Hıristiyanlaşma temâyülü

Lügâvî ve ıstılâhî olarak ya da etimolojik ve epistemolojik olarak cârî olan “Sünnet” anlayışı ile Rasûl’ün Kur’ân merkezli “Sünnet” anlayışı arasında dağlar kadar fark vardır. Onun için Rasûl’ün Kur’ân merkezli “Sünnet” anlayışı bir türlü Müslümanların dillerinden kalblerine inemiyor, kalblerinden de hayatlarına taşınamıyor.

Kıyasın özellikleri

ESASINDA bir konuda mukayese (kıyas) yapılabilmesi için, kıyas yapılacak iki ya da ikiden fazla şeyin (varlığın) az çok birbirine benzemesi veya benzer özellikler arz etmesi gerekir. Başka bir ifâdeyle, mukayese yapılacak değişkenlerin benzer özellikler taşıması gerekir.

Meselâ siz, elma ile armudun, kilo ile metrenin mukayesesini yapamazsınız. “Tüm sarhoş edici içkiler haramdır” dediğinizde, ortak paydası (benzer yönü) “sarhoş edicilik” olan tüm içkileri (bira, rakı, şarap vs.) baz alarak bir mukayese (kıyas) yapıyorsunuz demektir.

Veya şöyle bir analoji yapılarak, “Şarap, sarhoş eden bir içki olduğu için haramdır. Rakı da sarhoş eden bir içkidir. O hâlde rakı da haramdır” denildiğinde, yapılan kıyasın benzer ve ortak yönü, iki içkinin de sarhoş edici bir özelliğe sahip olmasıdır.

Dinlerin mukayesesi

Buradan hareketle dinlerin mukayesesine gelince, hakikatte İslâmiyet ile diğer dinleri mukayese edemezsiniz. Çünkü İslâmiyet İlâhî tandanslı, cârî olan diğer dinler ise (Yahudilik, Hıristiyanlık ve diğerleri) beşerî tandanslıdır.

Her ne kadar bizim klasik din tasniflerinde ve “Hak Dinler” başlığı altında “Yahudilik ve Hıristiyanlık” da sayılmış olsa da, aslında tek “Hak Din” vardır, o da İslâmiyet’tir. Yahudilik ve Hıristiyanlık adlı dinler tahrif edilerek bozulmuş ve beşerîleştirilmiş olan dinlerdir.

Meselâ bugünkü Hıristiyanlık, Havari Pavlus’un îcat ettiği “Pavlusyan Hıristiyanlığı”dır. Yahudilik de böyledir. Dolayısıyla gerçekte İslâmiyet ile diğer dinlerin mukayesesi yapılamaz.

Ama Müslümanların, İslâmiyet’in özünü terk ederek (tahrif edilmemiş olan Kur’ân’ı mehcûr bırakarak) oluşturdukları ve buna paralel olarak yaşadıkları “geleneksel kültürel İslâm”ını belirli ölçülerde bu dinlerle mukayese edebilirsiniz.

Zâten makalenin başlığına “Hıristiyanlaşma Temâyülü” derken muradımız da buydu.

Kültürel etkileşim ve Müslümanların başına gelenler

Çünkü Müslüman olarak bizler, tarihsel süreç içerisinde dinin (İslâmiyet’in) özünde olmadığı hâlde dine öyle ilâveler yapmışız ki (Yahudilik, Hıristiyanlık ve diğer dinlerden yapılan ilâveler), tâbir-i câizse dini (İslâmiyet’i) tanınamaz, tanımlanamaz ve yaşanamaz hâle getirmişiz. Din, din olmaktan çıkmış, eklektik bir yapıya bürünmüş maalesef!

Şu nokta unutulmasın ki, bilimde, teknolojide ileri gitmiş ülkeler, doğal olarak kendi dinlerini ve kendi kültürlerini size empoze ederek dayatabilirler. Bu konuda sizi asimile ederek değiştirip dönüştürebilirler. Onların kültürleri, sizin kültürünüz üzerinde dominant bir karakter oluşturabilir. Bu durum determinizm prensibine göre sosyolojik bir realitedir.

İşte yüzyıllardır bizler, özellikle de son yüzyılda, Batı’da ortaya çıkan Rönesans ve Reform hareketleri, Aydınlanma Çağı, Fransız İhtilâli, Sanayi İnkılâbı, bilim ve teknolojideki gelişmeler, bilişim, iletişim, elektronikleşme ve dijitalleşmede atılan dev adımlar ve küreselleşme olgusunun etkisiyle birlikte kültürel olarak Batı’nın saldırısı altında bulunmaktayız.

Aslında biz bunu çoktan hak ettik ama yine de zülf ü yâre dokunuyor işte. Çünkü biz, âmiyâne tâbiriyle, yüzyıllardır yan geldik yattık. İlim-bilim üretemedik, hep sermayeden yedik. Allah’ın adâleti gereği bundan farklı bir şey de olamazdı. Çünkü Allah âdildir ve hiç kimsenin hakkını da, emeğini de yemez.

İşte gelinen şu son yıllarda, modernizmin ve küreselleşmenin etkisiyle genelde insanlarda, özellikle de gençlerde, îmânî ve itikâdî boyutta olmasa da fiilî boyutta (bâzen itikâdî boyutta da oluyor), yâni kültürel olarak yaşam biçimi, zihinsel olgu ve algı benzeşimi itibariyle “Hıristiyanlaşma temâyülü” görülmektedir.

“Ayinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz” fehvâsınca, insanların ve gençlerin yaptıklarına, ettiklerine ve davranış örüntülerine bir bakınız, bu temâyülün emârelerini pekâlâ rahatlıkla görebilirsiniz. 

İşin acı tarafı, kendisini Müslüman olarak gören ve kabûl eden aileler ile birlikte, bir kısım Müslüman erkeklerin ve tesettürlü kadınların da bilerek ya da bilmeyerek, farkında olarak ya da olmayarak yaşam biçimleri itibariyle bu temâyüle meyletmeleridir.

Örnek vermek gerekirse, meselâ, Batı Hıristiyan kültürü âdetleri olan yılbaşı kutlamaları, doğum günü kutlamaları, doğum günü partileri, mezuniyet kutlamaları, mezuniyet partileri, anma yıldönümleri, eğlence biçimleri, evlilik törenleri, cenaze törenleri, kabir ritüel ve yapıtları, sâir birtakım ritüeller mahiyet ve ritüel olarak acaba İslâm’la uyuşur mu, uyuşmaz mı? Ya da hangisi uyuşur, hangisi uyuşmaz?

Tesettürlü hanımlar ve Müslüman beyler, söyleyin bakalım, siz, Allah Rasûlü ve ilk nesil Müslümanlarının yılbaşı, doğum günü, yaş günü kutlama organizasyonları yaptıklarını ve bunları kutladıklarını hiç gördünüz mü, duydunuz mu? Araştırın bakalım, böyle bir şey yapmışlar mı?

Rasûl’ün Sünnet anlayışı ve Müslümanlar

O hâlde size ne oluyor ey Müslümanlar? Kendinizi hem Müslüman olarak göreceksiniz, hem de Allah’ın kitabına ve Rasûl’ün Sünnetine uymayacaksınız, öyle mi? Yoksa siz, Rasûl’ün Sünnetini, tabaktaki yemeği sonuna kadar yalayıp yutmak olarak mı anlıyor ve algılıyorsunuz?

İşinize geldiği için böyle anlıyor ve uyguluyorsunuz, değil mi? Sünnet denilince, tabak-yemek, esans-misvak, sakal-sarık, hırka ve kıl, öyle mi?

Siz hiç bilmez misiniz, Rasûl’ün Sünnetinin Kur’ân’a uymak olduğunu ve içindekilerini de hayata taşıyarak kendi hayatında tatbik etmek olduğunu?

Hayır, hayır, sizin anladığınız ve algıladığınız “Sünnet”, Râsûl’ün Sünneti değildir! Sizin anladığınız ve algıladığınız Sünnet, yüzyıllardır oluşturduğunuz “Kültür İslâm’ı”nın sünnetidir. Yukarıda temas etmeye çalıştığım gibi, “Kültürel İslâm” da eklektik bir yapıya sahiptir. Onun için Müslümanların birçoğu kendi özgün yaşantılarında kolaylıkla “Hırıstiyanlaşma ve Yahudîleşme temâyülleri” gösterebiliyor.

Hâlbuki lügâvî ve ıstılâhî olarak ya da etimolojik ve epistemolojik olarak cârî olan “Sünnet” anlayışı ile Rasûl’ün Kur’ân merkezli “Sünnet” anlayışı arasında dağlar kadar fark vardır.

Onun için Rasûl’ün Kur’ân merkezli “Sünnet” anlayışı bir türlü Müslümanların dillerinden kalblerine inemiyor, kalblerinden de hayatlarına taşınamıyor.

Dolayısıyla zamâne Müslümanlarının çoğu, rüzgâr hangi yönden kuvvetlice eserse hep o tarafa savrulup duruyor. Ama şurası bir gerçektir ki, uzun zamandır rüzgâr hep Batı yönünden esiyor.

Son söz

Sözel olarak ne “Ben Hıristiyan değilim” demek sûretiyle Hıristiyanlaşma temâyülünden kaçınılıyor, ne de “Ben Müslümanım!” diyerek gerçek mânâda Müslüman olunuyor.