AZİZE’yi gözlerinin
havzasına aldıktan sonra daha seri nasıl yüzülür, onun çabasındaydı. O geçmişe
düşman düşlerinin atölyesindeki sevdâ tezgâhında, bu sevdânın hayâllerini
kurmuştu hep. Bundan dolayı hiç unutamıyor Kuleli sırtlarında “Yavuz” gibi onulmaz
bir aşka düşme düşüncelerini ve hiç unutamıyor sevdâ muhabbetiyle hayata
bakanlara yaptığı içsel duâlarını da…
Çok
yıllar sonra Azize’yi tanıdı. Onunla konuştuğu o ilk anlar, sesini duyduğu ilk
akşam, görüştüğü o sahil kasabası ve sonraki her bir anı onun ruhunu ve
yüreğini canlı tutmakta. Sanki yıllardır gözleri kapalıymış da gözlerine hiçbir
ışık, kulakları kapalıymış da kulaklarına hiçbir ses temas etmemiş; tâ ki onu
görüp tanıyıncaya kadar…
Henüz
onunla yüz yüze gelmeden ve onu tanımadan çok daha önce ona varmış gibiydi.
İçindeki sesi takip edip onun içine paldır küldür yuvarlanmıştı çoktan. Aslında
o, önceleri kendinde dahi yoktu. Yalnızlık ve yoksunluk elbiseleri çölde
unutulan çarıklar gibi ruhunu, yüreğini ve bedenini sıkmaktaydı. Sevmek ve
sevilmek fiili yazılan ve söylenenlerden çok öte bir kavram olduğu için her esen
rüzgâra yüzünü dönmüyordu. Sevgiyle nefeslenmek hayat memat meselesiydi ama
onun yoluna, yüreğini güvenle teslim edebileceği bir yürek çıkmamıştı. Çünkü o,
bir yüreğin bir akıl tarafından basite alınarak hoyratça kullanmasına müsaade edemeyeceği
gibi, başkalarının da benzer şekilde kullanılmasına şiddetle karşıydı. Gönül zekâsının
hissiyat analizlerine kulak verecek bir bilince sahipti.
Kendi
içinde geçirdiği yalnızlık yılları, onu gereğinden fazla büyütmüş ve ona önemli
bir farkındalık kazandırmıştı. Yıllar sonra, aklını yüreğinin hizmetine
sunarak, ortaya çıkan imkânı sahil kasabasında Azize’yle tanışarak taçlandırdı.
Onun hayatında, yüreğine sunulan en büyük şanslardan biriydi o sahil kasabası. Gönlünün
kapısını çalan bu şansı iyi kullanmaya, özgün ve özgür iradesini aşkın ocağında
her türlü hararette fırınlamaya, kendine ait birçok değeri de sırlayarak yüreğini
ebedî konuk edeceği o yüreğe hazır hâle getirmeye ve ona lâyık olabilmek için
kendine söz verdi.
Yüzünü
pembe kayalıkların rüzgârına dayayarak, kıyıları olanca gücüyle döven dalgaların
o muhteşemliği eşliğinde, gönlüne düşen sıcacık köpükler, kendinin tüm benliği
ile ona ait olduğunu hissettirmişti. Aklını teslim alan yüreğini avuçlarıyla Azize’nin
avuçlarına bırakırken, akşam güneşi de tüm görkem ve olanca kızıl tutkusuyla
denizle sevişiyordu. Aynı anda, kendi ikliminin dışındaki tüm göklere kapalı
olan ruhunu yüreğinin de etkisiyle onun ikliminde renklenmek ve huzur bulmak
üzere ebedî olarak iltica ettiriyordu.
Azize’nin
yüreğindeki korku ve kaygılar ile uzay gibi genişleyecek olan içsel sevdâsı da
o an başlamıştı. Bu ikilinin yani kaygı ve sevdânın büyüme hızlarındaki değişim
oranı sabit kaldığı sürece, onu aşırı huzursuz edecek nedensellik de görmüyordu.
Her sevdânın kendi içinde ve kendi şartlarında az veya çok korku ve endişe barındırdığının
bilinciyle, onun bu sıkıntılarını büyük bir anlayışla karşılıyordu. Azize o ilk
günden itibaren alnına yazılmış bu yazıyı sesli okumaktan kaçınırken, o, her
fırsatta sevdâsını yüksek bir sesle haykırmaktan mutlu olmaktaydı.
Bu
durum öyle bir hâl aldı ki, tüm eylemleri, onları her defasında bir asma köprünün
halatlarına yapıştırıyor ve buğulu nefesleri yoğunlaşarak nehrin üzerine aşkla
yağıyordu. Onlar ise gönüllerindeki sevdânın gücüyle salınıp her defasında birbirlerinin
gözlerine tutunuyorlardı. Yüreklerindeki sevgi dalgaları zaman zaman parmaklarında,
dudaklarında ve gözlerinde yoğunlaşıyordu. Bazen de kaygılardan oluşan cümlelerin
ağırlığını, hızlı esen rüzgârların uğultusu sonsuza savurarak kulak ve gözden
uzaklaştırıyordu.
“Ne
tuhaf değil mi?” dedi içinden, “Zaman zaman sözlerin kemiği delip iliğe geçmesi”.
“İşte o zaman farklı bir ses yankılanıp titretiyor içimizin duvarlarını ve
sevgiyle bakan göz oluyor aşkla yoğrulan gönüllerin dili” diye düşündü. Bazen fısıltı
şeklinde onun korkularını dinlerken, gözlerinde her zamanki gibi yüreğinin
güzelliğini gördü karşısındaki duvara yansıyan siluetinden. Hiç sevmiyor karanlığın
ense kökünden solumayı. “Beni onun gözlerinde gezdiren ilâhî bir kitap olmalı”
diye düşündü, “Bunca uzaklığına rağmen ellerinin sıcaklığını dokunmadan nasıl
hissedebilirim ki yoksa?”.
Her
gece onun resmine bakarken onu çok iyi anladığını, hattâ yüz yüzeyken dahi
özlediğini ve ağzındaki buruşukluk veren tüm tatların onun sayesinde kaybolduğunu
da söyleyip durur sürekli. O ne konuşmaktan, ne de koşmaktan yoruluyordu artık,
bu yüzden de adı “Amog koşucusu” idi zaten…
Azize’nin
sesinin oluşturduğu çekim etkisiyle, duyguları o atmosferin merkezine ulaşmak
için bir kelebek gibi davranıyordu. Bazen kelebek onu geçiyordu. O da kelebeği
geçmek için daha hızlı koşuyordu. Her yorulduğunda sevdâsının rüzgârında
dinlendiriyordu nefes nefese kalan ciğerlerini. Ve sonra alevlerin içinden
koşarak kelebeği fersah fersah geçiyordu tekrar bedeni, ruhu ve yüreğiyle. Her
adımda duyduğu sesin lezzetiyle, kendi sesi de çağlayanların efsunlu seslerine
dönüşerek, huzura ulaşmak için onun yüreğine doğru akıyordu âdeta. Aslında o, sesindeki
sevdâsını da sevgilinin cazibe alanında yoğunlaşarak, onun ipeksi saçlarında karanfil
kokulu katreler olabilmenin hayâlindeydi.
Ona
doğru öyle hızlı koşuyordu ki, sanki arkasında kâinatın ağırlığı vardı da onlara
yakalanmak istemiyordu. Çünkü o, ilk günden itibaren ona bir çağlayan gibi
akıyordu. Hep bir ses duymaktı onun maksadı. İlk defa duyduktan itibaren, o
duyulan ses, onun için dünyadaki en değerli emanetti artık. Bu emaneti, şartlar
ne olursa olsun, hem kendi, hem de onun onuruyla ilelebet koruyarak sevip
anlamlı kılmaya söz verdiğinde, yakamozlara renk veren kayaların renkleri yüzüne
yansıyordu.
Onun
ruhu Azize’nin varlığıyla öyle güzel hâllere bürünüyor ki onun yarattığı duyguların
fersah fersah gerisinde hissediyor kendini. Önüne gelen her ne varsa aşıp geçmek
istiyor o geri kalmışlıkla. Sanki birbirlerine yıllar önceden biriktirdikleri
cümleleri yakalama yarışındaymışlar gibi... Kendilerine ait tüm yaşanmışlıkları
bir kenara iterek yeni bir hayat için çaba sarf ettiklerinin bilincinde
olduğunu düşünmekteydi her zaman. Bazen de neleri niçin unuttuğunu düşünüp hayatın
bazı alanlarda sunduğu kısıtlı imkânları düşünüyor ve “Neden ben?” demekten kendini
alıkoyamıyordu.
Her
nereye yönelse, sanki hüzün haber almış da ondan önce oraya yerleşmiş gibi
oluyordu. Bu farkındalık içinde yüreğini verdiği sevdânın hüzünleri hiç de yaşanmış
hüzünlere benzemiyordu. Daha sıcak, daha çekici ve âdeta esir olmaktan haz
aldırıcı gibiydi. Artık iyice alıştığını düşünüyordu sevdâsının içindeki hüzün
ve sevgi atmosferine. Ve de onların birlikte oluşturdukları muhteşem gökkuşağının
farkındaydı.
Hıdırlık’ta…
Nisan
ayının güzelliğini kuşanarak yaşadığı şehrin yüksek bir tepesi olan Hıdırlık’ta
oturmuş, akşamın hüzün arttıran kuzey meltemine bırakmıştı kendini. Sanki Azize
karşısında oturuyor da ona konuşuyordu:
“Sen
karşımdaki ufkun akşam kızıllığı, dağların Nisan yeşilliği, denizlerin
titrekliği gibi bitmeksizin sonsuza uzanmaktasın; tüm algılarımda, ruhumda,
zihnimde ve yüreğimde… Nemini henüz liman olmamış yeşillikler arasında saklı
bir koydan alan gözlerin ki aydınlatmakta gönlümün karanlık vadilerini. Nefesin
var etmekte yoksun kaldığım her şeyi.
Duyduğum
bu ses, göklerin maviliklerinde sevdiğine kavuşan telli turnanın sesi… Sana
bakınca, içimde yeşeriyor kurumuş tüm ağaçlar ve bir bahar esintisinde
ormanların derinliklerinde kaybolmuş gibi hissediyorum kendimi. Yeşeren ağaçlarda,
yapraklardaki su damlacıklarında gözümün değdiği her yerde ama her yerde
gözlerinin güze hazır kahvesi var. Seviyorum. Özlüyorum. Her an kendimden sana
geliyorum.
Ama
bir şey var ki, sana geldikten sonra o güzel atmosferden bana dönmeyi
sevmiyorum. Her bir gelişimde o muazzam varlığının kanına daha da yaklaşıyorum.
Senden doğuyor gibi oluyorum yegâne güneşin galaksisine yeniden. Senin
ikliminde, sende saklanıyorum dışarıdan duyulabilecek hoyrat bir sesin
kaygısından. Bilmiyorsun senden uzaklaşınca başlayan rengin adının karanlık
olduğunu veya gecenin ilerleyen vakitlerindeki bir acının yüreğimi nasıl
burktuğunu da… Hele senden ayrılma vakti gelince… O ayrılık öyle bir şey ki,
ilk temasını ruhumla kurup sonra dalga dalga yayılıyor tüm hücrelerime. Ama her
nasıl oluyorsa oluyor, baktığım her yerden sana ait bir sevdâ yeşeriyor zirveye
doğru…
Bilirsin
Azize, çok yüksek dağların belli rakımlarından sonra yeşillik olmaz ama senin
sevdân, o yükseklerdeki oksijensizliklere de bir çâre! Şimdi bana böyle ışıl
ışıl bakıyor ya gözlerin, sanki yayla gözlerinde kaynayan berrak su gibi… Bir o
kadar da ince, sanatsal iz taşımakta sessiz sözcüklerin. Yanında geçirdiğim her
gün bir ilk, bir yeni mutluluk; gözlerime sunulan bir mucize işte! Bundan
dolayı, tüm mucizevî yetileri ve tüm şiir sözlerini yazabilirim gamzelerinin
vadisine.
Şu
an kokunu alıyorum ya, sanki sen yayılıyorsun genzimden ve sende diriliyorum
yeniden sana. Firdevs’in kokularının oluk oluk akan teninin kokuları gibi olduğunu
düşünmekteyim şimdi. Olur da, bir gün arzın tam merkezine inersem, orada
söyleyeceğim ve yazacağım ilk sözcüğün ‘Azize’ olacağından kuşkusu olmasın
yüreğinin. Ve böylece adınla nasıl sıkı bir bağ içinde olduğumu arzın çekim
kuvveti de bilmiş olacak. Haydi, artık yaklaş, uzanayım dizlerinden toprağa bu
serin Hıdırlık akşamında, ört ve sakla beni…”
Hıdırlık’ın
o serin akşamında başını dayadığı yerden ılgıt ılgıt Firdevs kokuları alarak,
kahve gözlerin dalgalı buğusuna ruhunu ağır ağır teslim ediyordu. Belli ki, o
hâldeyken dahi asılı kaldığı gözlere bakarak konuşmaya devam edecekti bir süre
daha:
“Biliyorsun
Azize, sevmek, sevdiği için her boyutta eylemsel olabilmek, onları hakkıyla
değerlendirebilmek… Bu bazen çok kolay olsa da bazen ağır sorumluluk ve büyük
bir derinlik gerektirebilmektedir. Hele ki, sevdiğinin hakkını vermeye çalışmak…
Sevgili
için kurulan cümlelerin ivmesini ve gönüllerde oluşturacağı momentumu da
imgeler tayin eder. Bunlar, sevgiliye lâyık görülen muhitin büyüklüğü hakkında da
bir fikir verir. Sevgili ise, bazen kendisine yazılan bu cümleleri kendi ruh hâline
göre algılayarak, kendince yakaladığı imgeleri gönül muhitine yönlendirir. Bundan
dolayıdır ki, sevgili için yazılanların, onun ruh hâli gözetilerek belli
periyotlar dâhilinde okunmasının yürek ve ruh bütünlüğü bakımından daha huzur
verici olacağı kanaatindeyim. Meselâ sana bir şey yazdığımda, sen oluyorsun
karşımda ve ben aslında seni sana yazıyorum. O zaman sana düşen ise, o an sendeki
beni okumandır sadece…
İnsan
yazdıkça çoğaltır hem kendini, hem de sevdiğini. Düşünmek bir yere kadar olsa
da yazıya dökülebilme ihtimâli varsa daha anlamlı bulmaktayım. Yoksa nasıl
nesnel olabiliriz ki sevgiliye karşı? Bu çerçevede düşünme eylemini kutsal
buluyorum. Sana yazarken, sana bakarken, bendeki seni ve sendeki beni
düşünüyorum; o an konuştuğumuz konuların geneli hakkında da… Ama asla o
atmosferin dışındaki bir düşünceye zihnimi açarak, o güzelliği farklı şekilde
dalgalandırmak istemiyorum. Sevdâ boyutlu düşüncelerimde, yitirdiğim düş
sancılarımı, solgun şehirlerde kaybettiğim renklerimi, kuşların gamzelerine
bıraktığım buruk tebessümlerimi ve bulutlarda sakladığım mutluluklarımı
arıyorum. Sana neden bu kadar geç kaldığımı da düşünüyorum…
Bilirsin
Azize, şehirler çocuklarını karanlıklarda yutar. Her anne ve baba bir kâbusa
uyanır. Kaybettiğim çocukluğumu ve kâbusla uyandığım sabahlarımı da düşünüyorum
bazen. Şimdi ise gönlümün ellerine her gün buket buket kır çiçekleriyle sana gelmekte
yüreğim. Varsın, kurusun, bunu düşünmemekteyim; zira yenisini toplamak
imkânındayım. Bu durum sevgiye pozitif bir itme kazandırır daima. Ya toplayacak
gücü kaybedersem; o zaman toplayamadığım günleri düşünerek üzülmez miyim sence?
Aşka
şâhitlik eden şehrin taş kaldırımları nasıl tutsak alıyorsa sabah rüzgârlarını,
gözlerimizde asılı kalıyor her defasında sözcüklerin asilleri. Şimdi dizlerinde
olan başım, senden önce patika dağ yollarındaki tenha otların kıyılarında,
yüreğim ise çöldeki bir kayanın yalnızlığındaydı. Hiç düşündün mü Azize, kim
dindirebilir sütten yoksun bir bebeğin ânî sancılarını ki benim yoksunluklarım
da bitmiş olsun âniden? Ya da kim silebilir ki o bebeğin gözyaşlarını?
Şimdi
bizim bu hüznümüz, bir papatya tarlasında rüzgâra teslim olmuş gelincikler
gibi. Tenha bir gelinciğin hüznünden ne kadar çok huzur verici bir hüzün…
Farkındasın değil mi senle azalan yoksunluklarımın ve üzerime esen soğuk
fırtınaların bahar meltemlerine dönüşmesinin? Gözlerinden gelen esinti, dolu
bir bulutun bir şehrin acı ve gözyaşlarını sildiği gibi, arındırdın beni tüm
sıkıntılarımdan. Hani o ilk gün diyorum ya, o günden sonra hep mutluluk cümleleri
eklenmekte hayatıma. Sözlerim ve bakışlarım bir anlama büründü sayende. Ve öyle
bir liman oldun ki, kovdum tüm tayfalarımı…”
Vakit
hayli geçmiş, Nisan’ın dolunayı kendini göstermişti. “Bu Nisan ki, ortasından
geçer aşkların; örseler gecelerin sessizliklerini, sırtımızı yasladığımız dağın
kahverengine hazırlar ruhumuzu” dediğinde hissetti ellini tutan elin yürek
sıcaklığını. O hissiyatla şehrin ışıklarına doğru yürümeye başlayıp, önlerine
çıkan ilk ağaca yaslanarak dolunay şölenini kaçırmak istemediklerine başlarıyla
onay verdiler sanki. O an, uzak haritalardaki iki kalbin bir olduğu çok özel
bir andı.
Dolunayın
şavkı altında tuttuğu elin samîmiyetinden aldığı güçle yeniden bir şeyler söyleme
ihtiyacı hissetti kendince geceye not düşmek adına:
“Seninle
sarmaktayım tüm giz yaralarımı, Ay’ın şimdi yeryüzünü sardığı gibi… Yarım kalan
tüm gülüşlerimi tamamladı varlığın. Bir cellâdın merhametine sığınan tüm
çiçeklerim özgürleşti. Şu an bulunduğumuz yer, birçok hüznüme ve gözyaşıma şâhit
olmuştur. Ve ben, hüzün içen nice kuytu geceler bilirim buralarda. Bir ağaca
dayanmış başın korkunç duâlarını da…
Şimdi
ise çıkmaza düşmüşken, yoluma çıkan sevdânın anayurdu olan seni bilmekteyim; şu
üzerimize yükselen ay gibi beni bağrına basan ve göğsüne saran… Belki de sen,
şu âna kadar yaptığım duâlarımın yegâne karşılığısın…”
Âniden
tuttuğu eli bırakıp, “Biliyor musun, bir sevdâ şehri düşlüyorum; yüreğimin
vuslatına dair... Öyle ki, sevdâmla özgüven içinde gezip dolaşabileceğim,
kimsenin bizi tanımadığı bir şehir… Terasında her türden çiçeklerin koku
yaydığı bir ev, sevgilinin gözlerinden aydınlanan karanlık sokaklar, her adımı
huzur olan kaldırımlar düşlüyorum yarına ve yarınlara dair… Şu anki huzurumuzun
katlanarak artacağı bir yaşamı özlüyorum” dediğinde, Ay, göğün yolunu
yarılamıştı neredeyse… Geceyi ikiye bölüp onu hayâlinden uyandıran ise, yatsı
namazı için okunan ezanlardı.
Kafası
karma karışık olmasa da daldığı düşün etkisindeydi hâlâ. Yorgun bir şairin
sessiz mısralarını okuyan dilsiz bir hancı gibi hissediyordu kendini. “Sevdâlarını
kırgın cümlelerle yazan şairlerden ve her bir cümlesiyle bir yara kanatan melankolik
kitaplarla filmlerden uzak durulmalıyım” diye düşündü. Artık gerçek sevdâ
kuşlarının geriye dönüş zamanıdır. Onların yepyeni bir haberle gelmelerini
istiyordu Hüdhüd gibi...
Bir
anda yüreğinden diline hücum eden sözcüklerin etkisiyle mırıldanmaya başladı
ağır ağır yürürken:
“Sırra
kadem basmış çiçekler yaprağa dursun, papatyalarda sayılmasın sevgi sözcükleri
artık. Gözü yaşlı bulutlar eksilmesin çorak iklimlerimizden ve yağmur sonrası
güneşimiz gölgelenmesin gri bulutlar tarafından. Rengini almış gökler süslesin ufuklarımızı
denizlerle beraber. Sevdâmızın otağında aşk için kıyama duran çocuklara
şarkılar söylesin meczuplar. İmkânsızlıklara rağmen iliklerimizle sevdâyı
yeşertip onu taşıyan yüreklerimiz ağlamasın.
Varsa,
gururdan ve korkudan kurulan tüm bariyerler bir bir erisin aşkla kurulan
cümlelerin buğusundan. Muhabbetsiz kalıp da üşümesin yürekler. Fitili çekilen
yüreklerimizin bahçelerinden eksik olmasın sevdâlı bakışlar. Zira gönülde yoksa
sahiden bir sevdâ, anlamı kalmıyor sözün de, sohbetin de. Kelimelerimiz inci
gibi dizilmeli gözlerden gönle uzanan yollarımızın kıyılarında…”
Akşamın
ilerleyen vaktinde şehre hâkim bir noktaya odaklamıştı bedenini. Ruhundan çıkan
ses dalgalarının arasında yüzüyordu âdeta. O dalgalardan gelen seslere kulak
verdi bir anda:
“Sevdâ
için mamur hâle gelen kalp her türlü imarda itibarını artırır. O itibarla
gecenin karanlığında yürekten uzanan eller, dokunduğu yerde itibar görür ancak.
Dokunanın istediği ile dokunulanın arzusunu bilip duâ eder melekler. O ellerin
avuç içlerindeki çizgilerde buharlaşan ter kokuları, sevdânın misk-i amberi
olur her zaman. Muhabbete pınar olan parmaklardan sevgi akar tâ sonsuza kadar.
Her dokunuşta genişleyen yürek havzası, göklerin maviliklerine rakip olur. Eğer
bunlar yoksa, beden yaşasa da o yürek ölür. Yürek ölürse hayat ölür. Şayet bir
yürek ölürse eller kırılır, gözler söner, işitemez kulak, kıpırdamaz dudak… Bulundukları
şehirden tüm sevdâ kuşları tersine göç eder... Yıldızlar söner, dürülür
galaksinin güneşi ilk geceden, söz biter kelimeler başlamadan; ünlemini çeker
sesli harfler tüm hecelerden. İmarı bozulursa sevdânın, yeryüzü komple bozulur.
Şiir susar, türküler susar, bozulur şarkıların tüm nakaratları, seven ve
sevilen susar ilk akşamdan. Hâlbuki sevdâ ne güzel bir nimettir İlâh’tan; yaşam
felsefemizi anlamlı kılar akşamdan…”
Sevdâsının
muhteşem boyutunda içsel olarak koşmakta, tüm hissiyatıyla geçmişten bugüne
hayatını mayalayan negatifliklerden ruhunu ve yüreğini arınmışlığıyla
haykırmaktaydı rüzgâra. Artık onun yüreği bir boşlukta değil, sevdâya mamur bir
yürekte salınmakta gönüllü bir müebbette olarak… Daha önce hiç yaşamadığı ve bu
denli derin hissetmediği bir geniz sızısıyla bakmaktaydı şehrin sarı ve beyaz
ışıklı sokaklarına. Sevdâ neydi, merhamet neydi, sanki hiç tatmamıştı. Bu içsel
sızıyla eğimli yolun sonunda başlayan şehrin ilk sokağına kadar koşmuştu.
Evine
ulaşmış, kızıyla rutin çaylarını içerek, güncel konuları konuşuyorlardı her
akşamki gibi. Ama o düşünde yaşadığı bu güzel günün gerçeğinin hayâlindeydi
şimdi de... Düşünüyordu: Sevgi gerçekten
neydi, merhamet nasıl bir duyguydu? Bir anne karnındaki yavrusuyla nasıl konuşur,
bir baba yüreğiyle nasıl bakmayı başarabilir onu üzen evlâdına? Ya iliklerine
kadar hissederek özlemek, nasıl bir iç çekişin çığlığıdır o? Ya da vuslatın
düşleriyle sabahlamak? Bütün bu soruların sendeki cevabı nedir?
“Azize”
diye geçirdi içinden... “Sevdâ ne yapar ki olgun gönüllü bir adama?” diye sordu
kendi kendine. Zira o, yıllardır derslerinde sosyal hayatın birçok boyutuna
psikolojik, sosyolojik ve felsefî olarak yaklaşan birisi olarak, sanki bu
kavramsal sorularla ilk defa muhatap olmakta ve kendini büyük bir imtihanın arefesinde
hissetmekteydi. Ve onun hissiyatına göre
bu arife çok uzun bir zamana yayılacak görülmekteydi…
Âniden
kendisini bir çift mercan buğusu gözlerin efsununa kaptırmış, o gözlerden ona
esen rüzgârın taşıdığı sevdânın kokusuyla savrulmuş hissederek titredi. O an soluklanmak
için çıktığı balkonuna kuzeyden ılık bir rüzgâr esmekteydi. Aldığı kokunun da etkisiyle
iyice derinlere indi ruhu ve yüreği. Sanki bir çift elin şefkatle yüzünü
okşadığını, onun gözlerindeki merhametle süzüldüğünü ve onun ılık nefesiyle
ısındığını hissetti yeniden. Bir anda başını kaldırıp Nisan’ın kokuları
içerisinde kendi sesini duyacak şekilde fısıldadı güneyden esen melteme: “Yüreğiyle
harmanlanmakta olan yüreğimin ve kalemimin iman ettiğine söz olsun ki, bu sevdâ
için gönül iklimimde koşulması gereken yerin ötesine kadar koşacak ve gerekirse
kendimi kendi içimde yeniden dönüştüreceğim.”