“MUHACİR, Allah’ın
yasakladığı kötülük ve günahları terk eden kimsedir.” (Buhârî, “Îmân”, 4;
Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 4/ “Vitir”, 11)
Hadîs-i şerifte de
bahsedildiği gibi “hicret” ve hicret eden (göç eden) anlamındaki “muhacir”
kelimeleri, daha derin mânâlarla karşımıza çıkıyor.
Peygamber Efendimize
varana kadar pek çok peygamber, kendine inanan kavmiyle birlikte başka coğrafyalara
göç etmek durumunda kalmıştır. Daha doğrusu, Allah’tan gelen vahiyle bu yer
değiştirme vuku bulmuştur. Sebebi de, detaylarda değişmekle birlikte, azgın,
inançsız, günahkâr toplulukların var olduğu ortamları terk etmek… Kâfirlerin
inananlara yaptığı zulümler günümüz dünyasının derdi değil yalnızca…
Peygamberler zamanında da zulümler, ölçüsüz ve hudutsuz saldırılar müminler
üzerinde sürekli bir baskı oluşturuyor, bu ve benzer nedenlerle inananlar başka
memleketlere göç etmeye zorlanıyorlardı. Elbette bunlar sadece Allah’ın izniyle
gerçekleşmiştir. Hattâ anlaşıldığı üzere, Allah’ın dininin başka coğrafyalara
yayılışı da bu yollarla olmuştur. Yine bizim şer sandığımız hayırlardan biri…
Bu gidişler elbette boşa
değillerdi. İman edenler, göç ettikleri yerlerde Allah’ın dinini yaymış ve hem
bölgesel anlamda, hem de sayıca inananların hacmi artmıştır.
Hazreti Muhammed (sav)
Efendimizin Mekke’de İslâm dinini yaydığı dönemde, Mekkeli müşrikler de boş
durmadılar. Tam burada bir arasöz girmekte fayda var…
İslâm ve diğer dinlerin
değerlendirilmesi
Bir toplumda, bir coğrafî
kesitte, herhangi bir ideolojiyi veya inancı yaymaya çalışırsanız buna katılan
ya da muhalif olanlar olacaktır. Bunu kabul eden ya da karşı duranlar… Bunun
varlığını kabul edenler ya da tarih sahnesinden silenler… Bir şeyin gerçekliği
başka bir ayrımda bizi karşılıyor. Zulüm denilen ölçüsüz ve hâdsiz karşı
çıkışlar, ancak gerçek değerlere ve inançlara karşı meydana gelir. Bunun
sebebi; bir şeyin varlığı ne kadar güçlü ve haklıysa, ona karşı duranların
kötülük seviyesinin de o raddede artış göstermesidir. Gerçekdışı ve ahlâka uymayan
bir kavramı savunursanız, buna karşı çıkışlar yine insanî sınırlar içinde
kalacaktır. Bu insanî karşı çıkışlar, ahlâkdışı o ideolojinizi yok edebilir;
fakat bu zulüm ve haksızlıkla birlikte meydana gelmez.
İşte İslâm dini ve Son Peygamber
Hazreti Muhammed (sav), varlığıyla öyle bir gerçekliği yansıtıyordu ki bunun
karşısındaki Hakk düşmanlarının inananlara ve İslâm dininin kendine karşı
verdikleri o hâdsiz mücadele, bütün günahları bir yerde toplayıp da ateşini bir
günde yakmışlar gibi zulmet doluydu.
Tıpkı bugün bazı
coğrafyalarda Müslümanlara yapılan zulümler gibi…
Ne çok mitolojik ve
paganist yaklaşım vardır dünyada hâlbuki… Ne çok “yerel din” (!) adı altında sapkın
temâyül vardır. Hattâ kabile inançları, yöresel tapınma ritüelleri ve benzeri
ne çok girdi var âlemde… Ve bunlara karşı duran çok geniş kitleler de var.
Fakat Mecus bir topluluğun zulüm gördüğünü pek duyamazsınız. Ya da Zeus’un
karısı tarafından saraydan kovulduğunda hiddetlendiği ve ağladığı için yağmur
yağdığına inanan bir pagan topluluğu da bir Müslüman topluluk kadar zulümle
karşılaşmamıştır.
Milât sonrası 325’teki
İznik Konsili’nde, İmparator Birinci Konstantinos’un isteği üzerine piskoposların
toplanıp da İncil’in maddelerini belirlemeleriyle şekillenen din olan Hıristiyanlıkta
hiçbir topluluk Müslümanlar kadar hakarete, zulme ve haksızlığa uğramamıştır.
Dinler arası savaşlar tarih boyunca olmuştur. Bunun en büyük sebebi de İslâm’a
olan saldırılar ya da azgın toplulukların yok edilmesi gerekliliğidir. Fakat
bir yerde bir toplumun zararsız, kendi hâlinde insanlarına sırf inancı yüzünden
yapılan tüm aşağılamalar ve uzun zaman dilimleri boyunca devam eden kahredici
tutumlar, İslâm dini mensuplarına yöneliktir.
İşte bu gerçekliktir!
Bunun Allah katında çok
başka anlamları olabilir, hiçbirimizin bilemediği ya da en azından nokta atışı
bir yargıya varamadığı… Fakat düşününce insanın aklına bazı hadîs ve âyetler
geliyor, bu dünya yaşantısı hakkında ön fikirler edinmemize sebep oluyor.
Örnek:
“Sizi, bir imtihan olarak, şer ve hayırla deneyeceğiz. Hepiniz de nihâyet
Bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya, 35)
Bir hadîs-i şerîf:
“Dünyada rahat yoktur.”(Ahmed İbni Hanbel, Zühd, s. 128)
Buna benzer daha pek çok
hadîs ve âyet var ki, bu dünyaya bir amaç için geldiğimizi ve insan kalma
mücadelesine girdiğimizi; ayrıca -imanımız oranınca- imtihanlara tâbi
tutulacağımızı anlıyoruz.
İslâm’ın hüküm sürdüğü ya
da zulüm gördüğü devirler var tarihte. Hattâ aynı dönemde, belli bölgelerde
Müslümanların zulüm görmesiyle başka yerlerde İslâm hâkimiyetinin varlığı da
görülmüştür. Bütün bunların İlâhî anlamları var kuşkusuz. Belki de
Müslümanların birlik olmak için mücadele vermesi gerekliliğini de
çıkarabiliriz.
Fakat en belirgin ayrım şu
ki, gerçeklik bütün hatlarıyla kendini belli eder. Bir inanç sistemi gerçekse,
baştan aşağı “Ben buradayım” der.
Değeri yüksek olan her
şeyin varlığı, değersizleri ürkütür. Allah’tan gelen şeylere insanlar ya iman
ederler ya da düşman olurlar. Elbette aralarda yönünü arayanlar da vardır ama
onların -suya sabuna pek dokunmadıkları gibi- sayıları da azdır.
Şöyle bir durup
baktığınızda, ilk tablo şunu söyler: Hıristiyanlar, Musevîler, Paganistler,
ateistler, Brahmanlar, Mecûsîler, mitolojik inançlara mensup olanlar ve din
yerine metayı seçenler de dâhil olmak üzere ortak düşmanları İslâmiyet ve tabiî
ki Müslümanlardır. Bazen başka dinler arasında da düşmanlık peydah olur. Meselâ
Musevîlerle Hıristiyanların arasında çok büyük bir sevgi bağı olmadığı
muhakkak. Fakat “zulüm” denilen orantısızlık bu iki inanç sistemi arasında
fazlaca görülmez. Tıpkı Hıristiyanlığın Hazreti Îsâ zamanında Hak din oluşu, İslâm’ın
ta kendisi oluşu ve dinî kuralları beğenmeyip kendi sapkın eğilimlerine göre
yönlendirildiği gerçeği gibi; Musevîlik de bir ırk dinine dönüştürülmüştür.
Bütün peygamberler Hak
dini tebliğ için gelmişlerdir. Fakat zamanla sapkınlığa kayan toplumlar
tarafından gerçek dinin yerini toplumların kendi ideolojileriyle meydana
getirdikleri inanç sistemleri almıştır. Fakat Allah, Kur’ân’ın korunması
üzerine yemin etmiş ve Hazreti Muhammed’i (sav) Son Peygamber olarak ilân
etmiştir. Peygamber Efendimiz (sav), doğumundan önce Mekke’de beklenendir.
Çünkü bu, Tevrat ve İncil’de (elbette değiştirilmemiş asıllarında)
bildirilmiştir.
Bugün İslâm’ın mukaddes
kitabı Kur’ân-ı Kerîm’de tek bir âyetin bile değiştirilemediğini ve kıyamete
kadar da böyle gideceğini Müslümanlardan daha iyi bilen Hıristiyanlar ve
Musevîler var. Fakat bu düşmanlık İslâm’a gibi görünse de, en büyük düşmanlığı
kendi mensup olduklarını iddia ettikleri dine karşı yapmışlardır. Kitaplarını
bozarak, peygamberlerine sahte bir tarih ve tebliğ vaatleri isnat ederek…
Bunun sebebi, Allah’ın
kurallarıyla değil, kendi tercihleriyle yaşamak istiyor oluşlarıydı. Elbette
yapabilselerdi İslâm’ın şeriatını ve Kur’ân âyetlerini de değiştirerek, kendi
kabul edebilecekleri bir din anlayışına evirebilirlerdi. Fakat bunu
yapamamaları, daha da vahim olanı (onlara göre) yapamayacaklarını kendi kutsal
kitaplarından biliyor olmaları, düşmanlık ve zulmün boyutlarını arttırmıştır.
Şimdi biraz önceye
dönersek… Bütün yanlış inanç sistemlerinin ve inançsızlığın ortak düşmanı
İslâm’dır; çünkü ancak bir gerçekliğe bu kadar güçlü bir karşıtlık ya da -biz
Müslümanlar gibi- bu kadar güçlü bir inançla tepki verilebilir.
“Neden Müslümanlar daha çok zulüm görüyor?” sorusunun cevapları bunlar… “Peki, neden Müslümanlar
buna engel olamıyor?” sorusunun cevabı ne? Bunun İlâhî sırlarla saklanan cevabı,
Allah’a ve bildirdiği Peygamber’e aittir. Fakat Allah’ın bize verdiği akıl,
iman ve kalp ile birtakım sebeplere kendimizce değinmek de mümkün. En nihâyetinde
İslâm, bir akıl dini. Her ne kadar tam tersini insanlara enjekte etmeye çalışan
bir düşmanlar ordusu olsa da bu böyle! Öncelikle bunun elle tutulmaz sebebi,
imanın var olduğu yerde imtihanın da var olacağıdır. Ama bu kadarla bitmiyor.
Bu elbette biz Müslümanların bu dünyadaki imtihanı. Kimi zaman çekmemiz gereken
bir acıyken, kimi zaman bu konuda neler yaptığımızla ilgili bir imtihan…
Bir diğer sebep;
Müslümanların bir olması gerekliliği gün yüzü gibi ortadayken bunu yapmak için
geç kalmış olmamızdır. Bu geç kalma, çok daha önceden yapmamız gerektiğine
atıfta bulunuyor; yoksa bundan gayrı yapılamaz anlamını taşımıyor. Ama sanırım
bütün Müslümanlar hep birlikte buna yönelik bir mücadele vermeliyiz.
Yine bir başka sebep;
Müslümanların bir kısmının, başka dinin mensupları gibi yaşıyor oluşudur. Yani
baktığınızda, Hıristiyanlar gibi giyinip, Musevîler gibi toplum düzeni kurup, Paganistler
gibi kendimize dünyevî putlar ediniyor ama sonra da hâlâ Müslüman olduğumuzu
savunuyoruz. Mümin olabiliriz belki bu şartlarda ama Müslümansak, kendi gerçek
dinimizin Allah’tan gelen şartlarıyla hayatımızı idâme ettirmemiz gerekiyor.
Bunları yapmadığımız zaman güçsüz kalıyor ve zulme boyun eğiyoruz maalesef.
Ticârette, evlilikte, ibâdetleri
yerine getirirkenki ciddiyetimizle tam bir Müslüman olamadığımız için bize
karşı olanlara göre daha zayıf kalıyoruz.
Fakat bunların dışında
daha niceliksel bir sebep arıyorsak, o da az önce dediğim gibi, İslâm’ın
gerçekliğinin çok fazla düşmana sahip oluşudur. Yani bize karşı olanlar sadece
bir dine mensup insan topluluklarından ibâret değil. “İnanç” adı altında ne
kadar insan eliyle meydana getirilmiş öğreti varsa, bunlara inançsız yaşayan
toplulukları da eklediğimizde, İslâm düşmanlarının sayısı azımsanamayacak kadar
çoktur!
Mânevî sebeplere bir de
matematiksel sebepler ekledik. Fakat bu kadar da değil. Müslümanların gördüğü
zulme her zaman güç yetiremiyor oluşunda inancımızın bize öğrettiği başka
şeyler de var. Bir Yahudi, sebep yokken ve kendi canına malına bir tehdit
oluşturmuyorken bir Müslümanı kolayca öldürebiliyor. Affınıza sığınarak,
Müslüman kadınlara tecavüzü kendine hak görüyor. Hattâ çocukları bile sırf
Müslüman diye katlediyor. Sadece öldürmekle kalmıyor, bir Müslümana eziyet ve
cefadan zevk alıyor.
Bu değiştirilmiş dinin
mensubu olan insanlar, insan aklıyla icat ettikleri inanç sistemlerinde kendilerinden
olmayanlara zulmü kendilerine hak görürler. Fakat biz, İslâm’ın, Hak dinin
mensupları, ister Hıristiyan, ister Yahudi olsun, ister Mecûsî, ister Paganist
olsun, ancak dinimizi ve vatanımızı korumak maksadıyla savaşabiliriz. Bu
savaşta bile aman dileyene silah sıkamayız. Esir alırsak yaşama hakkını elinden
alamayız. Savaşta eşleri ölen kadınlara zulmedemeyiz.
Yahudi olduğu için bir
çocuğu öldüremeyiz. Ateist komşumuzun hakkını yiyemeyiz. Bana sakın “Müslümanım”
deyip de bunları yapanlardan bahsetmeyin! Kendisine Müslüman diyor oluşu,
Müslüman olduğunu göstermez!
Ancak bu hudutlara bağlı
kalan bir insan ya da bir topluluk Müslüman olabilir.
Yani özetle, bizim elimiz
kolumuz imanla bağlıdır. “İnançsız” diye bir topluluğu yok edemez, hakkını
yiyemez, evinden yurdundan edemeyiz. Öyleyse hakkaniyetli bir mücadelede
değiliz.
Müslümanlar herkesin ortak
düşmanı, ama Müslümanların düşmanı her inançtan ve inançsızlıktan oluşuyor.
Müslüman, kafasına estiği gibi can alamaz. Ama sapkın inançlara sahip diğer gruplar
Müslümanların canını ibâdet edermiş gibi alabiliyorlar. Bunlar dünyevî
zorluklar. Elbette Allah Kendine ve Dinine bu dünyada sahip çıkanları, zulme
rağmen haram yemeyenleri, derde rağmen isyan etmeyenleri mükâfatlandıracaktır.
Annen, baban, kardeşin,
eşin vaatlerinden dönebilir, bilemem; Allah vaadinden asla dönmez!
Elbette bu dünyada
yapacaklarımız var. İslâm’ı anlamak ve anlatmak, zulme uğrayanlara el uzatmak,
dinimizi doğru yaşamak ve düşmanlara karşı hem hakkaniyetli, hem de cesur olmak,
bir Müslümanın aslî görevi…
Hicret neydi?
Hazreti Muhammed (sav)
Efendimiz Mekke’de İslâm dinini yaydığı dönemde, Mekkeli müşrikler de boş
durmadılar… En son, arasöze girmeden evvel burada kalmıştık.
Baskı, eziyet, işkence,
alaya alma, cinayetler peşi sıra birbirini izledi bu dönemde. İnanmayanların
Peygamber Efendimize (sav) ve inananlara saldırıları öyle aynıyla karşılık
verilecek cinsten değildi. Bu çirkin ve fütursuz topluluk dur durak bilmeden
kötülüğe devam ediyordu.
Hazreti Muhammed’in (sav)
izniyle bir grup Müslüman Habeşistan’a göç ettiğinde, İslâm’ın bir kıtaya daha
yayılması sağlanmıştı. Daha sonraki hicrette ise Müslümanların sayısı artmıştı.
Peygamber Efendimiz (sav) inananlarla birlikte Medîne’ye geldiğinde İslâm’ı
seçen bir grup vardı. Fakat O’nun gelişiyle inanmayan büyük bir topluluk, hiç
ara vermeksizin İslâm’a geçti. Böylece İslâm dini hızla yayılmaya ve büyümeye
devam etti.
Bu yer değiştirme, bir
topluluğun bir coğrafî bölgeden başka bir coğrafî bölgeye hareket etmesi gibi
görünse de, inanmayan kalplerden inanan kalplere gidişi anlatır. Her yanıyla
bunu anlatır.
Mekke’de İslâm düşmanlarının
zulmünden kurtulmakla inananların hürriyetleri koruma altına alınmış, böylece
İslâm dini hakkıyla yaşanabilecek bir ortamda gerçek değerini bulmuştur. Fakat
bununla kalmamış, Hicret’in daha ilk kırıntılarında, farklı bölgelerde İslâm
diniyle tanışanlar ve kabul edenler olmuştur. Medîne’de ise bu yayılma o kadar
hızlı ve yoğun gerçekleşmiştir ki bir daha sesi kısılamayacak kadar güçlü bir
mümin topluluğu, bugün dünyanın her yerinde varlığını sürdürmektedir.
Yani bu göç ediş,
görünürde yer değiştirme olarak görünse de kalplerin Allah’a hicretini anlatır.
Olayın bütün özeti budur.
Öyleyse bugün de “hicret”
etmek gerekiyor. Demek ki hicret, yalnızca bir ortamda İslâm’a zulüm varken yapılan
bir eylem değil. Demek ki Hicret, kalplerin Allah’a rücû edişi… Zaten kelime
anlamıyla da bunu anlatır Hicret.
Dinî terim olarak
Müslümanların dinî sebeplerle yer değiştirmesidir hicret. Fakat gerçek anlamı,
“kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lîsânen veya kalben ayrılıp uzaklaşması”
demektir (TDV İslâm Ansiklopedisi, Madde: Hicret)
Bunca sapkınlığın,
azgınlığın, haramın, zulmün, inkârın, düşkünlüğün kaynadığı bu âhir zamanda,
dünyanın her bir karış toprağı gurbet… Öyleyse şimdi hicret, bu sapkın ve
insanlık dışı tüm olgulara gücümüz yettiğince karşı durmaya, engellemeye
çalışmak ve bir o kadar kendi benliğimizde ve çevremizde, kendi rûhumuzla ve
kalbimize kötü amellerden ayrılmak, özetle Allah’a dönmektir. Haydi, Hicret
mevsimi!