Hıristiyanlık ve Hümanist Gelenek (1)

“Hümanizm” de “demokrasi” gibi son elli yıldır hemen hemen her şey anlamına gelebilen gevşeklikte kullanılan kelimelerden biridir. Eğer bizler bu tanımlama görevini görmezden gelir ve integral hümanizm, bilimsel hümanizm ya da hümanist kuramın diğer rakip formları hakkında konuşmaya başlarsak, herhangi bir tarihsel gerçekle ilişkisi az olan ideolojik bir ihtilafın sisine kapılma eğiliminde oluruz.

ÇAĞIMIZDA insanî değerler büyük bir çöküşe uğramış durumda. Batı kültürünün dört asırlık hâkimiyetinin ardından, hümanizm bugün her cephede mağlubiyete uğruyor ve dünya, kültürün hümanist olmayan ve hatta anti-hümanist olan bir biçimine doğru hareket ediyormuş gibi görünüyor.

Bu eğilimin en aşikâr halini totaliter devletlerde görmek mümkün. Toplama kamplarının, etnik temizliğin ve topyekûn harp anlayışının egemen olduğu bir dünyada hümanist değerlere yer var mı -ya da hiç var mıydı-, bunu da anlamak zor. İnsan amaçtan değil, bir araca dönüşmüş ve aslında kendileri bizzat amaç olmak yerine başka amaçların aracı olan iktisadî ve siyasî amaçların bir aracı haline gelmiştir. Bu amaç-araç ilişkisi böylece sürüp gider. Kendini doğanın üzerine çıkaran ve dünyanın efendisi ilan eden insanoğlu, üretim ve tüketim döngüsünün kör hizmetkârı olarak maddi dönüşümlerin sonsuz döngüsü içinde yeniden massedilir hale gelmiştir.

Lakin hümanizm, totaliter dünyanın dışında kalan demokratik devletlerde bile siyasî özgürlükler konusundaki ısrara ve İnsan Hakları Beyyannamesi’ne rağmen kırılgan bir duruma gelmiştir. İnsanoğlu zenginlik ve maddî refah artışına rağmen ve kısmen bundan dolayı ekonomik üretim sürecinin hizmetkârı haline gelmekte, teknolojik gelişmeler ve bilimsel uzmanlaşma da hümanizmin eğitimdeki etki ve saygınlığını devamlı surette azaltmaktadır. Batı kültürü, insanoğlunun kendine inancını kaybetmesine yol açmıştır.

Bütün o eski idealizmler ve özellikle hümanist idealizm saygınlığını yitirmiş ve gerek Avrupa’da, gerekse de Amerika’da irrasyonalizme, ilkeciliğe ve bütün hümanist değerlerin reddine yönelik anlayış Batı edebiyat ve sanatına hâkim olmuştur. Peki, Hıristiyanların bu anti-hümanist eğilime yönelik tavrı nedir?

Şurası açıktır ki, Hıristiyanlık ve hümanizm aynı ortak değerler üzerine kuruludur ve hümanizmin düşmanları aynı zamanda Hıristiyanlığın da düşmanlarıdır. Diğer taraftan şüphe yoktur ki, anti-hümanist reaksiyon, Hıristiyan olmayanlar kadar olanları da etkilemekte ve bazı durumlarda Hıristiyanlar hümanizme yönelik saldırıya taraf olmakta, onun çöküşünü hoş karşılamaktadır.

Bunun en çarpıcı örneğini, Karl Barth’ın, insan doğasının topyekûn mahvını iddia eden geleneksel Protestan doktrinini yeniden ileri süren neo-Kalvinist hareketinde ve okulunda görebiliriz. Şüphesiz bu teologlar, öncelikle hümanizm yerine liberal Protestanlıkla ilgilenmişler, fakat insanî değerlerin reddinde Kelvin’n kendisinden daha ileriye gittikleri için hümanist değerlerin kalan kısımlarının da ziyan olmasına yol açmışlardır.

Ancak Hıristiyanların hümanizme karşı tepkileri Barthcılarla sınırlı değildir. Bu öyle yaygın hale gelmiştir ki artık kamuoyu tarafından kanıksanmaktadır. Örneğin kısa süre önce Profesör Butterfield’in Hristiyanlık ve Toplumsal İlişkiler (Christianity and Social Relations) kitabından bahis açan ünlü bir tarihçinin New Statesman’da yayımlanan bir makalesini okudum. Yazar, Butterfield’in tarihteki ahlakî yargıyı reddetmesini eleştiriyor ve şöyle diyordu: “Açıklamayı çok uzaklarda aramaya gerek yok. Hıristiyanlık ve hümanizm bağdaşmamaktadır. Bay Butterfield Tanrı’ya inanmakta, buna binaen insanoğluna da inanmamaktadır. O, şüphesiz doğru bir şekilde,  sadece Hıristiyanların Hristiyanlık kurallarına göre yargılanabileceğini savunmakta ve bu yüzden diğerlerini hiçbir surette yargılamamaktadır. O günahkâr insanlar arasında ayrım yapmamaktadır. Daha doğrusu bulunduğu tek yargı, bazı insanların diğerlerinden daha zeki olduğudur.”

Hiç şüphe yok ki, bu oldukça uç bir görüştür ve hâlâ hümanist duruşu savunmaya hazırlanan pek çok Hıristiyan vardır. Bunların başında da “Hıristiyan hümanizmi” idealini savunan ünlü bir kitabın yazarı M. Jacques Maritain var. Fakat Maritain hümanizmle ilgili konuştuğunda, kelimeleri açıkça Profesör Butterfield ve eleştirmenlerinden çok daha farklı bir algıyla kullanmaktadır. Bu yüzden sorunu tartışmadan önce düşüncelerimizi açıklığa kavuşturmamız ve hümanizmin gerçek doğasını tanımlamamız gerekir.

“Hümanizm” de “demokrasi” gibi son elli yıldır hemen hemen her şey anlamına gelebilen gevşeklikte kullanılan kelimelerden biridir. Eğer bizler bu tanımlama görevini görmezden gelir ve integral hümanizm, bilimsel hümanizm ya da hümanist kuramın diğer rakip formları hakkında konuşmaya başlarsak, herhangi bir tarihsel gerçekle ilişkisi az olan ideolojik bir ihtilafın sisine kapılma eğiliminde oluruz.


Hümanizm gerçek bir tarihsel hareketti, fakat asla bir felsefe yahut bir din değildi. Hümanizm, teoloji veya metafiziğe değil, eğitim alanına aitti. Bazı ahlakî değerler içerdiği muhakkaktı, fakat zaten tüm eğitim gelenekleri, halktan belirli değerleri içeriyordu. Bu nedenle hümanizmi felsefî teoriler ve hatta ahlakî öğretiler açısından tanımlamak akıllıca değildir. Hümanizmin kökü hakkında “beşerî çalışmalara dayanan bir kültür ve etik geleneği” olduğu önermesiyle kendimizi sınırlamamız doğru olacaktır.

İlk bakışta bu bizi çok ileriye götürmez. Bu, “Hümanizm kelimesini kullanan kim olursa olsun, bir anda metafiziğin tümünü işe koşmaktadır” diyen Maritain gibi filozofları tatmin etmeyecektir. Belki de bu yüzden hümanistlerin o özgün hümanizmi, Rönesans ve Devrim arasında geçen üç yüzyıl boyunca modern Avrupa kültürünün temel normlarının oluşturulmasında en fazla katlı sağlayan tarihsel hareket olmuştur.

Böylece bu tanım, hümanizmi bir felsefeden bir eğitim biçimine indirgiyor gibi görünse de -bu üç yüzyıldan daha fazla süredir- felsefe yahut inanç ayrımı yapmaksızın Batı Avrupa’nın zihnini oluşturan eğitimin bir biçimidir. Bir felsefe veya metafizik olarak Hıristiyanlık ve hümanizm arasındaki ilişkiler hakkında ne düşünürsek düşünelim, ortada teolojik Ortodoksluk ile hümanist eğitim geleneği arasındaki herhangi bir anlaşmazlık emaresi yoktur. Hümanist eğitimin kendisi de teologların eğitimiydi. Bu, tüm Avrupa’nın aşina olduğu, birkaç önemsiz istisna dışında tüm siyasî görüş ve inançlar için ortak olan yegâne eğitimdi.

Bu, hümanist kültürün reformasyon sonrası dünyada Avrupa’nın her yerinde tek ve aynı olduğu anlamına gelmez, dinî farklılıkların önemli bir etkisi söz konusudur. Böylece her ne kadar Katolik ve Protestanlar hümanist eğitimin etkisinde olmaları bakımından birbirlerine benzeseler de farklı manevî ortamlarda sanata, kültüre ve hayata dair farklı verimler ortaya koymuşlardır. Güneydeki Katolik birliği ve onun hümanizm tarzı, 17. yüzyılın ilk yarısında Avrupa kültürünün baskın biçimi olan ve 18. yüzyıla kadar Avusturya, Almanya, adından İspanya ve Güney Amerika’da etkisini sürdüren Barok kültürünü doğurmuştur.

Kuzey’deki Protestan kültür birliği, Lutherciler ve Kalvinistler arasında dinî birliğin olmayışı nedeniyle daha az belirgindir. Ne var ki, hümanizmin Kuzey Avrupa üzerindeki etkisi güneydekinden daha az önemli değildir ve Batı uygarlığının geleceği üzerinde büyük bir etkiye sahibi olacak olan Hollanda, İngiltere ve İskoçya kaynaklı yeni burjuvazi kültürünün oluşmasına Protestanlar kadar da olsa katkı sağlamıştır.

Ne var ki, Protestan kültürü hiçbir suretle tamamen hümanist değildi. Eğitimli sınıfların hepsi hümanist eğitimin rahle-i tedrisinden geçmiş, ancak ahlakî fikirlerini filozoflardan yahut hümanistlerden değil, doğrudan İncil’den (Yeni Ahit) ve bilhassa Tevrat’tan (Eski Ahit) almışlardır. İbranî geleneğin bu etkisi, Amerika ve İngiltere'de orta sınıf kültürünün anti-hümanist ya da cahil karakterinden sorumlu olarak en fazla Püritenler (tutucu Protestanlar) -örneğin Matthew Arnold’ın yaptığı gibi-  görülüyordu.

Ancak cahil bir bağnaz olarak Püritenin genel tasviri tam bir karikatürdü. Hem İngiltere, hem Yeni İngiltere’de Püritenler, hümanist kültür ve beşerî bilimlerin öneminin bilincindeydiler ve İngiltere’de Hıristiyan hümanizminin en dikkate değer örnekleri Peter Steary, John Goodwin, Jeremy White gibi Oliver Cromwell döneminin vaizlerinden çıkıyordu.

Aslında anti-hümanist öğe daha çok Protestanlığın yeraltında -Ortaçağ’ın haricî geleneklerini hâlâ canlı tutan daha küçük tarikatlar içinde- oldukça güçlüydü. Her ne kadar bu mezhepler nadiren tarihe konu olsalar da İngilizce konuşulan dünyanın din ve yaşamında önemli bir etkiye sahip olmuşlardı. Bu tarikatlar günümüzde, bilhassa Amerika’da Protestan uyanışın esrik (Corybantic) aşırılığında ve geleneksel tarikatçılığın batıniliğinde (ezoterizm) hayat bulmaktadırlar.

Bu tip aşırılıklar hakikî Püriten geleneğin uzağındadır. Püritanizmi yukarıda belirtilen küçük Püriten hümanist gruplardan ayrı bir bütün olarak kabul etmeliyiz.

Milton gibi bir yazarda bile Kayıp Cennet'in dördüncü kitabında klasik edebiyat ve felsefeyi reddederken, din ve kültür arasında keskin bir ikilik yaratan ve onun bu hümanist uslübu kullnamaktaki yeteneğini hümanist geleneğin kendine karşı da kullanmaya götüren İbranî geleneğin bastırılamayan izlerini görmek mümkündür.

Ortaçağ’da din ve toplumsal hayatın birliğini yok eden ve 17. yüzyıl İngiltere’sinde dinî tiyatro ve temaşanın gelişimine set çeken din ve kültür arasında mahfuz bırakılan da bu ikilikti. Oysa Katolik Avrupa’da böyle değildi. Hümanist etkileşimler yalnızca ilim ve edebiyat dünyasıyla sınırlı kalmamış, Barok dünyada da -tıpkı Ortaçağ’da olduğu gibi- tiyatro, müzik ve diğer dinî sanatlar aracılığıyla insanların hayatını bir bütün olarak etkilemeye devam etmiştir.

Böylece Kuzey Avrupa’da gördüğümüz gibi din ve kültür arasında keskin ayrımlar veya husumet söz konusu değildir. Mesela tiyatro, her ne kadar Kilise tarafından yasaklanmış olsa da bilinçli olarak popüler bir dinî eğitim aracı olarak kullanılmıştır. Bu yüzden İspanya’da dinî ve seküler tiyatro sanatları aynı yazarlar tarafından yazılır, aynı aktörler tarafından oynanır ve aynı seyirci tarafından alkışlanırdı. Aynı şekilde, Katolik Avrupa’da hümanist ve Hıristiyan etik arasında keskin bir ikilik yoktu. Aziz Thomas’ın en önemli başarısı olan Hıristiyan ve Aristocu etik arasındaki sentez, Katolik öğretinin temeli olarak kalmış ve hümanist geleneğin ahlakî değerleri ile Hıristiyan teolojisinin doğaüstücülüğünü bütünleştirebilen Hıristiyan hümanizminin inşası için ideal bir temel sağlamıştır.

Bunu Thomascılığa bağlayarak tam da hümanizm ideologlarında eleştirdiğim şeyi yaptığım söylenebilir. Fakat Aristoteles ve Plato’nun daima beşerî bilimler için de düşünüldüğü gerçeği bir tarafa, Aristoteles’in Nichomachean etiği, hümanist etiğin temel prensiplerini de kapsar ve hümanist eğitim tarihinde kıyaslanamaz bir öneme sahiptir.

“Beşerî bilim çalışmalarının” asla edebiyat ve felsefe ile sınırlı olmadığını unutmamalıyız. Bu, bütün klasik kültür âlemini kendine dâhil eden, mümkün olan en geniş anlamda anlaşılagelmiştir. Böylece hümanist gelenek, bizi sonunda gerçek kaynağı hümanist değerlerle ve hümanist eğitim sistemi ile aynı olan Helenizm geleneğine geri götürmektedir.

Sonuç olarak hümanizm ismi, aslen ilişkilendirildiği hareketten -yani 15 ve 16. yüzyıldaki klasik çalışmaların rönesansından- çok daha geniş bir şeyi temsil etmektedir. Bu, Antik Yunan’daki başlangıcından modern zamanlara gelene kadar Batı kültürünün tüm rotasınına eşlik eden sürekli bir geleneğin savunucusu olmaktadır. Hümanizm, bazı çağlarda zayıflamış ve gizlenmiştir. İşte bu, hümanistlerin “Karanlık Çağ” dedikleri zamanlardır!

Fakat E.R. Curtis’in yakın zaman önce “Avrupa Edebiyatı ve Latin Ortaçağı” adlı muhteşem kitabında gösterdiği gibi, her ne kadar Rönesans’ın İtalyan bilginleri ilk hümanistler olarak bilinse de, aslında normalde karakterize edildiğinden daha belirgin bir süreklilik söz konusudur. Ne Salisburyli John’u, ne 12. yüzyıldaki Chartres bilginlerini, ne de Orleanslı Theodolf ve Walafrid Strabo gibi 9. yüzyılın bazı Karolenj bilginlerine bu sıfatı (hümanist) layık görmeme gibi bir hakkımız vardır.

***

Christopher Dawson

İNGİLİZ tarihçi ve tanrıbilimci Dawson, kültür tarihinde dinin belirleyici önemini vurgulayan çalışmalarıyla tanınmıştır. Dawson’ın amacı, din sorunlarına çağdaş toplumbilimin araştırma yöntemine dayanarak çözüm bulmaktı. Ona göre ulusların bilim alanındaki gelişmeleri ve kültür konusundaki yaratıcı atılımlarda dinin büyük etkisi vardır. Bu nedenle bir toplum içinde ortaya konan bütün uygarlık ürünlerini açıklarken din görmezlikten gelinemez. Dawson dini, toplum olaylarının ve kültür ürünlerinin odağı durumuna getirdikten sonra ulusların tarihlerini yorumlamaya başlar. Ona göre din, toplumda düzenleyici/yönlendirici bir niteliktedir ve bütün kurumlara egemendir.

Dawson’a göre çağlar boyunca bilimsel çalışmaların gerçek kaynağı üzerinde durulmamış, özü yeterince anlaşılamayan din, engelleyici bir kurum olarak nitelenmiştir. Oysa gerçek engelleyici din değil, dini araç olarak kullanmak isteyenlerdir. Bir ulusun yarattığı uygarlığın -hangi gelişim aşamasında olursa olsun- kaynağında değeri yeterince anlaşılmayan din vardır.

Dawson’un düşünceleri yeni bir tanrıbilim anlayışı getirmekten çok, dinin toplumlardaki etkinliğini aydınlığa çıkarmak, uygarlık tarihindeki olumlu etkilerini sergilemek amacı gütmektedir.

 

www.filozof.net