
HİCRET takvimine göre
1444’üncü yıla ulaştık. İslâm tarihinin bir dönüm noktası olan bu olay, sadece
bir takvim meselesi değildir. Bir takvimi çok aşan, yeni bir toplum inşâsının,
yeni bir düzen kurulmasının adıdır.
Hicret sadece Mekkeli birkaç bin kişinin Medîne’ye göç etmesinden ibaret de
değildir. Çünkü bu hicret, ülkeleri, kıtaları ve toplulukları temelinden
etkileyip sarsan büyük bir değişimin başlangıcı olmuştur. Ne yazık ki bu
önemine göre hatırlandığını, toplumun gündeminde yerinin olduğunu söylemeye imkân
yoktur.
“Hicret” kelimesi sözlükte “hecr” ya da “hicran” mastarından ortaya çıkmış
isim hâlidir. Kişinin herhangi bir şeyden beden, lisan ya da kalbi ile
uzaklaşmasıdır. Terim anlamı ise bir yerin terk edilmesi, başka bir yere göç
edilmesidir. Müslüman olmayan bir ülkeden (darü’l-harp) Müslüman bir ülkeye
(darü’l-İslâm) göç etmek ve bunun tarihteki karşılığı ile Hazreti Muhammed’in
Mekkeli Müslümanlar ile Medîne’ye göç etmesi için kullanılmıştır. Bu olaydan
sonra Mekke’den göç eden Müslümanlar “Muhacir” (çoğul hâli Muhacirîn), onlara
yardımcı olan Medîneli Müslümanlara ise “Ensar” denilmiştir (Ahmet Önkal,
“Hicret”, İA, C.17, İstanbul 1998, s.462-466). Hicret bu anlamı iledir ki
Türkçede doğrudan “göç” kelimesi ile karşılanmıştır.
Görüldüğü gibi “hicret” kelimesinin yanında, “muhacir ve ensar” kelimeleri
de bu olayın tamamlayıcısıdır. Bilindiği gibi Hazreti Muhammed her zaman yakın
dostu olan Hazreti Ebubekir ile birlikte (Milât’tan sonra) 622’de, Temmuz ayı
sonunda başlayan çok zahmetli bir yolculuğun sonunda, 20 Eylül’de Medîne’ye
ulaşmıştır.
Kur’ân ayetlerinde de, Kur’ân’ı terk etmek (Furkan 25/30), bir kişiden veya
gruptan ayrılmak (Nisa, 34; Meryem, 46; Müzzemmil, 10) ve kötü şeyleri terk
etmek (Müddessir, 75), Allah uğruna başka bir yere göç etmek (Bakara, 218; Âl-i
İmran, 195; Nisa, 89; Tevbe, 20) gibi ayetlerde yer almıştır. Kelimenin
muhacirîn veya muhacirat şeklinde de (Nisa, 100; Tevbe, 100, 117; Nur, 22;
Mümtehine, 10) doğrudan Mekke’den Medîne’ye göç eden Müslümanların karşılığı
olarak kullanılmıştır. Önceki resullerin hicretleri de Kur’ân’da belirtilmiştir
(Ankebut, 26; Hud, 80-81; Yunus, 90).
***
Hicret’in nedenlerini hatırlamak, sonuçlarını anlamayı kolaylaştırır.
Mekkeliler Hazreti Muhammed’in İslâmiyet’i yayma çalışmalarını (tebliğini)
engellemek için akla gelebilecek her türlü kötülüğü yapmıştır. Çaresiz kalan
Müslümanlardan bir grup önce Habeşistan’a 615, sonra da 616’da iki ayrı kafile
hâlinde hicret etmiştir. Habeşistan’a heyet gönderen Mekkeli müşrikler
Müslümanların iade edilmesini temin edemeyince, Mekke’de kalan Müslümanlar
üzerindeki baskılarını arttırmışlardır. Ancak bir süre sonra Mekkelilerin ileri
gelenlerinin Müslüman olduğu haberleri üzerine Habeşistan’da bulunan
muhacirlerin bir kısmı 620’de Mekke’ye geri dönmüştür.
Müslümanlar için Mekke hem yaşanmaz, hem de İslâmiyet’i yaymaya müsait
olmayan bir yer durumuna gelmiştir. Buna bir çözüm arayışı içinde olan Hazreti
Muhammed önce Taif’e gitti. Ancak oradan da bir sonuç alamadı. Medîneli bir
grubun Mekke yakınlarında, “Akabe” adlı yerde Hazreti Muhammed ile görüşüp
Müslüman olmaları (621), İslâm tarihinin akışını değiştirmiştir. Çünkü bir yıl
arayla gerçekleşen iki Akabe buluşması, Medîne’nin iki önemli yerli kabilesi olan
Evs ve Hazrec temsilcileri Müslüman oldukları gibi, kendi kabileleri arasında
ve tüm Medîne’de İslâmiyet’in yayılmasına öncülük etmişlerdir.
Evs ve Hazrec arasında yüz yılı aşan bir kan dâvâsı geçmişinin yol açtığı
bezginlik ve karamsarlık Medîne’yi kuşatmışken İslâmiyet’in Medîne’ye ulaşması,
şehri adeta yeniden inşâ edip kurmuştur. Müslümanların sayısı hızla çoğalmış,
Evs ve Hazrec arasındaki kan dâvâsı ve onun kötü sonuçları yavaş yavaş ortadan
kalkmıştır. Medîne’nin özellikle kuzey-güney yolu üzerindeki kavşak noktasında
merkezî bir yerde olması, coğrafî açıdan orayı Arabistan’ın diğer şehirlerine
göre daha elverişli bir hâle getirmiştir.
***
Medîne’ye tek başına 620’de ilk hicret eden muhacir, Ebu Seleme El-Mahzumi
olmuştur. Akabe biatlerinden/görüşmelerinden sonra Hazreti Muhammed tarafından
Musab Bin Umeyr ile Abdullah Bin Ümmü Mektum, İslâmiyet’i tebliğ etmeleri için
Medîne’ye gönderilmiştir. Musab Bin Umeyr, oldukça genç olmasına karşılık tebliğ
için seçilmiş, temiz ahlâkı, tükenmeyen azmi, sınırsız sabrı ve sıra dışı güzel
konuşma yeteneğinden dolayı çok başarılı olmuş, yüzyıllarca kendisinden sonra
gelecek olan Müslüman gençler için örnek bir kişilik olmuştur.
***
Medîne’de bir taraftan İslâmiyet’in yayıldığı haberleri, diğer taraftan
Mekke’deki Müslümanların birer ikişer oraya hicret etmeleri Mekkeli müşrikleri
kaygılandırdı. İslâmiyet’in Medîne’de güçlenerek kendilerini kuşatacağı
ihtimâli Mekkeli müşriklerin korkuların arttırdı. Hicrete engel olmaya çalıştılar.
Ancak bu mümkün olmadı.
Hazreti Muhammed’in, yakın dostu Hazreti Ebubekir ile birlikte gizlice
hicret etmesi Mekkelilerin korkularını büyüttü. Abdullah Bin Uraykıt adlı
rehber, Hazreti Muhammed ve Hazreti Ebubekir’i 20 Eylül 622 Pazartesi günü Medîne’ye
ulaştırdı.
Hicret, İslâm tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bu olayın ardından Mekke
dönemi kapanmış, Medîne dönemi başlamıştır. Mekke’de Müslümanlar bir çeşit
tutsak/rehine hayatı yaşamışlardır. Her an saldırıya açık durumdaydılar. Mekke
dışından gelen insanlarla temas kurmaları bile engellenmeye çalışılıyordu.
Medîne’de ise durum değişmişti. İslâm Medîne’de artık düzen koyan, düzen kuran
duruma gelmişti. Bu değişimin temel insan malzemesi ise Mekkeli muhacirler ile
Medîneli ensar olmuştur.
Müslümanlar, Habeşistan hicretinden bekledikleri sonucu alamamışlardır.
Ancak Medîne’de beklenen sonuç alınmıştır. Habeşistan’da Müslümanlara iyi
davranılmıştır. Ancak Habeşistan farklı bir toplumdur. Dinleri ve dilleri
başkadır. Habeşistan coğrafyası da Medîne’ye göre elverişli bir yer değildir. O
hicretin ardından Habeşistan’da Müslümanlar güç ve iktidar sahibi olmamışlardır.
Oysa Medîne esas itibarı ile bir Arap şehridir. Medîne nüfusunun içinde
Yahudiler de vardır. Ancak onlar hem sayı bakımından azdır, hem de sonradan
gelmelerinin yanında dilleri ve dinleri farklı olduğu için Medîne’de ayrı
mahalleleri ve ayrı çarşıları bulunmuştur. Medîne’de bir çeşit Yahudi gettosu
oluşturmuşlardır.
Medîne’nin yerlisi olan (Evs ve Hazrec kabileleri) Arapların Müslüman
olmaları, öncelikle Medîne çevresindeki Arap kabilelere İslâmiyet’in
ulaştırılmasında büyük bir fırsat oluşturmuştur. Dönemin şartları içinde başka
bir Arap şehri olan Mekke de ancak Medînelilerin yardımı ile fethedilebilirdi
ki öyle olmuştur.
Medînelilerin (Ensar) İslâmiyet’e temin ettikleri imkânı Habeşistanlılar
temin edemezlerdi.
***
Hicret eden Müslümanlar, muhacirler, çok ciddî bir değişim geçirmişlerdir.
Bütün dünyalıklarını, akrabalarını bırakıp, geri dönmemek üzere hicret
etmişlerdir. Artık Mekke’de bir iş yapamayacaklarına, oysa göç ettikleri yerde
İslâmiyet için pek çok iş yapabileceklerine inanmışlardır. Hicret ettikleri
yerde, geride bıraktıkları dünyalıklarının bir benzerini elde etme bilgisi de,
imkânı da yoktur, ancak bütün anılarını, geçmişlerini, çevrelerini ve birikimlerini
Mekke’de bırakmayı göze almışlardır.
Muhacirlerin İslâmiyet için kendilerini adama hâlinin bir örneği tarihte
yoktur.
Mekkeli muhacirlerin geçirdikleri büyük değişimin benzerini Medîneli ensar da
geçirmiştir. Bir defa İslâmiyet ile kan dâvâları bitmiştir. Barış ve huzur
içinde yaşamaya başlamışlardır. Küçük bir dünya menfaati ya da Cahiliye Dönemi’nin
bir âdeti için birbirlerini acımadan katletmeyi marifet bilen Medîneliler,
ellerindeki bütün imkânları, hiç tanımadıkları Mekkeli muhacir ile paylaşacak
bir gönül zenginliğine ulaşmışlardır. Dünyada benzeri olmayan bir fedakârlık
ahlâkını kuşanmışlardır. Muhaciri kendileri için bir yük değil, aksine onlara
yardımcı olmayı bir varlık nedeni, bir onur bahanesi bilmişlerdir. Bunun için
birbirleriyle yarışarak “Hayırda yarışın” kuralını uygulamışlardır.
***
Mart 2011’de başlayan Suriye Devrimi ile birlikte halkın yaklaşık yarısı
Suriye’den göç etmek zorunda kaldı. Göç eden Suriyeliler muhacir, Türkiye gibi
göç ederek sığındıkları ülkelerin halkları ise ensara benzetilebilir mi?
Türkiye yöneticileri Suriyelilere kucak açmış ve bu terimleri kullanmıştır.
Ancak Türkiye’de Suriyelilerin sayısı arttıkça ve Türkiye’de ikâmet süreleri
uzadıkça, muhacir oldukları unutularak bir tepkiye maruz kalmışlardır.
Suriye’den göç edenlerin bütünüyle muhacir özelliklerini taşıdıklarını
söylemek zordur. Muhacir özelliklerine sahip olanlar vardır, ancak tamamının
mazlum olduklarından şüphe edilemez. Türkiye’de muhalefet çevreleri maalesef yaşanan
her olumsuz olaydan, yoksulluktan ve işsizlikten Suriyelileri sorumlu görüp
halkı onlara karşı kışkırtmıştır. Zaman içinde “Suriyeliler gitsin de ne olursa
olsun” söylemi bazı il ve ilçelerde kitlesel naralara dönüşmüştür.
Kitaplarda okunan, sohbetlerde dinlenen ensar-muhacir kardeşliğinin etkisi
zamanla azalmıştır. Suriyelilerin göçlerini “Türkiye’de nüfus yapısını
değiştirme plânının bir parçası” olarak görenler bile olmuştur. Bazı muhalefet
parti temsilcileri açıkça Baas/Esat yanlısı görüşleri savunmuştur. Türkiye’de
halkı Suriyelilere karşı kışkırtmışlardır.
Oysa ucuza çalıştırılan, ev ve dükkânları üç beş katı fiyatına çıkarılanlar,
Suriyeliler olmuştur. Bir çeşit Suriyeli sömürüsü bile olmaktadır. Bu sömürüden
pay alanlar, “Suriyeliler gitmelidir” naralarının arkasında durmuşlardır.
Türkiye’de Suriyeli göçmen sayısı sosyal yapı için sorun oluşturacak kadar
fazladır. Bir o kadar da Afganistan, Irak ve diğer yerlerden gelen göçmenler
hatırlandığında, Türkiye için giderek ağırlaşan bir sosyal, siyâsî ve hatta
ekonomik sorun olmaya başlamıştır. Buna karşılık, Suriye’de boşalan köy ve
kasabalara İran tarafından, Afganistan ve Pakistan gibi yerlerden getirilip
iskân edilen Şii nüfus yerleştirilerek Suriye’nin nüfus yapısı temelli olarak
değiştirilmeye çalışılmaktadır.
Yüz yıldan beri sürdürülen Arap düşmanlığı, Suriyeli göçmenler nedeniyle
yenilenmeye başlanmıştır. Önünde sonunda Suriyelilerin yurtlarına dönmesi, taraflar
için daha hayırlı olacaktır. Suriye’de nüfus yapısının değiştirilmeye
çalışılması gibi bir felâketi de engelleyecektir bu adım.