YAHUDİLER, Yunanlar ve Ermenileri yeryüzünde öteki
milletlerden çok farklı kılan yönleri yani her üçünün ortak yönü, Tevhîd akîdesinin
sembolü olan “Hilâl”in azılı ve müşterek düşmanları olmaları. Yeryüzünün
hilekâr, sahtekâr ve kana doymayan devletleri; Siyonist İsrail, Yunanistan ve
Ermenistan...
Tarih, Ermenileri
Osmanlı’nın “sâdık tebaası” olarak kayda almıştır. Doğrudur, Osmanlı, esas
tebaası Türklerden onları ayırt etmemiş ve devletin önemli kademelerinde yer
vermiş, onlar da hizmet etmişlerdir. Yine Osmanlı, yeryüzünde yok olmaya terk
edilen Yahudilere kucak açmış ve Selânik’i kendilerine yurt tahsis etmiştir.
Yunanlılar ise Balkanlarda ilk fitne ateşini yakan kavimdir.
“Ermeni”
kelimesinin sinonimi (eş anlamlısı), “katil” ve “zorba”dır. Çok değil, daha otuz
yıl önce özbeöz Azerbaycan toprağı olan Karabağ’ı işgal ederek, Hocalı’da yaşlı,
genç, kadın ve çocuk demeden masum ve mazlumları katlederek gerçek yüzlerini
göstermişlerdi. O gün işlenen Ermeni cinayetleri hâlâ hâfızalardaki tâzeliğini
korumaktadır. O tarihten beri süren kanlı işgal Ermeni’nin iştahını kabartmış
olmalı ki bu kez toprak kazanmak niyet ve amacıyla yeni bir cephe açarak
Azerbaycan toprağına saldırmıştır.
Zamanın değişimi ile
şartlar da değişmiştir. Bu kez karşılarında otuz yıl önce işgal ettikleri
Azerbaycan değil, bambaşka bir Azerbaycan bulmuşlardır. Kara ordusunun yanında
SİHA ve İHA’ları Ermeni’ye dünyayı dar etmektedir. Kükremiş aslan gibi
Azerbaycan, onun dostu ve kardeşi Türkiye vardır Ermenistan’ın karşısında.
Azerbaycan’a
saldıran Ermeni’nin bu kez hesabı tutmadı ve silahı geri tepti. Kardeş
Türkiye’nin tam desteğini alan Azerbaycan, saldırıya misliyle mukabele etti. Ermenistan
şaşkın ördeğe döndü. Arka arkaya kaçmaya başladı. Yakın desteğini ve yardımını
beklediği Haçlı dünyası, bu kez Ermeni’yi yalnız ve yüzüstü bıraktı. Çâresiz kalan
Ermenistan, üçüncü şıkkı olmayan, iki şıklı bir yol ayırımına geldi: Ya işgal
ettikleri Karabağ topraklarını tamamen terk edecek ve inlerine dönecekler ya da
Türkiye ile kenetlenmiş Azerilerle savaşarak acı mağlûbiyet zehrini içecekler. Bu
satırların yazıldığı günlerde savaş henüz sonuçlanmamıştı. Ama görünen odur ki,
savaşın sonunda Ermeniler büyük bir hezîmet yaşayacaklar. Çünkü bu kez başlarını
çetin bir kayaya tosladılar!
Ermeni-Azeri
çatışmasına tarih penceresinden bakınca, hâdisenin seyri kolayca
anlaşılmaktadır. Çünkü bu, Kafkasya’da ilk kez cereyan eden bir Hilâl-Haç çatışması
değildir. Azeri-Ermeni savaşı gibi görünse de, bu bir “Tevhîd mücadelesi”dir.
Ermenistan Başbakanı, “Erivan’ı aldıktan sonra bunlar Viyana’ya kadar
gideceklerdir” demedi mi? Öyleyse bu cümlenin maznunu kolayca anlaşılmaktadır. Bu
safhada yazının başlığına dönülerek olaya bakılırsa, Hazreti Âdem’le başlayan
ve devam eden bir “hak ve bâtıl mücadelesi” bulunmaktadır. Bu, “Tevhîd” yani “Hilâl”
ile “bâtıl” yani “Haç”ın savaşıdır. Kaybeden hep bâtıl, kazanan ise Hilâl
olmuştur. Şayet Hilâl kaybetseydi, bugün yeryüzünde tek Müslüman yaşayamazdı.
Karabağ tarihine kısa bir bakış
Ermenistan-Azerbaycan
Savaşı’nın geçtiği toprakların tarihine bir göz atmakta yarar var. Azerbaycan,
Üçüncü Halîfe Hazreti Osman döneminde İslâm ile müşerref olmuş bir Kafkas diyarıdır.
O tarihten beri Müslümandır. Özellikle Karabağ, İslâm coğrafyasında
yetiştirdiği âlim, müfessir, müceddit ve şeyhleri ile ünlü bir Tevhîd
toprağıdır.
Azerbaycan, eski
Roma’nın ve Yunanların “Albanya”, Araplarınsa Helenistik devirde burada yaşayan
“Arran” veya “Arianoi” adlı bir kavme izâfeten “Arrân” dedikleri Gence ve
Karabağ’ı ihtiva eden bölge, Türk hâkimiyeti döneminde “Karabağ” adını
almıştır. Bölge dağların ve yüksek yaylaların hâkim olduğu bir araziye
sahiptir. Sınırlarını güneyde Hudeferin Köprüsü’nden Sınık Köprüsü’ne kadar
Aras çayı, doğuda Kür çayı, kuzeyde Gence ile sınırı Goran çayına kadar olan
kısım ve Kuşbek, batıda Salvatı ve Erikli olarak adlandırılan Karabağ dağları
oluşturur. Merkezi Stepanekert şehri olan bölge 4 bin 400 kilometrekare genişliğindedir.
Karabağ Roma,
Sâsânî ve Bizans hâkimiyetinde kaldıktan sonra Hazreti Osman zamanında Müslümanlar
tarafından fethedildi. 11’inci yüzyılda Büyük Selçuklular, bölgede kontrolü ele
geçirdiler. Bölge bu tarihten itibaren Oğuz muhaceretine sahne oldu. Ardından
Irak Selçuklularının eline geçen Karabağ ve civarı, sırasıyla İldenizliler,
İlhanlılar, Timurlu ve Akkoyunluların idaresi altına girdikten sonra
Safevîler’in eline geçti. Safevîler döneminde Şah Tahmasb, Anadolu’dan gelerek
Akkoyunlular’a karşı savaşan Kaçar Kabilesinden Şahverdi’yi Karabağ Beylerbeyi
tayin etti.
Osmanlıların bu
bölgeyle ilgilenmeleri, 16’ncı yüzyılın ilk yarısındaki İran seferlerine
rastlar. Ancak bölgenin doğrudan Osmanlı idaresine geçmesi, 1578 yılındaki
Osmanlı-Safevî Savaşı esnasında oldu. 1590’daki antlaşmayla Osmanlı Devleti’nin
Yukarı Azerbaycan’daki hâkimiyetini tanıyan Safevîler, 1603’te karşı saldırılar
sonucunda bölgeyi yeniden ele geçirdiler. Osmanlı idaresi altında iken bu bölge,
Gence’nin fethinin ardından kurulan eyaletin sınırları içindeydi. Hicrî 1001 (Milâdî
1593) tarihli kayıtlarda burası “Vilâyet-i Gence Karabağ” adıyla
zikredilmiştir.
Karabağ, 18’inci
yüzyıla kadar Safevîlerin kontrolü altında kaldı. 1722-1724 yıllarında Rusların
bölgeye inmesi üzerine harekete geçen Osmanlı Devleti, Azerbaycan’ı ele
geçirdi. Ruslarla 1724’te İstanbul’da yapılan antlaşmayla Karabağ, Osmanlı
Devleti sınırları içinde bırakıldı. Fakat 1731’den itibaren hızlanan
Osmanlı-İran Savaşı sonrasında 1736’da yapılan antlaşmayla İran’a terk edildi.
İran’da Nâdir Şah’ın idareyi ele geçirmesinin ardından Karabağ’da önemli
gelişmeler oldu. Nâdir Şah, Karabağ’da idareyi elinde tutan ve kendine boyun
eğmeyen Cevanşir Aşireti Reisi Penah Ali’yi Horasan’a sürdü. Ancak Nâdir Şah’ın
1747’de öldürülmesinden sonra Horasan’dan kaçıp Karabağ’a gelen Penah Ali,
burada Karabağ Hanlığı’nı kurdu. 1748-1750 yılları arasında Bayat, Şahbulak,
Eskeran ve Şuşa (Penahâbâd) kalelerini yaptırarak hanlığını kuvvetlendirmeye
çalıştı. 1751’de Kaçarlı Muhammed Hasan Han’ın saldırılarını püskürtmeyi
başardı. Ardından Afşarlı Feth Ali Han kumandasındaki bir birlik, 1755’te
Şuşa’ya hücûm etti. Uzun süren bu kuşatmadan sonra Penah Ali Han, ona tâbi oldu
ve oğlu İbrâhim Han’ı rehin verdi.
O sıralarda
İran’da diğer bir güç odağı da Kerim Han Zend idi. Feth Ali ile arası iyi
olmayan Kerim Han ile birlikte hareket eden Penah Ali Han, Feth Ali’yi mağlûp
ederek esir aldı.
Rusya’da 1917
Bolşevik İhtilâli’nin ardından Ermenilerin Karabağ üzerindeki hak iddialarıyla
birlikte çatışmalar da başladı. Osmanlı kuvvetleri 25 Eylül 1918’de buralara
hâkim oldu, ancak 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesi’nin ardından
bölgeden çekildiler. İngilizlerin eline geçen Karabağ, 1919’da Azerbaycan’a
dâhil edildi. Rusların 1920 Mayıs’ında Karabağ’ı işgal etmesiyle Karabağ
meselesi yeni bir boyut kazandı. Mesele Moskova’da ele alınmış ve Anastas
Mikoyan’ın 20 Mayıs 1920’de Lenin’e verdiği raporunda Ermenilerin Karabağ’la
hiçbir bağı bulunmadığı ve buranın Bakü’den koparılmaması gerektiğini
belirtmişti. 1921’de Karabağ meselesi, devlet yetkilileriyle Komünist Parti
arasında rekabete yol açtı.
Azerbaycan
Komünist Partisi konunun araştırılması için üç kişilik bir heyet kurdu. Bu
heyetin verdiği raporlar doğrultusunda 30 Haziran’da Dağlık Karabağ Özerk
Bölgesi’nin tesisine karar verildi ve bu karar, 24 Temmuz 1923’te ilân edildi.
Azerbaycan’ın idaresi altında oluşturulan bu bölge 4 bin 200 kilometrekare olup,
Cevanşir, Şuşa, Cebrail, Zengezur ve Kubatlı’nın bir kısmını kapsıyordu.
Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetleri Birliği içerisinde Ermenilerin Karabağ’a yönelik faaliyetleri,
1970’li yılların sonuna doğru giderek arttı. Ermeniler, 3-6 Eylül 1979’da
Paris’te, ardından 1983’te Lozan’da toplanan Dünya Ermenileri Kongresi’nde,
Sovyet Rusya’da bulunan 29 bin kilometrekarelik Ermenistan’ın kendilerine
yetmediğini belirterek Karabağ’ın Ermenistan’a katılması için eylem kararı
aldılar. 13 Temmuz 1985’te Sevr’de yapılan Üçüncü Dünya Ermenileri Kongresi’nde
alınan kararlar arasında Karabağ’ın Ermenistan’a katılması için kamuoyu
faaliyetlerinin başlatılması da vardı.
Avrupa’da bu tür
faaliyetler tertip edilirken, Amerika Birleşik Devletleri’nde de Karabağ’ın ele
geçirilmesi için yardım ve finansal destek sağlamak amacıyla Ermeni Karabağ
Dayanışma Komitesi kuruldu. Ermenilerin benzeri çalışmaları karşısında kayıtsız
kalmayan Azerbaycan yetkilileri, Dağlık Karabağ’ın Azerbaycan’ın ayrılmaz bir
parçası olduğunu belirtir bir deklarasyon yayımladılar. 25 Ocak 1988’de
Karabağ’da yaşayan Azeriler, Ermeniler tarafından göçe zorlanmaya başlandı ve
bunun netîcesinde Şubat ayından itibaren Karabağ’dan yapılan göçler hızlandı.
Ermeniler, 21
Şubat 1988’de Karabağ’ın Ermenistan’a ait olduğunu ilân ettiler ve 24 Şubat’tan
itibaren de bu bölgedeki Azerileri baskı altında tutmaya başladılar. Aynı yılın
Haziran’ında Ermeni Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Dağlık Karabağ’ı Azerbaycan
Yüksek Sovyeti’nden istediyse de teklif reddedildi. Daha sonra bu teklifi
Moskova da kabul etmedi. Meşru yollarla istediklerini elde edemeyen Ermeniler,
1989’da Karabağ ile yapılan ulaşımı engelleyip yollara mayınlar döşeyerek
kontrolü ellerine geçirmeye başladılar. Bunun üzerine 1990’da Azerbaycan Halk
Cephesi “Millî Savunma Komitesi”ni kurarken, Yüksek Sovyet Prezidyumu da Karabağ’ın
Azerbaycan’ın olduğunu tekrar teyit etti. Ancak Sovyetlerin dağılmasının
ardından 1992 yılında Ruslardan silah ve destek alan Ermeniler, Şuşa, Hocalı ve
diğer yerleri ele geçirdiler. Bu esnada sivil halkın büyük kısmı mülteci
durumuna düştüğü gibi, bir kısmı da Ermeniler tarafından öldürüldü. Azerbaycan
topraklarının yüzde 20’lik kısmı Ermeni işgali altına girdi.
Son söz
Bugün Azeri kardeşleriyle
aynı heyecanı yaşayan ve aynı havayı teneffüs eden bir Türkiye var. Ve o
Türkiye kıyamda! Bu bir realite! Ancak bu ülkenin hür havasını teneffüs eden,
ekmeğini yiyen, suyunu içen ama Ermenilerle aynı duyguyu yaşayan soysuzlar,
konuşabiliyorlar. Sözüm o soysuzlara: Çok istiyorlarsa, kapılar açık, defolup
aç ve sefilliği hayat tarzı bilen fukara soydaşlarının yanına gitsinler. Hattâ
İstanbul’da “Hepimiz Ermeniyiz” herzesini yiyenler, bugün Erivan’a gidip Türk
İHA ve SİHA’larının hedefi olmalılar. Bizim SİHA ve İHA’larımız onları
gözlerinden tanır.
Bugün Kafkaslarda,
sıradan bir çatışma değil, tarihin derinliklerinden gelen Tevhîd akidesinin
sembolü Hilâl ile bâtılın, yok olmuşluğun ve tükenmişliğin sembolü Haç’ın
çatışmasıdır. İçimizdeki Haç sevdâlılarına hatırlatmak gerekiyor.
Sonuç olarak, Kafkasya’da, özellikle Dağlık Karabağ’da bir kez daha dünya, Hilâl’in galibiyetine şâhitlik ediyor!