BEDRİYE Hanım, elli dört yaşında, tombul yanaklı, kısa boylu, kıvırcık turuncu saçlı, pudra pembe tenli bir kadındı. Bir kız, bir erkek, iki evladı vardı. Kızı evliydi, oğlu ise yurtdışında okuyordu. Eşini kaybedeli on dokuz yıl olmuştu. Bedriye Hanım, mahallede küçük bir yüncü dükkânın sahibiydi. Gelen giden hanımlarla sohbet eder, her hafta sonu kuaför Serdar’a mutlaka gider, bakımını yaptırırdı. Dostlarını bir de kuaför salonunda görür, hava iyi ise oradan da sahil yolundaki parkta çekirdek yemeye giderlerdi. Bir pazar günü Bedriye Hanım yine kuaförde hem komşuları hem de müşterileri olan Nurten ve Emel Hanım ile sohbet ediyordu.
-Bedriye’ciğim, bak sana ne diyeceğim, bizim Haşmet Bey’in öğretmen emeklisi bir tanıdığı varmış. Yaşı yaşına uygun, bekârmış, bir tanışsan… Evlenme niyetindeymiş!
-Aman Emel Hanım’cığım beni hiç karıştırmayın.
Bedriye Hanım daha konuşuyorken bir somun ekmeği ortadan keser gibi sözün ortasına dalıverdi Nurten:
-Aaa! Ne olacakmış canım, bir tanışsan ölür müsün? Tuzla’da yazlık köşkü varmış. Eşini kanserden kaybetmiş. Birbirinize yoldaş olursunuz, fena mı?
Üç hanımın ayna karşısında yan yana oturdukları koltuklardan (her birinin kafasında birer fön fırçası dolanırken) gülüşmeleri yükselip duruyordu.
Bedriye Hanım, yalnızlıktan ıstırap çekmese bile eşleriyle pazara giden, beraber poşet taşıyan komşularını gördükçe imrenirdi. Dolu dolu sohbet edebilen, eli becerikli, çiçeklerini şarkılar söyleyerek sulayan, çöpündeki yiyecekleri hayvanlar için ayrı tarafa koyan merhametli biriydi. Bakımını, temizliğini ihmal etmeyen, ütüsüz fanila bile giymeyen, pek titiz bir kadındı.
-Bedriye’ciğim, dalıp gittin kuzum, bir tanış, hoşlanmazsan bir daha görmezsin.
Birkaç pazar günü daha buna benzer kuaför sohbetlerinden sonra Bedriye Hanım, Hilmi Bey ile tanışmayı kabul etti. Aracılar arı gibi çalışarak vazifelerini yapmışlar, gündüzleri çay bahçesine çevrilen meşhur manzaralı Çamlık Gazinosu’nda ilk görüşmeyi ayarlamışlardı.
Buluşma günü geldiğinde Bedriye Hanım, yirmi beş yıl evvel eşiyle birlikte İzmir’den aldığı ipek gömleğinin üzerine inci kolyesini takmış ve kahverengi pantolonunu giymişti. Bir elmanın üzerindeki çiller gibi yüzüne dolan güneş lekeleri heyecandan kızarmış yüzünde kayboluyordu. Kızının hediye ettiği yasemin ve portakal çiçeği kokulu parfümünü de bileklerine azıcık sürmüştü. Kendi ördüğü şalı omuzlarından hafifçe sarkıtarak, ökçeli siyah ayakkabılarını giyerek hazırlandı.
Çay bahçesinin ön tarafında birkaç boş masa görünüyordu. Yürüdükçe en köşedeki masada (elinde çiçek ile) yalnız bir adamın oturduğunu fark etti. İşte o anda göğüs kafesinin içinde bir kanarya kanat çırparak bir sağa bir sola çarpıyor gibiydi. Mavi gömleğin üzerine baklava desenli füme bir süveter geçirmiş, geniş omuzlu, tıknaz ama kel olmayan Hilmi Bey onu bekliyordu. Ayak sesleri masaya yaklaştıkça Hilmi Bey de gelenin Bedriye Hanım olduğunu anlamış ve ayakta selamlamıştı. Birbirlerini ilk gördükleri anda ikisinin yüzünde de istemsiz bir tebessüm belirdi, bu tebessümün ardından utangaç bir izah ile Hilmi Bey çiçekleri vermek üzere uzattı.
-Bedriye Hanım, hoş geldiniz. Haddimi aşmak istemem ama bu çiçekleri sizin için aldım.
-Nezaketiniz için teşekkür ederim, çok memnun oldum.
-Size daha güzelleri yakışır elbette. Ne içersiniz, oralet, çay, kahve?
-Günün bu saati çam kokusu altında taze birer çay iyi gider efendim.
-Hay hay, hemen ısmarlıyorum! (Kolunu kaldırarak ve gövdesini hafifçe garsonların olduğu yöne doğru çevirerek…) Garson, evladım, bakar mısınız?
Naif çiftimiz birer bardak çay içtiler, birer tane daha ve birer tane daha… Sohbet hızlı başlamıştı ve zamanın nasıl geçtiği fark edilmiyordu. Oturdukları masa taş duvar ile örülü bir balkon çıkması üzerindeydi. Küçükyalı sahilinin durgun mavi denizini, Adalar’a gidip gelen vapurların görüntüsünü arada bir izliyorlardı. Kuşların ötüşü, on beş dakikada bir geçen banliyö treninin sesi ve çay kaşığı şıkırtısı birbirine karışıyordu.
-Ah! Zaman ne hızlı geçmiş, saat dört olmuş. Sizi tanıdığıma çok memnun oldum Hilmi Bey.
-Olur mu efendim, o zevk bana ait. Çok memnun oldum, iyi ki geldiniz. Şey, aslında lafı uzatmak istemem. Bedriye Hanım, ben evlenmek niyetindeyim. İzniniz olursa sizinle ciddi düşünüyorum.
-Hilmi Bey, hem teklifiniz için hem de bu güzel gün için çok teşekkür ederim. Evvela evlatlarıma danışmam gerekir. Oğlumun önümüzdeki hafta bir sınavı olacak, bu sınavı atlattıktan sonra kendisi ile ve bu akşam da kızım ile görüşeceğim, müsaade ederlerse ben de sizinle evlenmeyi kabul edeceğim.
-Elbette Bedriye Hanım, muhakkak sormalısınız. Bende de üç evlat var, üçü de evli. Maşallah, torunlar da pek sevimli ama uzaktalar. Bayramdan bayrama gelirler. Yalnızlık çekilmiyor.
Bedriye Hanım’ın oğlunun sınavından evvel bu naif çiftimiz birbirlerine hasret duydukları için bir görüşme daha yaptılar. İkinci görüşme Kasaplar Çarşısı’nın ilerisindeki plaj yolunda yürüyüş yaparak geçmişti. Hilmi Bey pek havalıydı. Yer yer mülkünden ve iş yapma becerisinden bahsetmeyi seviyordu. Kendine olan övgüleri araya sıkıştırıveriyordu. Zaman geçtikçe Hilmi Bey’den gelen vaatler büyümekteydi, filmlerde yaşanacak kadar güzel hayalleri çok sıradan işler gibi planlıyordu. “Evlenince Mısır ve Balkanlar seyahatlerine gidelim mi, ne dersin Bediha’m? Ege sahilinde bahçeli bir ev alalım diyorum, senin oğlana da spor araba hediye etmek lazım, mezun olacak çocuk…” gibi vaatler havada uçuşmuştu. Bedriye Hanım, mütevazı dükkânı ve kendine ait eski evinden memnun olsa bile elbette her kadın gibi yetkin görünen bir erkekten etkilenmişti.
***
Üçüncü buluşmada nihayet artık Bedriye Hanım kararını bildirmek üzere Hilmi Bey’in yanına gelmişti. Yine Çamlık Çay Bahçesi’ndeki köşe masayı kapmışlardı. Hilmi Bey’in getirdiği çiçek buketleri her seferinde biraz daha büyük oluyordu. Bu sefer kocaman yapraklı lilyumları masanın üzerine koyduğunda Bedriye Hanım’ın çantasını, çayları ve kurabiyeleri koyacak yer neredeyse kalmamıştı. Gösterişi seviyordu bu adam. Bedriye Hanım içinden, artık herkesin bir kusuru var, olanı olduğu gibi kabul edeceğiz, diyerek bu abartılı halleri görmezden gelmeyi seçti. Tam o sırada çay bahçesinde çalan şarkının sözleri manidardı: “Kara gözlüm, biz seninle,/ Bir ev kursak, yemyeşil./ Pervazında, bahçesinde/ Kumrular mı söyleşir?/ Gözlerine baktığımda/ Yedi cihan birleşir…”
-Bedriye’m! (Şarkıdan içkin bir ses tonuyla…) Evlenelim! Bu işi fazla uzatmayalım, Hıdırellez günü nikâhımızı kıyalım diyorum?
-Hıdırellez mi? Yirmi gün sonra mı?
-Evet, ne olacak ki? Evvelden hedefimize varalım. Çocuklar da razı diyorsun, neyi bekleyeceğiz kavuşmak için?
-Bilemedim ki şimdi… Hazırlıklar yetişir mi, böyle pek acele ettiler diye laf söz olmaz mı?
-Esas böyle talebeler gibi çay bahçelerinde dolaşırsak dedikodu olur, ben senin elinden yemekler yemek istiyorum artık.
-Tamam o halde, haklısınız…
Bir Akdeniz esintisinden daha az rahatlatıcı ve hayat dolu çok az şey vardır. Bedriye Hanım tıpkı Kalkan’da geçen çocukluk yıllarındaki kadar umutla dolmuştu. Gönlü sakin, mazbut yaşantısında pahalı zevklere ve yeni zenginlerin evinin eşyasına hiç özenmemiş, o hep çok çalışmıştı. Şimdi böylesine varlıklı görünen bir adamın hayallerine ayak uydurmaya çalışırken kendini ara sıra huzursuz hissediyordu. Tam böyle anlarda Hilmi Bey bu asap bozukluğunu hissetmişçesine göz harelerini titreterek nağmeli bir şarkı gibi bakışlar atıyor, o hissi unutturuyordu.
Hanımlar bir gün yine kuaför buluşmasındaydı…
-Emelciğim, Nurten’ciğim, Hıdırellez günü nikâhımız olacak! Kızım geldi bile, oğlan da nikâh gününe yetişecekmiş, Hilmi Bey’in çocukları da mühim bir seyahatteymiş, sadece yeğeni katılacakmış.
-Ayy! Haydi hayırlısı balım, nasıl sevindim, nasıl sevindim, Allah tamamına erdirsin.
-Bedriye’m, canım arkadaşım, geliriz tabii. Sen, ev hediyen ne olsun, onu söyle!
Konuşmaları duyan kuaför çırağı Serdar da hemen konuşulanlara karışıp, “Abla, gelin saçını nasıl yapacağız? Topuz mu istersin, fön mü çekelim?” diye soruvermişti.
***
Başka bir gün Bedriye Hanım ve kızı dükkânın önünde Türk kahvesi içiyorlar, birlikte heyecanlanıyorlardı. Bedriye Hanım’ın çantasının dibindeki telefon üst üste çalıyordu.
-Hay aksi şey, sanki çıkarmak için maden kazı çalışması yapmak gerekecek, iyice diplere gitmiş bu telefon! (Gelecek olan kötü haberin gecikmesi için telefon çantada bilerek kaçıyor gibiydi.)
-Alo?
-Bedriye Hanım mı?
-Evet evladım, siz kimsiniz?
-Yenge merhaba… Hilmi amcamı bu sabah kalp krizi geçirdi, maalesef kaybettik. Başımız sağol…
Daha adam sözünü tamamlayamadan sandalyeye yarı baygın oturuverdi Bedriye. Her şey durmuş gibi oldu, sanki film oynatılırken biri dur tuşuna basmıştı. Neydi bu şimdi, kötü bir şaka mıydı?! Farkına bile varmadan sandalyede oturur halde saatler geçmiş, bileklerini kolonya ile ovalayan kızının sesini yeni yeni işitiyordu.
-Anne, anne… Su iç! Hastaneye gidelim mi, iyi misin?
-Nasıl iyi olayım evladım, duymadın mı adam ne dedi. (Yumruğu ile dizini döverek) Bahtım mı kötü, kâbusta mıyım, yoksa bu bir eşek şakası mı?
Emel ve Nurten de hemen geldiler. O gün Bedriye Hanım’ı bir an bile yalnız bırakmadılar. Bir sersem, bir ayık geçiyordu gün. Bir gün sonra yine aynı, bir gün sonra yine aynı oldu. Kızının yaptığı teskin edici bitki çayları, Nurten’in getirdiği yemekler, Emel’in tatlıları, uzayıp giden aynı sohbetler “Şöyle iyi adamdı, böyle iyi insandı, kısmet olmadı, kaderde yokmuş, vah vahmış, tüh tühmüş” diye diye Hıdırellez gününe vardılar.
Bedriye Hanım, kızının zoruyla geceden gül ağacının dibine bıraktığı dilek kâğıdını sabah kimse görmeden denize atmak için plaja yürüdü. Orada yazdığı şeye son bir kez daha bakmak için kâğıdı açtığında kızının dilek kâğıdı ile kendisininkinin karıştığını gördü. “Allah’ım, lütfen annemin yaşadıkları bir kâbustan uyanır gibi bitsin, yine eskisi gibi mutlu olsun” yazıyordu. O sırada Bedriye Hanım’ın zihninde bir ışık çaktı. Sahi ya, neden olaylar bu kadar ciddi iken her şey bir kâbus kadar soyut? Bu işte bir eksiklik vardı.
Hilmi’nin cenazesini görmemişti, arkasından ağlayan yakınlarını da… Bir telefon haberi ile inanmasına kalbi yetmiyordu. En azından mezarını ziyaret etmeliyim diye düşündü. Eve koşar adımlar ile gitti. Emel’i aradı.
-Canım günaydın, Haşmet Bey’e sorar mısın, Hilmi ile ortak tanıdıkları kimmiş, cenazesine gidemedim, bari kabrine gideyim diyorum. Ne evini bilirim, ne bir yakınını, soruver sana zahmet.
-İyi düşündün canım, hemen konuşup seni arayacağım.
Emel tüm gün dönmedi. BedriyeHanım, Emel’i tekrar aradı…
-Canım ne oldu, öğrenebildin mi bir şey?
-Tatlım, ben de anlamadım. Haşmet bölük pörçük bir şeyler anlatıyor. Ortak tanıdıkları öğretmenevinden Orhan Bey telefonları açmıyormuş. Engellemiş bizimkini. Başka telefondan aradık, açtı ama bu sefer de yüzümüze kapattı.
-Emel bu işte bir iş var, Hilmi’nin öldüğüne inanmıyorum. Eğer yalansa iki çift lafım olacak.
-Bedriye’m canım arkadaşım, seni anlıyorum, asabın bozuk ama böyle şeyin yalanı olur mu hiç, sağ adama öldü derler mi ayol?
-İçimde bir şüphe var, onu bulmam lazım Emel, yardım et gözünü seveyim.
-Tamam canım, yıpratma kendini, yerini öğrenip kabrinde Fatihamızı okuyacağız, hiç merak etme.
Birkaç saat sonra Emel şaşırtıcı gerçeği öğrenmişti. Haşmet Bey, ne yapıp ne edip Hilmi’nin ölmediğini eşraftan duyduğu çelişkili bilgiler sayesinde tespit etmişti. Biri hipodromda yarış izlerken görülmüş derken, biri de “Ne ölmesi canım, daha bir gün evvel mangalda köfte pişirdik” diyordu.
Olacak şey değildi. Bu bir kötülük, hatta büyük bir fenalıktı! Emel Hanım, eşine “Bu devirde kim kime, neden böyle bir yalan söyler, aklım almıyor” diyordu. “Nasıl diyeceğim ben şimdi bunu Bedriye’ye?”
Acı gerçeği önünde sonunda öğrenen Bedriye Hanım, Hilmi Bey’in sürekli kapalı olan cep telefonuna şöyle bir mesaj bıraktı. “Her şeyden muaf tutulacak bir mazeret olan ölümü seçtin öyle mi? Onca laftan sonra vazgeçtiğinizi söyleyebilmek elbette herkesin harcı değil. En çok da sizin gibi bir insanın öğretmenlik yapmış olmasına üzülüyorum. Umarım vatan evlatlarına kendi yaşamınızdan örnekler vermemişinizdir. Fazla sözüm yok, yattığınız yer rahat olsun…”
Bu mesajın ardından rehberinden Hilmi Bey adındaki numarayı sildi. Sıradan bir günmüş gibi kızına “Pazardan ne alayım yavrum, enginar yer misin?” diye sorarak evden çıktı. Mahallede her şey eskisi gibi görünse de değildi. Yeni bir şey öğrenmişti: Beşer yalnızca yaşadıklarından dolayı yara almıyordu, bazen de hayal edip yaşayamadıklarından dolayı da yaralanabiliyordu!



