
BU yazının başlığını, “Kur’ân ile Hayatın Yeniden İnşâsı” ya da “Üstü Örtülen Tevekkülü Yeniden Anlamak” biçiminde düşünürken, “Hicret’ten Devlete” şeklinde değerlendirdim. Bu başlığı seçmemden kasıt, Hicret’i (yer, mekân veya durum değişikliği) devlete (yerleşik yapı) geçiş için bir yol ve yöntem olarak benimsememdir.
Bilindiği gibi İslâm tarihinde Hicret bir kere yaşanmıştır ve bir daha yaşanmayacaktır. Yani sebeplerden hareketle bir daha böylesi bir hicret, sonuçları itibarı ile son bulmuştur. Hicret ise sonuç itibarı ile “devlet”e kavuşmuştur. Devlet artık yerleşiktir ve ilelebet, kıyamete kadar yaşamalıdır!
Peki, bu nasıl mümkün olacaktır?
Bu soruya cevap bulabilmek için İslâm Peygamberi Hazreti Muhammed Mustafâ’nın (sav) yaşadığı ve bize mîras bıraktığı Hicret yolculuğunun neden ve nasıl olduğu sorusuna cevap bulacağız...
Bugün İslâm âlemi, daha doğrusu Müslümanlar yeni bir hicret mi yaşamalı, yoksa bilinen Hicret’in sonuçlarından hareketle yeniden mi inşâ edilmelidir? Bizim düşüncemiz, sonuçtan hareketle yeniden inşâ yönündedir... Bunun için önce Peygamber Efendimiz’in (sav) neden ve nasıl hicret etmek zorunda kaldığına ve sonucun ne olduğuna bakalım...
İslâm öncesi Mekke şehri, yaşanan hâdiseler nedeni ile müşrik bir toplum ve bu toplumun içinde bulunduğu insanlık dışı sosyal hayat nedeniyle yeniden inşâya muhtaç hâldedir. Çünkü insanlık, kendi aklınca oluşturduğu sisteme zulmü ve zalimin araçlarını olabildiğince adapte etmiş, buna yönelik argümanlarını geliştirmiş durumda idi. Zalimin en büyük argümanı ise, hayâlî olmaktan çıkmış ve şekil almış dört büyük put olarak, Yaratıcı olan Allah’a karşı meşruiyet kazanmış durumda idi. Bunlar Lât, Menat, Uzza ve Hubel olarak adlandırılmışlardı.
Peki, bu putlar ne mânâ ifade ediyorlardı da düşünceden şekle bürünmüş, görünür ve secde edilir hâle gelmişlerdi?
Eski dönemlerde yönetim, güç ve parayı elinde bulunduranların, Lât (güç), Menat (para), Uzza (bilgi) ve Hubel’in (devlet başkanı) idi. Onlar düzenli devlet, ordu ve millet inşâ etmiş nemrutlar ve firavunlar idiler. İlâhlık iddiasında bulunuyorlardı. Aynı zamanda bunu kabul de ettirmişlerdi. İnsanların fıtrattan gelen tapınma ihtiyacını karşılamak için bu yolu seçmişlerdi.
Bu sosyolojik yapı Mekke’deki aşiret yapısı ile (dönemsel) yönetildiğinden, hayâllerdeki “nemrutlar, firavunlar” Hubel, Lât, Menat, Uzza olarak şekillendirilmiş, sistem inşâsında zayıf ve güçsüz insanlara bu durum normalmiş gibi yaşanılır hâle getirilmişti.
“Lâ ilâhe illâ-Allah, Muhammedu’r-Resûlullah”... Yani “Tapılacak olan Allah tektir; Muhammed, Allah’ın elçisidir” meâlindeki sözün ne anlama geldiğini müşriklerin ileri gelenleri çok iyi biliyorlardı. Çünkü kurdukları sistem, kendi çıkarları üzerine diğer insanları köleleştirmek ve kendi saltanatlarını devam ettirmekti. Saltanatları güç ve kuvvet üzerine kurulu olan kapitalist, faizci kölelik sistemidir ki, bu sistem tefecilere kız çocuklarını câriye/köle vermektense, ana babalara kız çocuklarını “diri diri toprağa gömmeyi göze aldıran” vahşi bir sistemdi. İnsanı insana köle yapan bir sistemdi...
Bu sisteme karşı yükseltilen söz ise, İslâm’ın Tevhîd çağrısı idi. Bu çağrı, “Tek Allah’a ibadet, öbür din ve milletlerde olduğu gibi nazariye ya da yalnızca bir inanç değildir. Ayrıca kendisini sahip durumunda görüp türlü tuzak ve hilelerle insanları köleleştirmek sevdâsındaki zorbaların belini kırmayı amaçlayan bir sosyal inkılâptır” anlamına geliyordu. (Seyyid Kutup, Bedir ve Uhud)
Sözün sahibi Peygamber’e, “Gel, başımıza kral ol! Sana mal mülk ile dilediğin kadını verelim” teklifinde bulundular. Ancak Allah’ın Peygamberi onlara şu cevabı verdi: “Bir elime ay, bir elime güneşi verseniz, yine ben Allah’ın bana emrettiğini yapacağım! Allah sizin de, Benim de Rabbim, Mülkün Sahibi olandır. Ve O, bâtılın yerine hakkı hâkim kılacaktır.”
“Şüphesiz İslâm, günümüzün genel din anlayışında olduğu gibi ne sadece bir kelâmî inançlar bütünüdür, ne de salt ibadetler ve âdetler toplamı. O, gerçekte evrensel bir nizamdır. Yeryüzünde hüküm süren zalim ve bâtıl düzenleri yıkarak, hattâ köklerini kurutarak, yerlerine insanlığın iki dünya mutluluğunu birden garanti eden en mutedil, en hayırlı yönetim şeklini getirecek olan nizam... Bu nizam, aynı zamanda bütün şerlerin ve azınlıkların yolunu da tıkayacaktır.” (Seyyid Kutup, Bedir ve Uhud)
Bu durumu anlayan ve gören müşriklerin ileri gelenleri, bu sesi susturmak için her yolu denediler. Bunun için de sözün sahibi Peygamber’e, “Gel, başımıza kral ol! Sana mal mülk ile dilediğin kadını verelim” teklifinde bulundular. Ancak Allah’ın Peygamberi onlara şu cevabı verdi: “Bir elime ay, bir elime güneşi verseniz, yine ben Allah’ın bana emrettiğini yapacağım! Allah sizin de, Benim de Rabbim, Mülkün Sahibi olandır. Ve O, bâtılın yerine hakkı hâkim kılacaktır.”
Bu söz üzerine müşrikler, Peygamber’e ve inananlara yapmadıkları zulüm ve işkenceyi bırakmadılar. Tâ ki yurtlarından ve yuvalarından ayrılmak zorunda bırakılınca, hicret emri geldi: “Şüphesiz ki iman edenler, hicret edip Allah yolunda cihad edenler, işte onlar, Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah Ğafûr’dur, Rahîm’dir.” (Bakara, 218)
Böylece âyetle gelen emir gereği dünya hayatının Kur’ân’a göre inşâsı için hareket başlamıştı. Bunun için gerekli plân, proje ve istihbarat çalışmaları yapıldı.
Hicret’in plân aşamaları nelerdi?
Müşrikler her türlü engellemelere rağmen durduramadıkları Peygamber’i (sav) öldürmeye karar verdiler ve bunun için gizli bir toplantı yaptılar. Yapılan bu toplantıda Peygamber’i öldürmenin yolu, tüm kabilelerin birer temsilcisinin katılacağı ve “Kim vurduya gitti” tertibinin hesaplandığı bir tuzak idi. Ancak bilmedikleri bir şey vardı. Allah bu tuzaktan haberdardı ve tuzakları kuran, tuzakları bozan Allah (CC), Peygamberini haberdar etti. Bu, gerek Cebrail, gerek müşriklerden birinin haber vermesiyle gerçekleşti. Allah, dilediğini dilediği gibi yapandır.
Peygamber (sav) Mekke’den Medîne’ye hicret etmenin plânlarını yapmaya başladı. Öncelikle bir yol arkadaşı ve kendilerine rehberlik yapacak birini bulmaları gerekiyordu. Çünkü bu yolculuk kuru kuruya bir kaçış değil, İslâm Devleti’nin inşâsının başlamasıdır. Bu öyle bir devlet ki, kuruluşunda eşkıya usûlü kavga ile değil, içinde savaşı da, barışı da barındıran, ancak savaşın da, barışın da hukukunu oluşturan, adil, paylaşımcı, hem dünya, hem de ahiret hayatını garantileyen yönetme şeklidir. Kısacası, Mülkün Sahibi Allah’ın kanunlarının dünyadaki uygulama alanını oluşturmaktır.
Bu yolculuk bir plân-proje-strateji içerisinde yürümelidir. Bunun için Peygamber (sav), yol arkadaşlığı üzere sâdık bir dost olan Ebû Bekir Sıddîk (ra) ile görüşme yaptı ve anlaştı. Yolculukta rehberlik görevi için Abdullah Bin Ureykıt (zamanın en iyi rehberi) ile anlaşıldı. Yolculuklarının takibinde iz sürmeleri önlemek ve düşmanı şaşırtmak için bir sürü çobanı olan Ebu Fuheyre ile plân konuşuldu. Yolculuk esnasında geride bırakılan düşmanların hâl ve hareketlerini takip etmek üzere ve haberdar olmak için Ebû Bekr’in oğlu Abdullah görevlendirildi. Hem haber almak, hem de azık için Ebû Bekir’in kızı Esmâ görevlendirildi. Ve en önemlisi, Peygamber’in (sav) evinde olduğu imajını vermek için Hazreti Ali, Efendimiz tarafından Bizzat yatağına yatırıldı. Ayrıca Kendisine emanet edilenleri sahiplerine vermek üzere yine Hazreti Ali, Mekke’de bırakıldı.
Yolculuk için yapılan plânlar dairesinde yola çıkıldı ve ilk durak, Sevr mağarası oldu. Yolculuk esnasında Hazreti Ebû Bekir, insanî olan bir korku ile davranmakta, bu hâlini belli etmekteydi. Bu hâli gören Peygamber (sav), “Korkma ya Ebû Bekir, Allah bizimledir” buyurdu. Bu söz boşuna değildir! Çünkü bu söz, sebepler dairesinde yapılması gerekenlerin yapılmış olduğunu ve sonucun Allah’a havâle edilmiş olduğunu hatırlatan bir tevekkül hâlinin işaretidir.
Şimdi burada bir soluklanma ile soralım: Sünnetullah nedir?
Allah’ın yarattıkları için koymuş olduğu kurallara “Sünnetullah” denir. Bu kurallar, canlılar için de, cansızlar için de geçerli olan kurallardır. Yağmurun yağması, insanın yaratılması, sıcağın oluşması, ateşin yakması, suyun söndürmesi gibi pek çok olay, bizim derinlemesine tahlil etme imkânımız olmasa bile bu kanunlar çerçevesinde olup gitmektedir. Sünnetullah, Allah’ın yaratma kudretinin belli bir düzen içinde olmasıdır. Bu da Allah’ın takdiri ve izni ile gerçekleşir. Bir başka tanımla, Allah’ın (CC) tabiatı yaratıp devam ettirmek ve toplum hayatını düzenlemek üzere koyduğu kanunlar anlamında bir Kur’ân terimidir.
Bu tanımlardan hareketle Sünnetullah ile bize görev olarak yüklenen şey, bir iş ve eylem konusunda yapılabilecek her şeyi yapıp Allah’ın izniyle Allah’a işin sonucunu havale etmektir. Bu mânâda bize en güzel örnek, Peygamber Efendimiz’in (sav) Hicret yolculuğunda uyguladığı plân-proje-strateji-istihbarat konularının neden ve nasıl yapılacağını göstermiştir. Yani Hicret, “Tevekkül nedir ve nasıl yapılır? Gerekli midir?” sorusunun yaşanmış hâlidir.
Yani arzu ettiklerimiz için gereği gibi ve gerektiği kadar çalışmak zorundayız. İşimiz Allah rızâsı olduğuna göre (müminin her iş ve eylemi Allah içindir), işlerimizi en iyi şekilde yapmalıyız.
Allah (CC) güzeldir, güzeli sever. İslâm âleminin içinde bulunduğu durumu değerlendirip neyi nasıl yaparsak galip geleceğimizi tartışmalıyız. Hem dünya, hem ahiret hayatımızda bizi zehirlemek için bekleyen içimizdeki yılana sokulmamak için, hiçbir gerçeğin/çalışmanın üstünü kuş veya örümcek ağı ile örtmeyelim. Kaldı ki, en kolay bozulan ağ, en zayıf ağ/tuzak, örümcek ağıdır. Yeter ki biz, Kur’ân’ı talip olup tam mânâsıyla Müslüman olalım. Tevekkülün üstünü örtmeyelim. Değilse, en zayıf ağ parçalanır ve içimizde bekleyen yılan harekete geçerek sokar.
“Nasıl kurtuluruz?” düşüncesine bir ayak oluşturmak niyetiyle bu yazıyı kaleme aldım. Bir dahaki yazılarda buluşmak dileği ve selâm ile kalın...