
Kıyasın
özellikleri
ESASINDA bir konuda
mukayese (kıyas) yapılabilmesi için, kıyas yapılacak iki ya da ikiden fazla
şeyin (varlığın) az çok birbirine benzemesi veya benzer özellikler arz etmesi
gerekir. Başka bir ifâdeyle, mukayese yapılacak değişkenlerin benzer özellikler
taşıması gerekir.
Meselâ
siz, elma ile armudun, kilo ile metrenin mukayesesini yapamazsınız. “Tüm
sarhoş edici içkiler haramdır” dediğinizde, ortak paydası (benzer yönü) “sarhoş
edicilik” olan tüm içkileri (bira, rakı, şarap vs.) baz alarak bir mukayese
(kıyas) yapıyorsunuz demektir.
Veya
şöyle bir analoji yapılarak, “Şarap, sarhoş eden bir içki olduğu için
haramdır. Rakı da sarhoş eden bir içkidir. O hâlde rakı da haramdır” denildiğinde,
yapılan kıyasın benzer ve ortak yönü, iki içkinin de sarhoş edici bir özelliğe
sahip olmasıdır.
Dinlerin
mukayesesi
Buradan
hareketle dinlerin mukayesesine gelince, hakikatte İslâmiyet ile diğer dinleri
mukayese edemezsiniz. Çünkü İslâmiyet İlâhî tandanslı, cârî olan diğer dinler
ise (Yahudilik, Hıristiyanlık ve diğerleri) beşerî tandanslıdır.
Her
ne kadar bizim klasik din tasniflerinde ve “Hak Dinler” başlığı altında “Yahudilik
ve Hıristiyanlık” da sayılmış olsa da, aslında tek “Hak Din” vardır,
o da İslâmiyet’tir. Yahudilik ve Hıristiyanlık adlı dinler tahrif edilerek
bozulmuş ve beşerîleştirilmiş olan dinlerdir.
Meselâ
bugünkü Hıristiyanlık, Havari Pavlus’un îcat ettiği “Pavlusyan Hıristiyanlığı”dır.
Yahudilik de böyledir. Dolayısıyla gerçekte İslâmiyet ile diğer dinlerin
mukayesesi yapılamaz.
Ama
Müslümanların, İslâmiyet’in özünü terk ederek (tahrif edilmemiş olan Kur’ân’ı
mehcûr bırakarak) oluşturdukları ve buna paralel olarak yaşadıkları “geleneksel
kültürel İslâm”ını belirli ölçülerde bu dinlerle mukayese edebilirsiniz.
Zâten
makalenin başlığına “Hıristiyanlaşma Temâyülü” derken muradımız da
buydu.
Kültürel
etkileşim ve Müslümanların başına gelenler
Çünkü
Müslüman olarak bizler, tarihsel süreç içerisinde dinin (İslâmiyet’in) özünde
olmadığı hâlde dine öyle ilâveler yapmışız ki (Yahudilik, Hıristiyanlık ve
diğer dinlerden yapılan ilâveler), tâbir-i câizse dini (İslâmiyet’i) tanınamaz,
tanımlanamaz ve yaşanamaz hâle getirmişiz. Din, din olmaktan çıkmış, eklektik
bir yapıya bürünmüş maalesef!
Şu
nokta unutulmasın ki, bilimde, teknolojide ileri gitmiş ülkeler, doğal olarak
kendi dinlerini ve kendi kültürlerini size empoze ederek dayatabilirler. Bu
konuda sizi asimile ederek değiştirip dönüştürebilirler. Onların kültürleri,
sizin kültürünüz üzerinde dominant bir karakter oluşturabilir. Bu durum
determinizm prensibine göre sosyolojik bir realitedir.
İşte
yüzyıllardır bizler, özellikle de son yüzyılda, Batı’da ortaya çıkan Rönesans
ve Reform hareketleri, Aydınlanma Çağı, Fransız İhtilâli, Sanayi İnkılâbı,
bilim ve teknolojideki gelişmeler, bilişim, iletişim, elektronikleşme ve
dijitalleşmede atılan dev adımlar ve küreselleşme olgusunun etkisiyle birlikte
kültürel olarak Batı’nın saldırısı altında bulunmaktayız.
Aslında
biz bunu çoktan hak ettik ama yine de zülf ü yâre dokunuyor işte. Çünkü biz,
âmiyâne tâbiriyle, yüzyıllardır yan geldik yattık. İlim-bilim üretemedik, hep
sermayeden yedik. Allah’ın adâleti gereği bundan farklı bir şey de olamazdı.
Çünkü Allah âdildir ve hiç kimsenin hakkını da, emeğini de yemez.
İşte
gelinen şu son yıllarda, modernizmin ve küreselleşmenin etkisiyle genelde
insanlarda, özellikle de gençlerde, îmânî ve itikâdî boyutta olmasa da fiilî boyutta
(bâzen itikâdî boyutta da oluyor), yâni kültürel olarak yaşam biçimi, zihinsel
olgu ve algı benzeşimi itibariyle “Hıristiyanlaşma temâyülü”
görülmektedir.
“Ayinesi
iştir kişinin, lâfa bakılmaz” fehvâsınca, insanların ve gençlerin yaptıklarına,
ettiklerine ve davranış örüntülerine bir bakınız, bu temâyülün emârelerini
pekâlâ rahatlıkla görebilirsiniz.
İşin
acı tarafı, kendisini Müslüman olarak gören ve kabûl eden aileler ile birlikte,
bir kısım Müslüman erkeklerin ve tesettürlü kadınların da bilerek ya da
bilmeyerek, farkında olarak ya da olmayarak yaşam biçimleri itibariyle bu
temâyüle meyletmeleridir.
Örnek
vermek gerekirse, meselâ, Batı Hıristiyan kültürü âdetleri olan yılbaşı
kutlamaları, doğum günü kutlamaları, doğum günü partileri, mezuniyet
kutlamaları, mezuniyet partileri, anma yıldönümleri, eğlence biçimleri, evlilik
törenleri, cenaze törenleri, kabir ritüel ve yapıtları, sâir birtakım ritüeller
mahiyet ve ritüel olarak acaba İslâm’la uyuşur mu, uyuşmaz mı? Ya da hangisi
uyuşur, hangisi uyuşmaz?
Tesettürlü
hanımlar ve Müslüman beyler, söyleyin bakalım, siz, Allah Rasûlü ve ilk nesil
Müslümanlarının yılbaşı, doğum günü, yaş günü kutlama organizasyonları
yaptıklarını ve bunları kutladıklarını hiç gördünüz mü, duydunuz mu? Araştırın
bakalım, böyle bir şey yapmışlar mı?
Rasûl’ün
Sünnet anlayışı ve Müslümanlar
O
hâlde size ne oluyor ey Müslümanlar? Kendinizi hem Müslüman olarak göreceksiniz,
hem de Allah’ın kitabına ve Rasûl’ün Sünnetine uymayacaksınız, öyle mi? Yoksa
siz, Rasûl’ün Sünnetini, tabaktaki yemeği sonuna kadar yalayıp yutmak olarak mı
anlıyor ve algılıyorsunuz?
İşinize
geldiği için böyle anlıyor ve uyguluyorsunuz, değil mi? Sünnet denilince, tabak-yemek,
esans-misvak, sakal-sarık, hırka ve kıl, öyle mi?
Siz
hiç bilmez misiniz, Rasûl’ün Sünnetinin Kur’ân’a uymak olduğunu ve
içindekilerini de hayata taşıyarak kendi hayatında tatbik etmek olduğunu?
Hayır,
hayır, sizin anladığınız ve algıladığınız “Sünnet”, Râsûl’ün Sünneti
değildir! Sizin anladığınız ve algıladığınız Sünnet, yüzyıllardır
oluşturduğunuz “Kültür İslâm’ı”nın sünnetidir. Yukarıda temas etmeye
çalıştığım gibi, “Kültürel İslâm” da eklektik bir yapıya sahiptir. Onun
için Müslümanların birçoğu kendi özgün yaşantılarında kolaylıkla “Hırıstiyanlaşma
ve Yahudîleşme temâyülleri” gösterebiliyor.
Hâlbuki
lügâvî ve ıstılâhî olarak ya da etimolojik ve epistemolojik olarak cârî olan “Sünnet”
anlayışı ile Rasûl’ün Kur’ân merkezli “Sünnet” anlayışı arasında dağlar
kadar fark vardır.
Onun
için Rasûl’ün Kur’ân merkezli “Sünnet” anlayışı bir türlü Müslümanların
dillerinden kalblerine inemiyor, kalblerinden de hayatlarına taşınamıyor.
Dolayısıyla
zamâne Müslümanlarının çoğu, rüzgâr hangi yönden kuvvetlice eserse hep o tarafa
savrulup duruyor. Ama şurası bir gerçektir ki, uzun zamandır rüzgâr hep Batı
yönünden esiyor.
Son
söz
Sözel olarak ne “Ben Hıristiyan değilim” demek sûretiyle Hıristiyanlaşma temâyülünden kaçınılıyor, ne de “Ben Müslümanım!” diyerek gerçek mânâda Müslüman olunuyor.