Hıristiyanlık ve Hümanizm (2)

Avakkum, sıradan bir toplama kampının yanında çocuk bahçesi gibi kalacak koşullar altında kendi inancıyla var olmayı ve bu inanca tanıklık etmeyi başarmıştır. Ancak düşünsel açıdan bakıldığında sahip olduğu Hristiyanlık inancı, sıradan ve rasyonel bir insan hayatı ile hiçbir bağlantı içinde değildir.

E.R. Curtis’in yakın zaman önce “Avrupa Edebiyatı ve Latin Ortaçağı” adlı muhteşem kitabında gösterdiği gibi, her ne kadar Rönesans’ın İtalyan bilginleri ilk hümanistler olarak bilinse de, aslında normalde karakterize edildiğinden daha belirgin bir süreklilik söz konusudur. Ne Salisburyli John’u, ne 12. yüzyıldaki Chartres bilginlerini, ne de Orleanslı Theodolf ve Walafrid Strabo gibi 9. yüzyılın bazı Karolenj bilginlerine bu sıfatı (hümanist) layık görmeme gibi bir hakkımız var.

Avrupa edebiyatı ve Avrupa düşüncesinin birliğini sağlayan da bu sürekli gelenektir ve böylece E.R. Curtis’in ısrarla belirttiği gibi, hepsi büyük bir birliğin kısımları ve ancak Batı hümanizminin ortak geleneği içinde tamamen anlaşılabilir olduğundan herhangi bir modern Avrupa edebiyatını ayrı bir şey gibi incelemenin anlamı yoktur.

Aynı şey, farklı Avrupa kültürleri için de söylenebilir. Kültür kendiliğinden topraktan bitmez; bu, karmaşık bir transplantasyon süreci ile Doğu Akdeniz’deki asıl kaynağından yayılan ve uzun süren bir ekim süreciyle yeni bir toprakta yavaş yavaş meyvelerini veren yapay bir büyümedir. Dram ve nesir, asma ve zeytin gibidir; ikisi de aynı topraktandır. Fark şu ki, ikisi de farklı yerlere yayılmış ve fazlasıyla farklılaşmıştır.

Bu her halükârda Batı kültürünün bir yönüdür. Rönesans hümanistlerinin, 18. yüzyıl aydınlanma felsefesini ve bir dereceye kadar modern bilim hatası, hümanist geleneği Batı kültüründeki yegâne yaratıcı ve biçimlendirici unsur olarak görmeleri ve gözlerini diğer unsurların varlığına kapatmaları, dahası, onun dışındaki her şeyi barbarca, akıl ve insanlık dışı olarak kınamaları olmuştur. Gerçekte Avrupa kültürünün gelişmesinde hümanizmden daha önemli olan diğer bir gelenek daha vardır: Hıristiyan gelenek.

Bu tıpkı hümanizm geleneği gibi, Batı Avrupa’ya dışarıdan gelmiş, uyum sağlamış ve bin yıllık bir manevî emekle asimile olmuştur. Bu diğerinden daha yeni bir ithaldir, fakat yalnız eğitimli ve çalışmayan sınıflarla sınırlı kalmadığı için etkisi çok daha derin olmuş ve toplumun köklerine -köylülere- nüfuz etmiş ve avam takımının düşünce ve yaşamlarına derinlemesine etki etmiştir.

Başlangıçta birbirine düşman, ardından metres ve köle ve de sonra yine rakip ama bazen de arkadaş ve yardımcı olan bu iki büyük gelenek, birlikte Batı kültürünün bilinçli manevî ve düşünsel kaynakları olmuşlardır. Günümüzde her ikisi de tehdit altındadır ve genellikle aynı düşmanlar tarafından tehdit edilirler. Fakat hâlâ hayattadırlar ve onlar var oluğu sürece Avrupa daha uzun yaşayacaktır.

Yine de bu durum, ille de Hıristiyanlık ve hümanizm arasında daha yakın bir anlayış ve işbirliğine öncülük etmez. Batı kültürünün beklentilerine son derece kötümser nazarla bakan pek çok Hıristiyan vardır. Bunlar Avrupa’nın işinin bittiğini ve Hıristiyanlığın geleceğinin başka bir yerde olduğunu düşünmektedirler. Canon Vidler’in yazmış olduğu gibi, genel anlamda Hıristiyanlar, Avrupa'nın çöküşünü Rönesans'ta başlayan muazzam deneyin/tecrübenin sonuçlanması ve parçalanması olarak görmektedirler. Diğer bir deyişle, Avrupa insanı Tanrı’nın ve O’nun takdirinden uzak ve bağımsız olarak kendi kendi ile bir medeniyet kuracaktır. Bu bakımdan mesele, Hıristiyanlık ve hümanizm arasında bir ittifak sorunundan çok, Hıristiyanların bir anlamda karşılıklı ödün vererek oluşmuş bu fiilî ittifaktan kendilerini mümkün olduğunca hızlı ve eksiksiz biçimde kurtarmaları sorunudur.

Yine de bu serbest kalma/ayrılma süreci ilk bakışta göründüğü kadar basit değildir. Bin 800 yılık münasebetin ardından bizim için alışkanlık haline gelen her türlü düşünce ve davranış kalıplarının oluşturulduğu pek çok karşılıklı tesir olmuştur ve ortalama bir Hıristiyan, manevî görünümünün ne kadarının hümanist etkilerle şartlandırıldığının farkına varamaz.

Olaya bir de hümanizm açısından bakalım…

Şüphesiz hümanizm, modern dünyada düşüş eğilimde. Hâlâ belirli bir etkiye sahip olmakla birlikte, İngiliz ve Amerikan Hıristiyanları arasında olduğu kadar güçlü değil. Yine de hümanizm hareketinin ne tamamen Hıristiyan, ne de yalnızca insancıl bir hareket olduğunu unutmamak gerekir. Hümanist geleneğin Hıristiyanlık üzerindeki etkisinin yanı sıra, bunun tam tersi de söz konusudur. Hümanizmin son iki yüzyılda kaydettiği başarıların bugün güvende olmadığı konusunda herhalde hepimiz hemfikiriz. Bu meselede laik hümanistler ve Hıristiyanlar, laik devlete karşı olan Kilise’nin haklarını savunan değişik Hıristiyan kuruluşlardan çok daha yakından birleştirilmişlerdir –sanıyorum-. Ve eğer işkencenin yasallaştırılması veya toplu idam uygulaması yeniden gündeme gelirse, şüphesiz en güçlü protestoyu ortaya koyan hümanizmi de eleştirenler Hıristiyanlar olacaktır.

Gerçek şu ki, çok az insan katı ve hümanist olmayan Hıristiyanlığın neye benzeyeceği hakkında net bir görüşe sahiptir. “Bir katır kadar cahil olmaktan” memnun olmayı gerektiren aşırı mezhepçilik türünün var olduğunu elbette bilirler, ama eminim ki istedikleri böyle bir şey değil. Bu anlayıştan daha çok takdir edilebilecek örnekleri elbette hümanist olmayan Hıristiyanlıkta görebilmek mümkün. Ancak bu örnekler zaman ve mekân açısından oldukça uzaklar.

En güzel örneklerinden biri, Rus komünyonunda yapılacak olan reforma karşı çıktığı için 1682 yılında diri diri yakılan ve otobiyografisi klasik Rus edebiyatının en önemli eserlerinden olan Başpapaz Avakkum’dur. Bir bakıma Avakkum’un dinî inancı, Hıristiyanlığın hümanist olmayan totaliter bir düzende süregelmesi halinde ortaya çıkacak olgunun ta kendisi gibi görünmektedir. Zira Avakkum, sıradan bir toplama kampının yanında çocuk bahçesi gibi kalacak koşullar altında kendi inancıyla var olmayı ve bu inanca tanıklık etmeyi başarmıştır. Ancak düşünsel açıdan bakıldığında sahip olduğu Hristiyanlık inancı, sıradan ve rasyonel bir insan hayatı ile hiçbir bağlantı içinde değildir. Kendisi, Sibiryalı şamanlarla aynı müştereklerde buluşabilen, ancak inancı tıpkı bu şamanlarınki gibi son derece sığ olan Hıristiyan bir büyücüydü. Her türlü hümanist kültür ya da etikten uzak olması, kendisini tamamen ritüel düzenin gözlemlerine bağımlı hale getirmişti. Örneğin iki parmak yerine üç parmakla istavroz çıkarmak, ona göre dini inkâr etmek demekti ve bu eylem, işlenen herhangi bir suçtan ya da ahlaksızlıktan çok daha kötüydü.

Bu tür insancıl olmayan bir Hıristiyanlık inancı, sadece hümanizmin etkisi ile yoğrulduğu su götürmez bir gerçek olan Batı Hıristiyanlığı ile çelişmez, ayrıca Hıristiyanlığın özüne de ters düşer. Odak noktaları Yahudilerden putperestlere, sinagogların kapalı dünyası ile yasalarından Roma-Helenistik dünyasına yönelince Apostelik (Papalık) Kilise tarafından haklarında hüküm verilmiştir.

Anti-entelektüel görüntüsüne karşın St. Paul, Hıristiyanlığı yayma çalışmalarındaki insancıl değerlerin elbette farkındaydı. Hatta kendisi ilk Hıristiyan hümanistti. Onun Atinalılara insan ırkının bütünlüğü, takdir-i ilahî, insanlar ile ilahî yaratılış arasındaki yakınlık gibi Helenistik doktrinlerinden de bahsettiği konuşması, Hıristiyanlık hümanizminin en önemli dokümanı niteliğindedir. Bahsettiği konular, Helenistik kökenli dinleyicilerine Hıristiyanlığı anlatma çabasından daha ötedir. Bu çaba, Doğu Roma İmparatorluğu’nun Helenistik kentlerinin Kilise inancını yayabilmek için gerekli koşulları sağlaması sebebiyle St. Paul’un Hıristiyanlık ve Helenizm arasında bir bağlantı olduğunu düşündüğünü ifade ediş biçimidir.

Peki, bu bağlantının kökeni nedir?


Bir yandan Helenizm diğer kültürlerde bulunmayan insan doğası felsefesi ve insancıl kültürel yapıyı sağlarken, diğer yandan Hıristiyanlık, Tanrı ve insan arasındaki arabulucu İsa Mesih’in tarihî bedeninde ilahî ve insanî doğayı özünde birleştiren “Vahdet-i Vücûd” doktrini ile diğer tüm dinlerden ayrılmaktadır.

Hıristiyanlığın bu temel doktrininin diğer Doğu kökenli inanışlarda görülmeyen bir şekilde insan doğasına, insanlık tarihine ve insan yaşamına yeni bir değer verdiği su götürmez bir gerçektir. Doğu kökenli dinler, “ilahî doğa”nın aşkınlığı ve kesinliği üzerinde ne kadar çok iddiada bulunursa, insan ve Tanrı arasındaki uçurum da o kadar büyümektedir. Bu sebeple bu dinler ya maddi dünyanın gerçekliğini reddetme ya da bu dünyanın kesinlikle şeytanî olduğunu ve bedenin insan ruhunun tutsak kaldığı bir hapishane olduğunu kabul etme eğilimindedir.

Bu idealar eski çağlarda o kadar güçlüydü ki Hıristiyanlığı istila etmekle tehdit ediyorlardı ve sadece Helenistik kültürün metotları ve Aziz Irenaeus ile Nissalı Aziz Gregory gibi Hıristiyan hümanistlerin yardımı ile Kilise, Hıristiyanlığın insanla ilgili doktrinlerini savunmayı başardı. 

Aziz Gregory’e göre, rasyonel bir varlık olarak insanın doğal fonksiyonu ve -dünyanın yöneticisi ve anlaşılan ile hissedilen dünya arasındaki bağlantı- insanlığı ilahî doğa ile bir bütün haline getiren ve yaratılışın zedelenmiş birliğini onaran “Vahdet-i Vücûd felsefesine” yüklenen ilahî görev arasında çok büyük bir benzerlik vardır. Doğal düzen, doğaüstü düzen ile paralellik gösterir ve bu her iki düzen de aynı ilahî yaratılış ve iyileştirme planının bir parçasını oluşturur. Vücut bulma, insan doğasını esas bütünlüğüne doğru yönlendirir ve bu sayede insan tarafından daha yüksek bir seviyeye çıkarılan maddi yaratılış, ruhanî (manevî) ya da düşünülebilir dünya bir araya gelmektedir.

Bu doktrinler Paulie için kesinlikle bir temel niteliğindedir. Ancak Nissalı Aziz Gregory ile bu doktrinler, Yunan düşünce geleneği ve Helenizmin insanlık ideali ile açık bir şekilde ilişkilendirilmiştir. Ayrıca kardeşi Aziz Basil ve arkadaşı Aziz Gregory Nazianzen ile birlikte Nissalı Aziz Gregory, daha teknik açıdan bakıldığında da hümanistlerdi. Onlar, Ortodoks Hıristiyanlığı kültürünün gelişiminde büyük etkileri olan, edebiyat âşığı çalışkan öğrencilerdi.

Günümüzde Batı Hıristiyanlığını Rusların gözünden inceleme ve bu öğeleri hümanist gelenekten çok çok uzak olan Bizans geleneğine -Avakkum, Homiyakof ve Dostoyevski gibi örneklerde görüldüğü üzere-sıkıştırma gibi bir eğilim söz konusudur. Ancak bu kişiler, Bizans geleneğinden çok Rusların ruhunu temsil etmektedirler. Bizans kültürünün gerçek kurucuları, kendileri ile bizzat konuşmuş olduğum Kapadokyalı babalardı ve farklı kültürlerle farklı insanlarda çok farklı yansımalar bulan Batı Ortodoksluğunun daha sonraki gelişiminin temelinde, bir tür Hıristiyan hümanizmi olan 4. yüzyıl Hıristiyan Helenizmi yatmaktadır.

Ortodoks Hıristiyanlığında ne Batı, ne de hümanizme ait bir öğe olduğu doğrudur -ıssız yerlerde yaşayan keşişlerin geleneğinden bahsediyorum-. Ancak Bizans kültürü bu geleneği kendi bünyesine alıp Helenistik bir hale getirebilmişken, büyük ölçüde Aziz Basil sayesinde Bgoul ve Schenouti gibi Mısırlı liderlerin temsil ettiği manastırlık sisteminde yer alan ve tamamen Doğu’ya ait bu öğe, hem Ortodoksluktan, hem de hümanizmden çıkmıştır. Ve bu ayrım, Mısır ile Suriye’yi Ortodoks kilisesinden koparan dinî ayaklanmanın arkasında yatan en büyük itici güçlerden biri olmuştur. Bu yüzden de Helenistik kültüre karşı bu büyük Doğulu tepkinin, din olgusunu İsa’nın insan olduğunu reddeden bir doktrinde temellendirmesi şans eseri gerçekleşmemiştir.

Bu Doğulu tepki burada kalmamıştır. Monofizitizme göre Doğu’yu Hıristiyanlıktan uzaklara götüren geniş etkilere sebep olmuş bu olay sadece bir başlangıçtı; Vahdet-i Vücûd ideasını tamamen reddeden ve Tanrı ile insan arasında aşılmaz bir köprü kuran İslam inancının “tanrısal üçleme inancını kesinlikle reddeden” kat’î algısında nihaî şekilde kendini bulmuştur. Böylece Doğu Hıristiyanlığının, hümanist kültürün hiçbir formu ile bağlantısı olmadığını ifade etmek kolay, bu tür bir Hıristiyanlık inancının Ortodoks olmayan farklı formlara ya da Doğu anlayışı ile büyük benzerlik gösteren ve Hıristiyan olmayan bir maneviyata -Manişeist, Müslüman ya da monofizit- karşı durabilmesi pratikte çok zordur.

Tarihsel bir kazadan ziyade teolojik bir gereklilik yüzünden monofizit bir özellik kazanan bu tarz, Habeşistan Hıristiyanlığında hâkim olmuş ve kendini yaklaşık bin yıl boyunca İslam baskısına karşı koruyabilmiştir. Habeşistan örneğindeki gibi olsa bile, yine de 16. yüzyıldaki ulusal dirilişin Batı kültürüne ve Batı Hıristiyanlığının etkilerine ne kadar borçlu olduğunu unutmamalıyız.

Hristiyanlığın belirli bir ırk ya da kültüre bağlı olmadığı doğrudur. Ne Doğu, ne de Batı’ya aittir. Ancak bir bütün olarak insan ırkına karşı evrensel bir sorumluluğu vardır. İşte tam da bu evrensellik içerisinde Hıristiyanlık ve hümanizm arasındaki doğal bağı ve yakınlığı görebilmekteyiz. Hümanizmde de insana insan olarak çağrıda bulunulur. Hümanizm, insan doğasının evrensel niteliklerini kan, toprak ve sınıf gibi dar kısıtlamalardan kurtarıp özgür kılmayı ve tüm insanların ortak “insanlık” paydalarını fark edebildikleri ortak bir dil ve kültür yaratmayı amaçlamaktadır. Hümanizm, insanları birbirlerini anlamayacakları şekilde farklı diller konuşan kabilelere ayrılmaya mahkûm eden Babil lanetinin üstesinden gelme çabasıdır.

Eğer bu hümanizmin yeni bir Babil Kulesi -insanların Tanrı’yı ihmal ve inkâr ederek kendi kibir ve gururları ile inşa ettikleri şehir kulesi-inşa etme çabasında olduğu anlamına gelirse, işte o zaman hümanizmin anti-Hıristiyan olduğu kabul edilebilir. Ama hümanizmin tek çeşidi bu değildir. İnsanların Tanrı’ya ihtiyaç duyduğu ve doğanın mükemmeliyeti için de bir rahmete gerek duyduğu gibi, insan kültürü de manevî kültürün doğal temelini ve hazırlık aşamasını oluşturur. Bu yüzden Hıristiyanlık hümanizmi, hem Hıristiyan etiği ve Hıristiyan sosyolojisinden, hem de Hıristiyan yaşam tarzından ayrı tutulamaz. Kültürel olarak hümanizm ve ilahilik, doğa ve rahmetin var olma sırasında olduğu gibi birbirini tamamlayan iki farklı öğedir.


*Metin Orijinali: Christopher Dawson