerin uğultusu

Zâtını yanına alıp, omuzuna elini atıp, kendi kent(d)ine gitmek ne muazzam bir yolcuktu arkada kalmışlığın tuzlu tadını bilenler için…

GRİ bulutların havaya egemen olduğu, her tarafı sislerin kapattığı soğuk bir kış sabahı ağlayarak selâmladı dünyayı. Doğduğunda kimseler gülümsemedi, basan da olmadı bağrına. Ateşe atsan yanmayacak bir zemheri düşmüştü yakınlarının sol yanına. Annesinin zamansız gidişinin salâsı, ezandan önce okundu kulağına. 

Annesinin ölümünün öznesi, babasının görmeye tahammül edemediği, aynı zamanda kaldırıp atamadığı bir nesne olarak hissetti kendini yıllar boyunca. O vicdan yükünü omuzlarına bırakanlara, “Senin yüzünden böyle oldu” diyenlere inanmıştı çocuk kalbi, alışmıştı hoyratça kırıp parçalanmalara.

Yüzünde içli içli çiseleyen yağmur damlaları, ruhunda kutsal bir yalnızlığın ağırlığı ile küçücük bedenini sığdıramadı hayâllerine. Gerçeklerinde ise hiç yer bulamadı kendine. Ayaklarına prangalar vurulmuş dipsiz kuyulara atılmış gibi hissediyor, ne beklediği kurtarıcı gelip çıkartıyor o karanlık dehlizlerden, ne de kendi hâlinde uçmayı becerebiliyordu.

Çocukluğunun bahçesinden çiçekler dermesine, bohçalarından kumaşlar seçmesine imkân tanımadan, ağzından öfke kusan bîçareler, “Büyüdün” dediler. Fakat kimse büyümenin ne olduğunu ona izah etmemişti; biraz boyu uzamış, biraz da kilo almıştı. “Büyük” dedikleri insanları sorgulayan bakışları, görenlerin kalbini kanatan bir derya, çaresizliğine dokunan bir şiirin tel örgülerle örülen mısralarından damlayan hazan hıçkırığı, vurucu sözlerin kamçılı ağrısı... Sisli, puslu birçok duyguyu kirpiklerine korkuluk niyetine asan bir çift göz...

Kirpiklerini indirdi gözlerinin üzerine, emanet bir yaşamda emanet bir nefesi çekti içine. Mutluluğu için dua dua güvercinler saldı gökyüzüne.

Madem büyümüştü, önce kendisi ile kafa kafaya verip çocukluğunu sorgulamalı, orada açık kalan dosyaları kapatıp kendisiyle tanışarak en çok ona değer vermeliydi.

Herkesin hikâyesi sadece kendine has, her anı yaşamaya ya da yaşatılanı değiştirmeye değerdi. Her şey değişebilirdi, değişmeliydi. Böyle gelenin böyle gitmesine ruhsat vermemeliydi. Bu fark edişin aydınlığına kapılıp içindeki ışığı söndürmeye çalışanlara inat o ışığı dışarı yansıtarak derin bir sükûttan öteye geçmeli, devrim niteliğinde bir seyahate çıkıp kendine kıymet vermeli, kıymet vermeyenleri ise hükümsüz kılmalıydı.

Ona sadece bir yol gerekti. Çıkmazlara düşmeyeceği, karanlıklarda kaybolmayacağı, ruhunu sarıp sarmalayan onca gürültüden kurtulup kendi sessizliğinde rotasını oluşturacağı… Her şeyini alıp götürmediği fakat kalanların da kendi olarak kalacağı bir yol... Çocukluğunu içine sıkıştırdığı görünmez heybesinden güç devşireceği, önüne çıkan keskin viraj ve dik yokuşlarda küskünlüklerini, affedişlerini ama korkakça, ama cesurca kimi zaman umutla ya da umutsuzlukla, soluklandığı her güzergâhta izlerini bırakacağı, attığı her adımda kendini bulacağı bir yol…

Yolun, yolcunun, yolun sonunda bekleyenin kendi olduğunu fark ettiğinde daha da inançla baktı içindeki yollara. İnsanın kendine, ruhuna tadilat yapmasının, içini dışını restore etmesinin, içinde doğurduğu güneş ile kuruyan dallarına suların yürümesinin, dökülen yapraklarının yeniden yeşermesinin ne zararı olabilirdi? Umudun yaşamaya değer heyecanı, içinde ölen çocuğun yaşanacak hayâllerini gerçekleştirmek adına inşâ edilip tekrar tekrar arşınlanmaz mıydı o yollar? 

İçindeki seyahat dışa vurmalıydı artık!

Zalimin üflediği rüzgârlarda, ağacından firar etmiş yaprak gibi oradan oraya savrulmadan, sağlam adımlarla özüne doğru yol almanın vakti gelmişti. İçindeki güneşi önüne kattı, gölgesini ardına aldı ve ilk adımını attı. Bir zamanlar ebeveynlerinin acılarına ve cehaletine kurban edildiğini, ona reva görülen bu rolü oynamak istemediğini duygusallıktan ziyade içsel bir sorumluluk ile itiraf etti kendine.

Kalbine yük olan ne varsa hepsini bırakıp bir kenara, sevmek ve yaşamak üzere yazılmış bir şiirin altı çizili dizelerinin izinden, tek ayağı kırık bir at misali dört nala koşmadan, acılarını onara onara, hüzünlerini mutluluk hamuruyla yoğura yoğura kendine doğru yol aldı.

Zâtını yanına alıp, omuzuna elini atıp, kendi kent(d)ine gitmek ne muazzam bir yolcuktu arkada kalmışlığın tuzlu tadını bilenler için…