E.R. Curtis’in yakın
zaman önce “Avrupa Edebiyatı ve Latin Ortaçağı” adlı muhteşem kitabında
gösterdiği gibi, her ne kadar Rönesans’ın İtalyan bilginleri ilk hümanistler
olarak bilinse de, aslında normalde karakterize edildiğinden daha belirgin bir
süreklilik söz konusudur. Ne Salisburyli John’u, ne 12. yüzyıldaki Chartres
bilginlerini, ne de Orleanslı Theodolf ve Walafrid Strabo gibi 9. yüzyılın bazı
Karolenj bilginlerine bu sıfatı (hümanist) layık görmeme gibi bir hakkımız var.
Avrupa
edebiyatı ve Avrupa düşüncesinin birliğini sağlayan da bu sürekli gelenektir ve
böylece E.R. Curtis’in ısrarla belirttiği gibi, hepsi büyük bir birliğin
kısımları ve ancak Batı hümanizminin ortak geleneği içinde tamamen
anlaşılabilir olduğundan herhangi bir modern Avrupa edebiyatını ayrı bir şey
gibi incelemenin anlamı yoktur.
Aynı
şey, farklı Avrupa kültürleri için de söylenebilir. Kültür kendiliğinden
topraktan bitmez; bu, karmaşık bir transplantasyon süreci ile Doğu Akdeniz’deki
asıl kaynağından yayılan ve uzun süren bir ekim süreciyle yeni bir toprakta
yavaş yavaş meyvelerini veren yapay bir büyümedir. Dram ve nesir, asma ve
zeytin gibidir; ikisi de aynı topraktandır. Fark şu ki, ikisi de farklı yerlere
yayılmış ve fazlasıyla farklılaşmıştır.
Bu
her halükârda Batı kültürünün bir yönüdür. Rönesans hümanistlerinin, 18. yüzyıl
aydınlanma felsefesini ve bir dereceye kadar modern bilim hatası, hümanist
geleneği Batı kültüründeki yegâne yaratıcı ve biçimlendirici unsur olarak
görmeleri ve gözlerini diğer unsurların varlığına kapatmaları, dahası, onun
dışındaki her şeyi barbarca, akıl ve insanlık dışı olarak kınamaları olmuştur.
Gerçekte Avrupa kültürünün gelişmesinde hümanizmden daha önemli olan diğer bir
gelenek daha vardır: Hıristiyan gelenek.
Bu
tıpkı hümanizm geleneği gibi, Batı Avrupa’ya dışarıdan gelmiş, uyum sağlamış ve
bin yıllık bir manevî emekle asimile olmuştur. Bu diğerinden daha yeni bir
ithaldir, fakat yalnız eğitimli ve çalışmayan sınıflarla sınırlı kalmadığı için
etkisi çok daha derin olmuş ve toplumun köklerine -köylülere- nüfuz etmiş ve
avam takımının düşünce ve yaşamlarına derinlemesine etki etmiştir.
Başlangıçta
birbirine düşman, ardından metres ve köle ve de sonra yine rakip ama bazen de
arkadaş ve yardımcı olan bu iki büyük gelenek, birlikte Batı kültürünün bilinçli
manevî ve düşünsel kaynakları olmuşlardır. Günümüzde her ikisi de tehdit
altındadır ve genellikle aynı düşmanlar tarafından tehdit edilirler. Fakat hâlâ
hayattadırlar ve onlar var oluğu sürece Avrupa daha uzun yaşayacaktır.
Yine
de bu durum, ille de Hıristiyanlık ve hümanizm arasında daha yakın bir anlayış
ve işbirliğine öncülük etmez. Batı kültürünün beklentilerine son derece
kötümser nazarla bakan pek çok Hıristiyan vardır. Bunlar Avrupa’nın işinin
bittiğini ve Hıristiyanlığın geleceğinin başka bir yerde olduğunu
düşünmektedirler. Canon Vidler’in yazmış olduğu gibi, genel anlamda Hıristiyanlar,
Avrupa'nın çöküşünü Rönesans'ta başlayan muazzam deneyin/tecrübenin
sonuçlanması ve parçalanması olarak görmektedirler. Diğer bir deyişle, Avrupa
insanı Tanrı’nın ve O’nun takdirinden uzak ve bağımsız olarak kendi kendi ile
bir medeniyet kuracaktır. Bu bakımdan mesele, Hıristiyanlık ve hümanizm
arasında bir ittifak sorunundan çok, Hıristiyanların bir anlamda karşılıklı
ödün vererek oluşmuş bu fiilî ittifaktan kendilerini mümkün olduğunca hızlı ve
eksiksiz biçimde kurtarmaları sorunudur.
Yine
de bu serbest kalma/ayrılma süreci ilk bakışta göründüğü kadar basit değildir. Bin
800 yılık münasebetin ardından bizim için alışkanlık haline gelen her türlü
düşünce ve davranış kalıplarının oluşturulduğu pek çok karşılıklı tesir
olmuştur ve ortalama bir Hıristiyan, manevî görünümünün ne kadarının hümanist
etkilerle şartlandırıldığının farkına varamaz.
Olaya
bir de hümanizm açısından bakalım…
Şüphesiz
hümanizm, modern dünyada düşüş eğilimde. Hâlâ belirli bir etkiye sahip olmakla
birlikte, İngiliz ve Amerikan Hıristiyanları arasında olduğu kadar güçlü değil.
Yine de hümanizm hareketinin ne tamamen Hıristiyan, ne de yalnızca insancıl bir
hareket olduğunu unutmamak gerekir. Hümanist geleneğin Hıristiyanlık üzerindeki
etkisinin yanı sıra, bunun tam tersi de söz konusudur. Hümanizmin son iki
yüzyılda kaydettiği başarıların bugün güvende olmadığı konusunda herhalde
hepimiz hemfikiriz. Bu meselede laik hümanistler ve Hıristiyanlar, laik devlete
karşı olan Kilise’nin haklarını savunan değişik Hıristiyan kuruluşlardan çok
daha yakından birleştirilmişlerdir –sanıyorum-. Ve eğer işkencenin
yasallaştırılması veya toplu idam uygulaması yeniden gündeme gelirse, şüphesiz
en güçlü protestoyu ortaya koyan hümanizmi de eleştirenler Hıristiyanlar
olacaktır.
Gerçek
şu ki, çok az insan katı ve hümanist olmayan Hıristiyanlığın neye benzeyeceği
hakkında net bir görüşe sahiptir. “Bir katır kadar cahil olmaktan” memnun
olmayı gerektiren aşırı mezhepçilik türünün var olduğunu elbette bilirler, ama
eminim ki istedikleri böyle bir şey değil. Bu anlayıştan daha çok takdir
edilebilecek örnekleri elbette hümanist olmayan Hıristiyanlıkta görebilmek
mümkün. Ancak bu örnekler zaman ve mekân açısından oldukça uzaklar.
En
güzel örneklerinden biri, Rus komünyonunda yapılacak olan reforma karşı çıktığı
için 1682 yılında diri diri yakılan ve otobiyografisi klasik Rus edebiyatının
en önemli eserlerinden olan Başpapaz Avakkum’dur. Bir bakıma Avakkum’un dinî
inancı, Hıristiyanlığın hümanist olmayan totaliter bir düzende süregelmesi
halinde ortaya çıkacak olgunun ta kendisi gibi görünmektedir. Zira Avakkum,
sıradan bir toplama kampının yanında çocuk bahçesi gibi kalacak koşullar
altında kendi inancıyla var olmayı ve bu inanca tanıklık etmeyi başarmıştır.
Ancak düşünsel açıdan bakıldığında sahip olduğu Hristiyanlık inancı, sıradan ve
rasyonel bir insan hayatı ile hiçbir bağlantı içinde değildir. Kendisi,
Sibiryalı şamanlarla aynı müştereklerde buluşabilen, ancak inancı tıpkı bu
şamanlarınki gibi son derece sığ olan Hıristiyan bir büyücüydü. Her türlü
hümanist kültür ya da etikten uzak olması, kendisini tamamen ritüel düzenin
gözlemlerine bağımlı hale getirmişti. Örneğin iki parmak yerine üç parmakla
istavroz çıkarmak, ona göre dini inkâr etmek demekti ve bu eylem, işlenen
herhangi bir suçtan ya da ahlaksızlıktan çok daha kötüydü.
Bu
tür insancıl olmayan bir Hıristiyanlık inancı, sadece hümanizmin etkisi ile
yoğrulduğu su götürmez bir gerçek olan Batı Hıristiyanlığı ile çelişmez, ayrıca
Hıristiyanlığın özüne de ters düşer. Odak noktaları Yahudilerden putperestlere,
sinagogların kapalı dünyası ile yasalarından Roma-Helenistik dünyasına
yönelince Apostelik (Papalık) Kilise tarafından haklarında hüküm verilmiştir.
Anti-entelektüel görüntüsüne karşın St. Paul, Hıristiyanlığı yayma çalışmalarındaki insancıl değerlerin elbette farkındaydı. Hatta kendisi ilk Hıristiyan hümanistti. Onun Atinalılara insan ırkının bütünlüğü, takdir-i ilahî, insanlar ile ilahî yaratılış arasındaki yakınlık gibi Helenistik doktrinlerinden de bahsettiği konuşması, Hıristiyanlık hümanizminin en önemli dokümanı niteliğindedir. Bahsettiği konular, Helenistik kökenli dinleyicilerine Hıristiyanlığı anlatma çabasından daha ötedir. Bu çaba, Doğu Roma İmparatorluğu’nun Helenistik kentlerinin Kilise inancını yayabilmek için gerekli koşulları sağlaması sebebiyle St. Paul’un Hıristiyanlık ve Helenizm arasında bir bağlantı olduğunu düşündüğünü ifade ediş biçimidir.
Peki, bu bağlantının kökeni nedir?
Bir
yandan Helenizm diğer kültürlerde bulunmayan insan doğası felsefesi ve insancıl
kültürel yapıyı sağlarken, diğer yandan Hıristiyanlık, Tanrı ve insan
arasındaki arabulucu İsa Mesih’in tarihî bedeninde ilahî ve insanî doğayı
özünde birleştiren “Vahdet-i Vücûd” doktrini ile diğer tüm dinlerden
ayrılmaktadır.
Hıristiyanlığın
bu temel doktrininin diğer Doğu kökenli inanışlarda görülmeyen bir şekilde
insan doğasına, insanlık tarihine ve insan yaşamına yeni bir değer verdiği su
götürmez bir gerçektir. Doğu kökenli dinler, “ilahî doğa”nın aşkınlığı ve
kesinliği üzerinde ne kadar çok iddiada bulunursa, insan ve Tanrı arasındaki
uçurum da o kadar büyümektedir. Bu sebeple bu dinler ya maddi dünyanın
gerçekliğini reddetme ya da bu dünyanın kesinlikle şeytanî olduğunu ve bedenin
insan ruhunun tutsak kaldığı bir hapishane olduğunu kabul etme eğilimindedir.
Bu
idealar eski çağlarda o kadar güçlüydü ki Hıristiyanlığı istila etmekle tehdit
ediyorlardı ve sadece Helenistik kültürün metotları ve Aziz Irenaeus ile
Nissalı Aziz Gregory gibi Hıristiyan hümanistlerin yardımı ile Kilise, Hıristiyanlığın
insanla ilgili doktrinlerini savunmayı başardı.
Aziz
Gregory’e göre, rasyonel bir varlık olarak insanın doğal fonksiyonu ve -dünyanın
yöneticisi ve anlaşılan ile hissedilen dünya arasındaki bağlantı- insanlığı
ilahî doğa ile bir bütün haline getiren ve yaratılışın zedelenmiş birliğini
onaran “Vahdet-i Vücûd felsefesine” yüklenen ilahî görev arasında çok büyük bir
benzerlik vardır. Doğal düzen, doğaüstü düzen ile paralellik gösterir ve bu her
iki düzen de aynı ilahî yaratılış ve iyileştirme planının bir parçasını
oluşturur. Vücut bulma, insan doğasını esas bütünlüğüne doğru yönlendirir ve bu
sayede insan tarafından daha yüksek bir seviyeye çıkarılan maddi yaratılış,
ruhanî (manevî) ya da düşünülebilir dünya bir araya gelmektedir.
Bu
doktrinler Paulie için kesinlikle bir temel niteliğindedir. Ancak Nissalı Aziz
Gregory ile bu doktrinler, Yunan düşünce geleneği ve Helenizmin insanlık ideali
ile açık bir şekilde ilişkilendirilmiştir. Ayrıca kardeşi Aziz Basil ve
arkadaşı Aziz Gregory Nazianzen ile birlikte Nissalı Aziz Gregory, daha teknik
açıdan bakıldığında da hümanistlerdi. Onlar, Ortodoks Hıristiyanlığı kültürünün
gelişiminde büyük etkileri olan, edebiyat âşığı çalışkan öğrencilerdi.
Günümüzde
Batı Hıristiyanlığını Rusların gözünden inceleme ve bu öğeleri hümanist
gelenekten çok çok uzak olan Bizans geleneğine -Avakkum, Homiyakof ve Dostoyevski
gibi örneklerde görüldüğü üzere-sıkıştırma gibi bir eğilim söz konusudur. Ancak
bu kişiler, Bizans geleneğinden çok Rusların ruhunu temsil etmektedirler.
Bizans kültürünün gerçek kurucuları, kendileri ile bizzat konuşmuş olduğum
Kapadokyalı babalardı ve farklı kültürlerle farklı insanlarda çok farklı
yansımalar bulan Batı Ortodoksluğunun daha sonraki gelişiminin temelinde, bir
tür Hıristiyan hümanizmi olan 4. yüzyıl Hıristiyan Helenizmi yatmaktadır.
Ortodoks
Hıristiyanlığında ne Batı, ne de hümanizme ait bir öğe olduğu doğrudur -ıssız
yerlerde yaşayan keşişlerin geleneğinden bahsediyorum-. Ancak Bizans kültürü bu
geleneği kendi bünyesine alıp Helenistik bir hale getirebilmişken, büyük ölçüde
Aziz Basil sayesinde Bgoul ve Schenouti gibi Mısırlı liderlerin temsil ettiği
manastırlık sisteminde yer alan ve tamamen Doğu’ya ait bu öğe, hem Ortodoksluktan,
hem de hümanizmden çıkmıştır. Ve bu ayrım, Mısır ile Suriye’yi Ortodoks
kilisesinden koparan dinî ayaklanmanın arkasında yatan en büyük itici güçlerden
biri olmuştur. Bu yüzden de Helenistik kültüre karşı bu büyük Doğulu tepkinin,
din olgusunu İsa’nın insan olduğunu reddeden bir doktrinde temellendirmesi şans
eseri gerçekleşmemiştir.
Bu
Doğulu tepki burada kalmamıştır. Monofizitizme göre Doğu’yu Hıristiyanlıktan
uzaklara götüren geniş etkilere sebep olmuş bu olay sadece bir başlangıçtı; Vahdet-i
Vücûd ideasını tamamen reddeden ve Tanrı ile insan arasında aşılmaz bir köprü
kuran İslam inancının “tanrısal üçleme inancını kesinlikle reddeden” kat’î
algısında nihaî şekilde kendini bulmuştur. Böylece Doğu Hıristiyanlığının,
hümanist kültürün hiçbir formu ile bağlantısı olmadığını ifade etmek kolay, bu
tür bir Hıristiyanlık inancının Ortodoks olmayan farklı formlara ya da Doğu
anlayışı ile büyük benzerlik gösteren ve Hıristiyan olmayan bir maneviyata -Manişeist,
Müslüman ya da monofizit- karşı durabilmesi pratikte çok zordur.
Tarihsel
bir kazadan ziyade teolojik bir gereklilik yüzünden monofizit bir özellik
kazanan bu tarz, Habeşistan Hıristiyanlığında hâkim olmuş ve kendini yaklaşık
bin yıl boyunca İslam baskısına karşı koruyabilmiştir. Habeşistan örneğindeki
gibi olsa bile, yine de 16. yüzyıldaki ulusal dirilişin Batı kültürüne ve Batı
Hıristiyanlığının etkilerine ne kadar borçlu olduğunu unutmamalıyız.
Hristiyanlığın
belirli bir ırk ya da kültüre bağlı olmadığı doğrudur. Ne Doğu, ne de Batı’ya
aittir. Ancak bir bütün olarak insan ırkına karşı evrensel bir sorumluluğu
vardır. İşte tam da bu evrensellik içerisinde Hıristiyanlık ve hümanizm
arasındaki doğal bağı ve yakınlığı görebilmekteyiz. Hümanizmde de insana insan
olarak çağrıda bulunulur. Hümanizm, insan doğasının evrensel niteliklerini kan,
toprak ve sınıf gibi dar kısıtlamalardan kurtarıp özgür kılmayı ve tüm
insanların ortak “insanlık” paydalarını fark edebildikleri ortak bir dil ve
kültür yaratmayı amaçlamaktadır. Hümanizm, insanları birbirlerini
anlamayacakları şekilde farklı diller konuşan kabilelere ayrılmaya mahkûm eden
Babil lanetinin üstesinden gelme çabasıdır.
Eğer
bu hümanizmin yeni bir Babil Kulesi -insanların Tanrı’yı ihmal ve inkâr ederek
kendi kibir ve gururları ile inşa ettikleri şehir kulesi-inşa etme çabasında
olduğu anlamına gelirse, işte o zaman hümanizmin anti-Hıristiyan olduğu kabul
edilebilir. Ama hümanizmin tek çeşidi bu değildir. İnsanların Tanrı’ya ihtiyaç
duyduğu ve doğanın mükemmeliyeti için de bir rahmete gerek duyduğu gibi, insan
kültürü de manevî kültürün doğal temelini ve hazırlık aşamasını oluşturur. Bu
yüzden Hıristiyanlık hümanizmi, hem Hıristiyan etiği ve Hıristiyan
sosyolojisinden, hem de Hıristiyan yaşam tarzından ayrı tutulamaz. Kültürel
olarak hümanizm ve ilahilik, doğa ve rahmetin var olma sırasında olduğu gibi
birbirini tamamlayan iki farklı öğedir.
*Metin Orijinali: Christopher Dawson