ÇAĞIMIZDA insanî değerler
büyük bir çöküşe uğramış durumda. Batı kültürünün dört asırlık hâkimiyetinin
ardından, hümanizm bugün her cephede mağlubiyete uğruyor ve dünya, kültürün
hümanist olmayan ve hatta anti-hümanist olan bir biçimine doğru hareket
ediyormuş gibi görünüyor.
Bu
eğilimin en aşikâr halini totaliter devletlerde görmek mümkün. Toplama kamplarının,
etnik temizliğin ve topyekûn harp anlayışının egemen olduğu bir dünyada hümanist
değerlere yer var mı -ya da hiç var mıydı-, bunu da anlamak zor. İnsan amaçtan
değil, bir araca dönüşmüş ve aslında kendileri bizzat amaç olmak yerine başka
amaçların aracı olan iktisadî ve siyasî amaçların bir aracı haline gelmiştir.
Bu amaç-araç ilişkisi böylece sürüp gider. Kendini doğanın üzerine çıkaran ve
dünyanın efendisi ilan eden insanoğlu, üretim ve tüketim döngüsünün kör
hizmetkârı olarak maddi dönüşümlerin sonsuz döngüsü içinde yeniden massedilir
hale gelmiştir.
Lakin
hümanizm, totaliter dünyanın dışında kalan demokratik devletlerde bile siyasî
özgürlükler konusundaki ısrara ve İnsan Hakları Beyyannamesi’ne rağmen kırılgan
bir duruma gelmiştir. İnsanoğlu zenginlik ve maddî refah artışına rağmen ve kısmen
bundan dolayı ekonomik üretim sürecinin hizmetkârı haline gelmekte, teknolojik
gelişmeler ve bilimsel uzmanlaşma da hümanizmin eğitimdeki etki ve saygınlığını
devamlı surette azaltmaktadır. Batı kültürü, insanoğlunun kendine inancını
kaybetmesine yol açmıştır.
Bütün
o eski idealizmler ve özellikle hümanist idealizm saygınlığını yitirmiş ve
gerek Avrupa’da, gerekse de Amerika’da irrasyonalizme, ilkeciliğe ve bütün
hümanist değerlerin reddine yönelik anlayış Batı edebiyat ve sanatına hâkim
olmuştur. Peki, Hıristiyanların bu anti-hümanist eğilime yönelik tavrı nedir?
Şurası
açıktır ki, Hıristiyanlık ve hümanizm aynı ortak değerler üzerine kuruludur ve hümanizmin
düşmanları aynı zamanda Hıristiyanlığın da düşmanlarıdır. Diğer taraftan şüphe
yoktur ki, anti-hümanist reaksiyon, Hıristiyan olmayanlar kadar olanları da
etkilemekte ve bazı durumlarda Hıristiyanlar hümanizme yönelik saldırıya taraf
olmakta, onun çöküşünü hoş karşılamaktadır.
Bunun
en çarpıcı örneğini, Karl Barth’ın, insan doğasının topyekûn mahvını iddia eden
geleneksel Protestan doktrinini yeniden ileri süren neo-Kalvinist hareketinde ve
okulunda görebiliriz. Şüphesiz bu teologlar, öncelikle hümanizm yerine liberal Protestanlıkla
ilgilenmişler, fakat insanî değerlerin reddinde Kelvin’n kendisinden daha
ileriye gittikleri için hümanist değerlerin kalan kısımlarının da ziyan
olmasına yol açmışlardır.
Ancak
Hıristiyanların hümanizme karşı tepkileri Barthcılarla sınırlı değildir. Bu
öyle yaygın hale gelmiştir ki artık kamuoyu tarafından kanıksanmaktadır.
Örneğin kısa süre önce Profesör Butterfield’in Hristiyanlık ve Toplumsal İlişkiler (Christianity and Social Relations)
kitabından bahis açan ünlü bir tarihçinin New Statesman’da yayımlanan bir
makalesini okudum. Yazar, Butterfield’in tarihteki ahlakî yargıyı reddetmesini
eleştiriyor ve şöyle diyordu: “Açıklamayı çok uzaklarda aramaya gerek yok. Hıristiyanlık
ve hümanizm bağdaşmamaktadır. Bay Butterfield Tanrı’ya inanmakta, buna binaen
insanoğluna da inanmamaktadır. O, şüphesiz doğru bir şekilde, sadece Hıristiyanların Hristiyanlık
kurallarına göre yargılanabileceğini savunmakta ve bu yüzden diğerlerini hiçbir
surette yargılamamaktadır. O günahkâr insanlar arasında ayrım yapmamaktadır. Daha
doğrusu bulunduğu tek yargı, bazı insanların diğerlerinden daha zeki olduğudur.”
Hiç
şüphe yok ki, bu oldukça uç bir görüştür ve hâlâ hümanist duruşu savunmaya
hazırlanan pek çok Hıristiyan vardır. Bunların başında da “Hıristiyan hümanizmi”
idealini savunan ünlü bir kitabın yazarı M. Jacques Maritain var. Fakat
Maritain hümanizmle ilgili konuştuğunda, kelimeleri açıkça Profesör Butterfield
ve eleştirmenlerinden çok daha farklı bir algıyla kullanmaktadır. Bu yüzden
sorunu tartışmadan önce düşüncelerimizi açıklığa kavuşturmamız ve hümanizmin
gerçek doğasını tanımlamamız gerekir.
“Hümanizm” de “demokrasi” gibi son elli yıldır hemen hemen her şey anlamına gelebilen gevşeklikte kullanılan kelimelerden biridir. Eğer bizler bu tanımlama görevini görmezden gelir ve integral hümanizm, bilimsel hümanizm ya da hümanist kuramın diğer rakip formları hakkında konuşmaya başlarsak, herhangi bir tarihsel gerçekle ilişkisi az olan ideolojik bir ihtilafın sisine kapılma eğiliminde oluruz.
Hümanizm
gerçek bir tarihsel hareketti, fakat asla bir felsefe yahut bir din değildi.
Hümanizm, teoloji veya metafiziğe değil, eğitim alanına aitti. Bazı ahlakî
değerler içerdiği muhakkaktı, fakat zaten tüm eğitim gelenekleri, halktan belirli
değerleri içeriyordu. Bu nedenle hümanizmi felsefî teoriler ve hatta ahlakî
öğretiler açısından tanımlamak akıllıca değildir. Hümanizmin kökü hakkında “beşerî
çalışmalara dayanan bir kültür ve etik geleneği” olduğu önermesiyle kendimizi
sınırlamamız doğru olacaktır.
İlk
bakışta bu bizi çok ileriye götürmez. Bu, “Hümanizm kelimesini kullanan kim
olursa olsun, bir anda metafiziğin tümünü işe koşmaktadır” diyen Maritain gibi
filozofları tatmin etmeyecektir. Belki de bu yüzden hümanistlerin o özgün
hümanizmi, Rönesans ve Devrim arasında geçen üç yüzyıl boyunca modern Avrupa
kültürünün temel normlarının oluşturulmasında en fazla katlı sağlayan tarihsel
hareket olmuştur.
Böylece
bu tanım, hümanizmi bir felsefeden bir eğitim biçimine indirgiyor gibi görünse
de -bu üç yüzyıldan daha fazla süredir- felsefe yahut inanç ayrımı yapmaksızın
Batı Avrupa’nın zihnini oluşturan eğitimin bir biçimidir. Bir felsefe veya metafizik
olarak Hıristiyanlık ve hümanizm arasındaki ilişkiler hakkında ne düşünürsek
düşünelim, ortada teolojik Ortodoksluk ile hümanist eğitim geleneği arasındaki
herhangi bir anlaşmazlık emaresi yoktur. Hümanist eğitimin kendisi de
teologların eğitimiydi. Bu, tüm Avrupa’nın aşina olduğu, birkaç önemsiz istisna
dışında tüm siyasî görüş ve inançlar için ortak olan yegâne eğitimdi.
Bu,
hümanist kültürün reformasyon sonrası dünyada Avrupa’nın her yerinde tek ve
aynı olduğu anlamına gelmez, dinî farklılıkların önemli bir etkisi söz
konusudur. Böylece her ne kadar Katolik ve Protestanlar hümanist eğitimin
etkisinde olmaları bakımından birbirlerine benzeseler de farklı manevî
ortamlarda sanata, kültüre ve hayata dair farklı verimler ortaya koymuşlardır.
Güneydeki Katolik birliği ve onun hümanizm tarzı, 17. yüzyılın ilk yarısında
Avrupa kültürünün baskın biçimi olan ve 18. yüzyıla kadar Avusturya, Almanya,
adından İspanya ve Güney Amerika’da etkisini sürdüren Barok kültürünü
doğurmuştur.
Kuzey’deki
Protestan kültür birliği, Lutherciler ve Kalvinistler arasında dinî birliğin
olmayışı nedeniyle daha az belirgindir. Ne var ki, hümanizmin Kuzey Avrupa
üzerindeki etkisi güneydekinden daha az önemli değildir ve Batı uygarlığının
geleceği üzerinde büyük bir etkiye sahibi olacak olan Hollanda, İngiltere ve
İskoçya kaynaklı yeni burjuvazi kültürünün oluşmasına Protestanlar kadar da
olsa katkı sağlamıştır.
Ne
var ki, Protestan kültürü hiçbir suretle tamamen hümanist değildi. Eğitimli
sınıfların hepsi hümanist eğitimin rahle-i tedrisinden geçmiş, ancak ahlakî
fikirlerini filozoflardan yahut hümanistlerden değil, doğrudan İncil’den (Yeni
Ahit) ve bilhassa Tevrat’tan (Eski Ahit) almışlardır. İbranî geleneğin bu
etkisi, Amerika ve İngiltere'de orta sınıf kültürünün anti-hümanist ya da cahil
karakterinden sorumlu olarak en fazla Püritenler (tutucu Protestanlar) -örneğin
Matthew Arnold’ın yaptığı gibi-
görülüyordu.
Ancak
cahil bir bağnaz olarak Püritenin genel tasviri tam bir karikatürdü. Hem
İngiltere, hem Yeni İngiltere’de Püritenler, hümanist kültür ve beşerî bilimlerin
öneminin bilincindeydiler ve İngiltere’de Hıristiyan hümanizminin en dikkate
değer örnekleri Peter Steary, John Goodwin, Jeremy White gibi Oliver Cromwell
döneminin vaizlerinden çıkıyordu.
Aslında
anti-hümanist öğe daha çok Protestanlığın yeraltında -Ortaçağ’ın haricî
geleneklerini hâlâ canlı tutan daha küçük tarikatlar içinde- oldukça güçlüydü.
Her ne kadar bu mezhepler nadiren tarihe konu olsalar da İngilizce konuşulan
dünyanın din ve yaşamında önemli bir etkiye sahip olmuşlardı. Bu tarikatlar
günümüzde, bilhassa Amerika’da Protestan uyanışın esrik (Corybantic) aşırılığında ve geleneksel tarikatçılığın batıniliğinde
(ezoterizm) hayat bulmaktadırlar.
Bu
tip aşırılıklar hakikî Püriten geleneğin uzağındadır. Püritanizmi yukarıda
belirtilen küçük Püriten hümanist gruplardan ayrı bir bütün olarak kabul
etmeliyiz.
Milton
gibi bir yazarda bile Kayıp Cennet'in
dördüncü kitabında klasik edebiyat ve felsefeyi reddederken, din ve kültür
arasında keskin bir ikilik yaratan ve onun bu hümanist uslübu kullnamaktaki
yeteneğini hümanist geleneğin kendine karşı da kullanmaya götüren İbranî
geleneğin bastırılamayan izlerini görmek mümkündür.
Ortaçağ’da
din ve toplumsal hayatın birliğini yok eden ve 17. yüzyıl İngiltere’sinde dinî
tiyatro ve temaşanın gelişimine set çeken din ve kültür arasında mahfuz
bırakılan da bu ikilikti. Oysa Katolik Avrupa’da böyle değildi. Hümanist
etkileşimler yalnızca ilim ve edebiyat dünyasıyla sınırlı kalmamış, Barok
dünyada da -tıpkı Ortaçağ’da olduğu gibi- tiyatro, müzik ve diğer dinî sanatlar
aracılığıyla insanların hayatını bir bütün olarak etkilemeye devam etmiştir.
Böylece
Kuzey Avrupa’da gördüğümüz gibi din ve kültür arasında keskin ayrımlar veya
husumet söz konusu değildir. Mesela tiyatro, her ne kadar Kilise tarafından
yasaklanmış olsa da bilinçli olarak popüler bir dinî eğitim aracı olarak
kullanılmıştır. Bu yüzden İspanya’da dinî ve seküler tiyatro sanatları aynı
yazarlar tarafından yazılır, aynı aktörler tarafından oynanır ve aynı seyirci
tarafından alkışlanırdı. Aynı şekilde, Katolik Avrupa’da hümanist ve Hıristiyan
etik arasında keskin bir ikilik yoktu. Aziz Thomas’ın en önemli başarısı olan Hıristiyan
ve Aristocu etik arasındaki sentez, Katolik öğretinin temeli olarak kalmış ve
hümanist geleneğin ahlakî değerleri ile Hıristiyan teolojisinin doğaüstücülüğünü
bütünleştirebilen Hıristiyan hümanizminin inşası için ideal bir temel
sağlamıştır.
Bunu
Thomascılığa bağlayarak tam da hümanizm ideologlarında eleştirdiğim şeyi
yaptığım söylenebilir. Fakat Aristoteles ve Plato’nun daima beşerî bilimler için
de düşünüldüğü gerçeği bir tarafa, Aristoteles’in Nichomachean etiği, hümanist
etiğin temel prensiplerini de kapsar ve hümanist eğitim tarihinde kıyaslanamaz
bir öneme sahiptir.
“Beşerî
bilim çalışmalarının” asla edebiyat ve felsefe ile sınırlı olmadığını
unutmamalıyız. Bu, bütün klasik kültür âlemini kendine dâhil eden, mümkün olan en
geniş anlamda anlaşılagelmiştir. Böylece hümanist gelenek, bizi sonunda gerçek
kaynağı hümanist değerlerle ve hümanist eğitim sistemi ile aynı olan Helenizm
geleneğine geri götürmektedir.
Sonuç
olarak hümanizm ismi, aslen ilişkilendirildiği hareketten -yani 15 ve 16.
yüzyıldaki klasik çalışmaların rönesansından- çok daha geniş bir şeyi temsil
etmektedir. Bu, Antik Yunan’daki başlangıcından modern zamanlara gelene kadar
Batı kültürünün tüm rotasınına eşlik eden sürekli bir geleneğin savunucusu
olmaktadır. Hümanizm, bazı çağlarda zayıflamış ve gizlenmiştir. İşte bu,
hümanistlerin “Karanlık Çağ” dedikleri zamanlardır!
Fakat
E.R. Curtis’in yakın zaman önce “Avrupa Edebiyatı ve Latin Ortaçağı” adlı
muhteşem kitabında gösterdiği gibi, her ne kadar Rönesans’ın İtalyan bilginleri
ilk hümanistler olarak bilinse de, aslında normalde karakterize edildiğinden
daha belirgin bir süreklilik söz konusudur. Ne Salisburyli John’u, ne 12.
yüzyıldaki Chartres bilginlerini, ne de Orleanslı Theodolf ve Walafrid Strabo
gibi 9. yüzyılın bazı Karolenj bilginlerine bu sıfatı (hümanist) layık görmeme
gibi bir hakkımız vardır.
***
Christopher
Dawson
İNGİLİZ tarihçi ve
tanrıbilimci Dawson, kültür tarihinde dinin belirleyici önemini vurgulayan
çalışmalarıyla tanınmıştır. Dawson’ın amacı, din sorunlarına çağdaş
toplumbilimin araştırma yöntemine dayanarak çözüm bulmaktı. Ona göre ulusların
bilim alanındaki gelişmeleri ve kültür konusundaki yaratıcı atılımlarda dinin
büyük etkisi vardır. Bu nedenle bir toplum içinde ortaya konan bütün uygarlık
ürünlerini açıklarken din görmezlikten gelinemez. Dawson dini, toplum
olaylarının ve kültür ürünlerinin odağı durumuna getirdikten sonra ulusların
tarihlerini yorumlamaya başlar. Ona göre din, toplumda düzenleyici/yönlendirici
bir niteliktedir ve bütün kurumlara egemendir.
Dawson’a
göre çağlar boyunca bilimsel çalışmaların gerçek kaynağı üzerinde durulmamış,
özü yeterince anlaşılamayan din, engelleyici bir kurum olarak nitelenmiştir.
Oysa gerçek engelleyici din değil, dini araç olarak kullanmak isteyenlerdir.
Bir ulusun yarattığı uygarlığın -hangi gelişim aşamasında olursa olsun-
kaynağında değeri yeterince anlaşılmayan din vardır.
Dawson’un
düşünceleri yeni bir tanrıbilim anlayışı getirmekten çok, dinin toplumlardaki
etkinliğini aydınlığa çıkarmak, uygarlık tarihindeki olumlu etkilerini
sergilemek amacı gütmektedir.