Hilâl ve Haç, bir kez daha çatışıyor!

Bugün Kafkaslarda, sıradan bir çatışma değil, tarihin derinliklerinden gelen Tevhîd akidesinin sembolü Hilâl ile bâtılın, yok olmuşluğun ve tükenmişliğin sembolü Haç’ın çatışmasıdır. İçimizdeki Haç sevdâlılarına hatırlatmak gerekiyor.

YAHUDİLER, Yunanlar ve Ermenileri yeryüzünde öteki milletlerden çok farklı kılan yönleri yani her üçünün ortak yönü, Tevhîd akîdesinin sembolü olan “Hilâl”in azılı ve müşterek düşmanları olmaları. Yeryüzünün hilekâr, sahtekâr ve kana doymayan devletleri; Siyonist İsrail, Yunanistan ve Ermenistan...

Tarih, Ermenileri Osmanlı’nın “sâdık tebaası” olarak kayda almıştır. Doğrudur, Osmanlı, esas tebaası Türklerden onları ayırt etmemiş ve devletin önemli kademelerinde yer vermiş, onlar da hizmet etmişlerdir. Yine Osmanlı, yeryüzünde yok olmaya terk edilen Yahudilere kucak açmış ve Selânik’i kendilerine yurt tahsis etmiştir. Yunanlılar ise Balkanlarda ilk fitne ateşini yakan kavimdir.

“Ermeni” kelimesinin sinonimi (eş anlamlısı), “katil” ve “zorba”dır. Çok değil, daha otuz yıl önce özbeöz Azerbaycan toprağı olan Karabağ’ı işgal ederek, Hocalı’da yaşlı, genç, kadın ve çocuk demeden masum ve mazlumları katlederek gerçek yüzlerini göstermişlerdi. O gün işlenen Ermeni cinayetleri hâlâ hâfızalardaki tâzeliğini korumaktadır. O tarihten beri süren kanlı işgal Ermeni’nin iştahını kabartmış olmalı ki bu kez toprak kazanmak niyet ve amacıyla yeni bir cephe açarak Azerbaycan toprağına saldırmıştır.

Zamanın değişimi ile şartlar da değişmiştir. Bu kez karşılarında otuz yıl önce işgal ettikleri Azerbaycan değil, bambaşka bir Azerbaycan bulmuşlardır. Kara ordusunun yanında SİHA ve İHA’ları Ermeni’ye dünyayı dar etmektedir. Kükremiş aslan gibi Azerbaycan, onun dostu ve kardeşi Türkiye vardır Ermenistan’ın karşısında.

Azerbaycan’a saldıran Ermeni’nin bu kez hesabı tutmadı ve silahı geri tepti. Kardeş Türkiye’nin tam desteğini alan Azerbaycan, saldırıya misliyle mukabele etti. Ermenistan şaşkın ördeğe döndü. Arka arkaya kaçmaya başladı. Yakın desteğini ve yardımını beklediği Haçlı dünyası, bu kez Ermeni’yi yalnız ve yüzüstü bıraktı. Çâresiz kalan Ermenistan, üçüncü şıkkı olmayan, iki şıklı bir yol ayırımına geldi: Ya işgal ettikleri Karabağ topraklarını tamamen terk edecek ve inlerine dönecekler ya da Türkiye ile kenetlenmiş Azerilerle savaşarak acı mağlûbiyet zehrini içecekler. Bu satırların yazıldığı günlerde savaş henüz sonuçlanmamıştı. Ama görünen odur ki, savaşın sonunda Ermeniler büyük bir hezîmet yaşayacaklar. Çünkü bu kez başlarını çetin bir kayaya tosladılar!

Ermeni-Azeri çatışmasına tarih penceresinden bakınca, hâdisenin seyri kolayca anlaşılmaktadır. Çünkü bu, Kafkasya’da ilk kez cereyan eden bir Hilâl-Haç çatışması değildir. Azeri-Ermeni savaşı gibi görünse de, bu bir “Tevhîd mücadelesi”dir. Ermenistan Başbakanı, “Erivan’ı aldıktan sonra bunlar Viyana’ya kadar gideceklerdir” demedi mi? Öyleyse bu cümlenin maznunu kolayca anlaşılmaktadır. Bu safhada yazının başlığına dönülerek olaya bakılırsa, Hazreti Âdem’le başlayan ve devam eden bir “hak ve bâtıl mücadelesi” bulunmaktadır. Bu, “Tevhîd” yani “Hilâl” ile “bâtıl” yani “Haç”ın savaşıdır. Kaybeden hep bâtıl, kazanan ise Hilâl olmuştur. Şayet Hilâl kaybetseydi, bugün yeryüzünde tek Müslüman yaşayamazdı.

Karabağ tarihine kısa bir bakış

Ermenistan-Azerbaycan Savaşı’nın geçtiği toprakların tarihine bir göz atmakta yarar var. Azerbaycan, Üçüncü Halîfe Hazreti Osman döneminde İslâm ile müşerref olmuş bir Kafkas diyarıdır. O tarihten beri Müslümandır. Özellikle Karabağ, İslâm coğrafyasında yetiştirdiği âlim, müfessir, müceddit ve şeyhleri ile ünlü bir Tevhîd toprağıdır.

Azerbaycan, eski Roma’nın ve Yunanların “Albanya”, Araplarınsa Helenistik devirde burada yaşayan “Arran” veya “Arianoi” adlı bir kavme izâfeten “Arrân” dedikleri Gence ve Karabağ’ı ihtiva eden bölge, Türk hâkimiyeti döneminde “Karabağ” adını almıştır. Bölge dağların ve yüksek yaylaların hâkim olduğu bir araziye sahiptir. Sınırlarını güneyde Hudeferin Köprüsü’nden Sınık Köprüsü’ne kadar Aras çayı, doğuda Kür çayı, kuzeyde Gence ile sınırı Goran çayına kadar olan kısım ve Kuşbek, batıda Salvatı ve Erikli olarak adlandırılan Karabağ dağları oluşturur. Merkezi Stepanekert şehri olan bölge 4 bin 400 kilometrekare genişliğindedir.

Karabağ Roma, Sâsânî ve Bizans hâkimiyetinde kaldıktan sonra Hazreti Osman zamanında Müslümanlar tarafından fethedildi. 11’inci yüzyılda Büyük Selçuklular, bölgede kontrolü ele geçirdiler. Bölge bu tarihten itibaren Oğuz muhaceretine sahne oldu. Ardından Irak Selçuklularının eline geçen Karabağ ve civarı, sırasıyla İldenizliler, İlhanlılar, Timurlu ve Akkoyunluların idaresi altına girdikten sonra Safevîler’in eline geçti. Safevîler döneminde Şah Tahmasb, Anadolu’dan gelerek Akkoyunlular’a karşı savaşan Kaçar Kabilesinden Şahverdi’yi Karabağ Beylerbeyi tayin etti.

Osmanlıların bu bölgeyle ilgilenmeleri, 16’ncı yüzyılın ilk yarısındaki İran seferlerine rastlar. Ancak bölgenin doğrudan Osmanlı idaresine geçmesi, 1578 yılındaki Osmanlı-Safevî Savaşı esnasında oldu. 1590’daki antlaşmayla Osmanlı Devleti’nin Yukarı Azerbaycan’daki hâkimiyetini tanıyan Safevîler, 1603’te karşı saldırılar sonucunda bölgeyi yeniden ele geçirdiler. Osmanlı idaresi altında iken bu bölge, Gence’nin fethinin ardından kurulan eyaletin sınırları içindeydi. Hicrî 1001 (Milâdî 1593) tarihli kayıtlarda burası “Vilâyet-i Gence Karabağ” adıyla zikredilmiştir.

Karabağ, 18’inci yüzyıla kadar Safevîlerin kontrolü altında kaldı. 1722-1724 yıllarında Rusların bölgeye inmesi üzerine harekete geçen Osmanlı Devleti, Azerbaycan’ı ele geçirdi. Ruslarla 1724’te İstanbul’da yapılan antlaşmayla Karabağ, Osmanlı Devleti sınırları içinde bırakıldı. Fakat 1731’den itibaren hızlanan Osmanlı-İran Savaşı sonrasında 1736’da yapılan antlaşmayla İran’a terk edildi. İran’da Nâdir Şah’ın idareyi ele geçirmesinin ardından Karabağ’da önemli gelişmeler oldu. Nâdir Şah, Karabağ’da idareyi elinde tutan ve kendine boyun eğmeyen Cevanşir Aşireti Reisi Penah Ali’yi Horasan’a sürdü. Ancak Nâdir Şah’ın 1747’de öldürülmesinden sonra Horasan’dan kaçıp Karabağ’a gelen Penah Ali, burada Karabağ Hanlığı’nı kurdu. 1748-1750 yılları arasında Bayat, Şahbulak, Eskeran ve Şuşa (Penahâbâd) kalelerini yaptırarak hanlığını kuvvetlendirmeye çalıştı. 1751’de Kaçarlı Muhammed Hasan Han’ın saldırılarını püskürtmeyi başardı. Ardından Afşarlı Feth Ali Han kumandasındaki bir birlik, 1755’te Şuşa’ya hücûm etti. Uzun süren bu kuşatmadan sonra Penah Ali Han, ona tâbi oldu ve oğlu İbrâhim Han’ı rehin verdi.

O sıralarda İran’da diğer bir güç odağı da Kerim Han Zend idi. Feth Ali ile arası iyi olmayan Kerim Han ile birlikte hareket eden Penah Ali Han, Feth Ali’yi mağlûp ederek esir aldı.

Rusya’da 1917 Bolşevik İhtilâli’nin ardından Ermenilerin Karabağ üzerindeki hak iddialarıyla birlikte çatışmalar da başladı. Osmanlı kuvvetleri 25 Eylül 1918’de buralara hâkim oldu, ancak 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesi’nin ardından bölgeden çekildiler. İngilizlerin eline geçen Karabağ, 1919’da Azerbaycan’a dâhil edildi. Rusların 1920 Mayıs’ında Karabağ’ı işgal etmesiyle Karabağ meselesi yeni bir boyut kazandı. Mesele Moskova’da ele alınmış ve Anastas Mikoyan’ın 20 Mayıs 1920’de Lenin’e verdiği raporunda Ermenilerin Karabağ’la hiçbir bağı bulunmadığı ve buranın Bakü’den koparılmaması gerektiğini belirtmişti. 1921’de Karabağ meselesi, devlet yetkilileriyle Komünist Parti arasında rekabete yol açtı.

Azerbaycan Komünist Partisi konunun araştırılması için üç kişilik bir heyet kurdu. Bu heyetin verdiği raporlar doğrultusunda 30 Haziran’da Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi’nin tesisine karar verildi ve bu karar, 24 Temmuz 1923’te ilân edildi. Azerbaycan’ın idaresi altında oluşturulan bu bölge 4 bin 200 kilometrekare olup, Cevanşir, Şuşa, Cebrail, Zengezur ve Kubatlı’nın bir kısmını kapsıyordu.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği içerisinde Ermenilerin Karabağ’a yönelik faaliyetleri, 1970’li yılların sonuna doğru giderek arttı. Ermeniler, 3-6 Eylül 1979’da Paris’te, ardından 1983’te Lozan’da toplanan Dünya Ermenileri Kongresi’nde, Sovyet Rusya’da bulunan 29 bin kilometrekarelik Ermenistan’ın kendilerine yetmediğini belirterek Karabağ’ın Ermenistan’a katılması için eylem kararı aldılar. 13 Temmuz 1985’te Sevr’de yapılan Üçüncü Dünya Ermenileri Kongresi’nde alınan kararlar arasında Karabağ’ın Ermenistan’a katılması için kamuoyu faaliyetlerinin başlatılması da vardı.

Avrupa’da bu tür faaliyetler tertip edilirken, Amerika Birleşik Devletleri’nde de Karabağ’ın ele geçirilmesi için yardım ve finansal destek sağlamak amacıyla Ermeni Karabağ Dayanışma Komitesi kuruldu. Ermenilerin benzeri çalışmaları karşısında kayıtsız kalmayan Azerbaycan yetkilileri, Dağlık Karabağ’ın Azerbaycan’ın ayrılmaz bir parçası olduğunu belirtir bir deklarasyon yayımladılar. 25 Ocak 1988’de Karabağ’da yaşayan Azeriler, Ermeniler tarafından göçe zorlanmaya başlandı ve bunun netîcesinde Şubat ayından itibaren Karabağ’dan yapılan göçler hızlandı.

Ermeniler, 21 Şubat 1988’de Karabağ’ın Ermenistan’a ait olduğunu ilân ettiler ve 24 Şubat’tan itibaren de bu bölgedeki Azerileri baskı altında tutmaya başladılar. Aynı yılın Haziran’ında Ermeni Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Dağlık Karabağ’ı Azerbaycan Yüksek Sovyeti’nden istediyse de teklif reddedildi. Daha sonra bu teklifi Moskova da kabul etmedi. Meşru yollarla istediklerini elde edemeyen Ermeniler, 1989’da Karabağ ile yapılan ulaşımı engelleyip yollara mayınlar döşeyerek kontrolü ellerine geçirmeye başladılar. Bunun üzerine 1990’da Azerbaycan Halk Cephesi “Millî Savunma Komitesi”ni kurarken, Yüksek Sovyet Prezidyumu da Karabağ’ın Azerbaycan’ın olduğunu tekrar teyit etti. Ancak Sovyetlerin dağılmasının ardından 1992 yılında Ruslardan silah ve destek alan Ermeniler, Şuşa, Hocalı ve diğer yerleri ele geçirdiler. Bu esnada sivil halkın büyük kısmı mülteci durumuna düştüğü gibi, bir kısmı da Ermeniler tarafından öldürüldü. Azerbaycan topraklarının yüzde 20’lik kısmı Ermeni işgali altına girdi.

Son söz

Bugün Azeri kardeşleriyle aynı heyecanı yaşayan ve aynı havayı teneffüs eden bir Türkiye var. Ve o Türkiye kıyamda! Bu bir realite! Ancak bu ülkenin hür havasını teneffüs eden, ekmeğini yiyen, suyunu içen ama Ermenilerle aynı duyguyu yaşayan soysuzlar, konuşabiliyorlar. Sözüm o soysuzlara: Çok istiyorlarsa, kapılar açık, defolup aç ve sefilliği hayat tarzı bilen fukara soydaşlarının yanına gitsinler. Hattâ İstanbul’da “Hepimiz Ermeniyiz” herzesini yiyenler, bugün Erivan’a gidip Türk İHA ve SİHA’larının hedefi olmalılar. Bizim SİHA ve İHA’larımız onları gözlerinden tanır.

Bugün Kafkaslarda, sıradan bir çatışma değil, tarihin derinliklerinden gelen Tevhîd akidesinin sembolü Hilâl ile bâtılın, yok olmuşluğun ve tükenmişliğin sembolü Haç’ın çatışmasıdır. İçimizdeki Haç sevdâlılarına hatırlatmak gerekiyor.

Sonuç olarak, Kafkasya’da, özellikle Dağlık Karabağ’da bir kez daha dünya, Hilâl’in galibiyetine şâhitlik ediyor!