Hikâyecinin hikâyesi

Yağmurun şarkısını en güzel o söylerdi. Dudaklarından dökülenler bir şiire mi aitti yoksa? Gülerse şarkı, ağlarsa ağıt, kızarsa hiciv sererdi bir örtü gibi. Sesi kalbinden gelir, kalplerde ağırlanırdı.

ZAMAN göz altlarında izler bırakıp giderken, geride kalan yaşanmamış düştü o. Kimselerin ulaşamayacağı kadar derinlerde gerçek olamayacak kadar ölü bir hikâye bulmuştu. Fakat günün birinde kıskıvrak

yakalanacağını, kaleminin en keskin darbesini kendi elleriyle kendine

indireceğini nereden bilebilirdi?

İki koca dağın arasındaki vadide kendi sabit hızıyla hiç durmadan ilerleyen berrak suda ne görünüyorsa, ona bakıldığında da görünen

birbirinden pek de farklı değildi. Kendi oluğuna meftun ve o denli ısrarcı… Bir an bile tahammülü yok aynılığa.

Etrafı rahatsız etmeden, kendi akışında o kadar dingin ki kimseler bilmez sonunda hırçın bir denize dönüştüğünü. Kendi sonuna gelene değin yolunun üstünde ne var ne yoksa kucaklamasından belli aslında göğsünde bir annenin kalbini ağırladığı. Bir yanında biri, diğer yanında

diğeri, elle tutulamayacak kadar ince bir bağla tutunuyorlar ona. Bir an bile geçirmiyor aklından başını alıp gitmeyi.

Kehribar tanelerini bir tesbihe sabırla dizen, gölgesinde yeni fidanlar

büyüten, onları sulayan, budayan, olanca sadakatiyle sarıp sarmalayan, yüzü her daim güneşe dönük bir çınarın dibinde, onunla aynı kökle

bağlıydı toprağa. Suyun rahmetiyle, kuraklığın cefasına her daim onunla talip. Uçsuz bozkırın ortasında bir devrimci gibi dimdik duran yalnızlığa ortak olmayı değişmezdi herhangi bir kalabalığa.

Şiiri yaka cebinde bir karanfil gibi taşırdı. İncitmeden, tek bir yaprağının dahi solmasına, boyun bükmesine izin vermeden, onu yoldaş addederek süzülürdü yolların bağrında. Önüne çıkan taşa bir tekme de o

savurmazdı. Varlığı bilir, rahmeti beklerdi. Taş da olsa ziyan etmezdi şiddetiyle. Avuçlarında ağırlayıp bir kuytuya yerleştirirdi onu. Korurdu azabından bir insan nefsinin.

Ardına kitapları alırdı dizi dizi. Haberdardı ne olup bitiyorsa kelimelerin arasında. Bir gün o ütopik barış hükmederse dünyaya, bilirdi ki bu henüz yazılmamış olanı bildirmekle mümkündü. Bir kalem, bir kâğıt. Ve o kâğıt kâfiydi bunu yapmaya. Berrak olana hayranlığından olacak ki, her daim burnunun üstündeydi gözlükleri. Öyle ucunda ya da her an

atıverecekmiş gibi değil, hiç bırakmayacak şekilde göz pınarlarının tam dibinde tutardı onları.

Hep dimdikti. Öyle kolay kolay eğilmezdi sırtı. Ama bazen öyle anlar olurdu ki başı sağına düşerdi, elleri soluna. İki büklüm olurdu ve bir kalbine, bir aklına çarpan dalgalarla çatışması bitene dek öylece kalmak

isterdi. Bir tarafı hâlâ pamuk şekeri almak için annesinin eteklerine yapışan çocuklar gibiydi. Öyle hayran ve öyle ısrarcı… Zaten ne kaldıysa elinde servet diye, onların yegânesi hayretinden süzülenlerdi.

Dövüşemezdi dünyayla. Kabul etmeyi çok küçükken öğrenmişti. Sevgiye de biat ederdi, öfkeye de. Kuşların cıvıldadığına, rengârenk resimler çizen dünyanın bu kadar güzel olmasına aldananı ahmak sayardı.

Görünmeyen yerlerde biriken tüm kir, pas ve çamur çocuklara daha sıkı sarılmasını sağlardı. Elinin tersiyle bunların tümünü reddedenlere

burnunun ucundan bakardı. İşte bir tek yaşamayı sevmeyenleri, bir

kediyle oynamayanları, bir çocukla çocukluğunu yâd edemeyenleri kabullenmeyi şiddetle reddederdi.

Yalnız bir kusuru vardı. Yargılanmaktan korkar, hak etmeyenin de

suyuna giderdi. Bir kez “Hayır!”, “Dur!” dese o kilidi kıracaktı belki ama söylediyse bile bunu duyuramadı dünyaya. Tahakküm orada

başladı. Hiç haberi olmadı.

Kâinatın harikulâdeliğinden ilhamla bir çizgi içine sokardı dünyasını. Birbirini rahatsız etmeden göçen leylekler, kelaynaklar, kırlangıçlar gibi kendi sırası geldiğince ilerlemeyi, mendillerini rengince dizmeyi,

kitaplarını sevdiğince sıralamayı bir erdem gibi tutardı hikayesinde. Kötü renkler, sırasız işler, düzensiz ilişkiler bu öyküyü mahvedemezdi.

Yağmurun şarkısını en güzel o söylerdi. Dudaklarından dökülenler bir şiire mi aitti yoksa? Gülerse şarkı, ağlarsa ağıt, kızarsa hiciv sererdi bir örtü gibi. Sesi kalbinden gelir, kalplerde ağırlanırdı.

Hülâsa, hep iyiyi görür, güzeli sever, kötünün adını ağzına almadığı gibi, gördüğünde kapatırdı pencerelerini. Karanlıktan korkmaz fakat içinde de kalamazdı. Çünkü bir ismi varsa onun, nurdu, ışıktı, aydınlıktı…