Hicret’i anlamak

Gerek Hazreti Peygamber’in (sav), gerekse diğer Müslümanların Medîne’ye hicretini Mekke’den bir kaçış veya sığınma değil, daha koordineli dinî ve siyâsî bir projenin başlangıcı, Mekke’ye daha şerefli dönüşün bir adımı olarak görmek daha doğru olur.

KÂİNATTA en büyük hâdise, hiç şüphe yok ki, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in (asm) dünyaya teşrifleri hâdisesidir. Çünkü hilkat ağacının çekirdeği O’dur. Kâdir-i Zülcelâl O’nun gelişini takdir etmemiş olsaydı, kâinat da, insan da olmayacak, dolayısıyla imtihan dünyasının kapısı açılmayacaktı. 

Allah (cc) dostlarından bir zat, Hazreti Muhammed’i (asm) şöyle tarif ediyor: “Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, nur-u Muhammedî (asm), o kitabın Kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebir bir şecere tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi (meyvesi) olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farz edilirse, o nur, O’nun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur O’nun aklı olur.”

Hazreti Peygamber ile alâkalı her konuyu ele alırken, O’nun risalet mâkâmının ve beşeriyete verdiği mesajların sırrına bakmak lâzımdır. Zira “Sen olmasaydın ey Habîbim, felekleri (kâinatı) yaratmazdım” kutsî hadisi ile bir sırra işaret etmektedir. Ayrıca, Efendimizin risaleti diğer peygamberler gibi hususî değil, umumî ve cihanşümuldür. Bu cümleden olarak “Hicret” olayına da bu gönül gözüyle bakmak lâzımdır.

***

Hicret,  Allah-u Teâlâ’nın Resulüne hem işareti, hem de hediyesidir. Tıpkı “Mirac-ı Güzin” gibi…

Unutulmamalıdır ki, Hazreti Peygamber’in (sav) Mekke’den Medîne’ye hicreti, sıradan bir vatan değişikliği değil, özelde İslâm tarihinin, genelde de dünya tarihinin en mühim hâdiselerinden biridir. Dolayısıyla tarihteki bu hâdisenin sebep ve neticelerinin bu önem dikkate alınarak ortaya konulması gerekir.

Hicret; terk etmek, ayrılmak, bir yerden bir yere gitmek anlamlarına gelir. Istılah anlamında ise Hazreti Peygamber’in (sav) Mekke’den Medîne’ye göç etmesi demektir. Hicret kavramı esasında bir kişinin veya toplumun kendi yurdunu terk ederek geçici bir süre için veya tamamen başka bir yeri yurt edinmesi anlamındadır. Dolayısıyla ticarî veya turistik gayelerle gerçekleştirilen seyahatleri hicret kapsamına almak uygun olmaz. Zira “muhacir” kavramı, esas olarak çeşitli sebeplerle yurdunu terk eden veya buna mecbur kalan insanlar için kullanılır. Bu sebeple “hicret” terimimin “iltica ve sürgün” kelimeleriyle yakın ilişkisi bulunur.

Hicretin bu yönüne Kur’ân-ı Kerim’de şu şekilde işaret edilmiştir: “Rableri onların dualarına şöyle karşılık verir: ‘Şüphesiz Ben, erkek olsun, kadın olsun -ki birbirinizden meydana gelmişsinizdir-, sizden bir şey yapanın emeğini asla boşa çıkarmam. Hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, Benim yolumda eziyete uğratılanların, savaşanların ve öldürülenlerin, işte onların günahlarını elbette sileceğim. Andolsun ki, Allah katından bir mükâfat olarak onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Şüphe yok ki, nimetin güzeli Allah’ın katındadır.” (Âl-i İmran, 195)

***

Hicret, Allah’ın dinini insanlara bildirmekle görevli olan peygamberlerin ortak sünnetidir. Nitekim Hazreti Peygamber’den (sav) önceki Allah elçilerinin büyük bir kısmı da dinlerini yaymak için yurtlarını terk etmek durumunda kalmışlardır.

Resûl-i Ekrem’in (sav) de zamanı geldiğinde kavminin Kendisini yalanlaması sebebiyle yurdunu terk edip hicret etmek zorunda kalacağı, ilk vahiy aldığı günlerde Varaka Bin Nevfel tarafından Kendisine haber verilmiştir.

Hazreti Peygamber (sav) 12 yıl boyunca tüm gayretlerine rağmen Mekke’de Müslümanları hâkim duruma getirememişti. Üstelik müşrikler her türlü baskı ve şiddet uygulamak suretiyle ilk Müslümanlar için Mekke’yi yaşanmaz hâle getirmişler, bunun sonucunda onlardan önemli bir kısmı yurtlarını terk ederek Habeşistan’a sığınmak zorunda kalmışlardır. Resûlullah (sav) ise yanında kalan az sayıdaki Müslümanla birlikte Mekke müşriklerinin işkencelerine katlanmaya devam etmiş, bu süreçte hem Müslümanlar için kalıcı bir göç yurdu bulmak, hem de daveti adına siyâsî destekçiler kazanmak ümidiyle Mekke’ye gelen yabancı kabile mensuplarıyla görüşmüştür. Bununla da iktifa etmeyip, destek talebi için bizzat Taif’e gitmiş, ancak onlardan beklediği ilgiyi bulamamıştır.

Resûl-i Ekrem (sav), sonuçsuz kalan tüm bu girişimlerine rağmen yılmadı ve Mekke’ye gelen yabancı kabile mensuplarını İslâm’a çağırmaya devam etti. Onun davetine tek ve gönülden cevap Medîne’den geldi. Şehrin Arap sakinleri olan Evs ve Hazrecliler, Hazreti Peygamber’i (sav) her şartta destekleyeceklerini açıkladılar. Bunun sonucunda Medîne, Müslümanlar için hedef merkez olarak belirlenmiş oldu. Bundan sonra atılacak ilk adım, Medîne’deki hareketi daha da kuvvetli hâle getirmek için Mekke’de kalan zulüm ve baskı altındaki Müslümanları Medîne’ye ulaştırmak, bu sayede Arap yarımadasının iki büyük merkezi olan Mekke ve Medîne’nin Müslüman Araplarını birleştirmekti.

Hazreti Peygamber (sav) bunu sağlamak maksadıyla Kureyşli Müslümanları yeni merkez seçilen Medîne’ye hicrete teşvik etti. O kadar ki, hapsedilenler ve engellenenler ile Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ali dışında ilk Müslümanların tamamı Hazreti Peygamber’den (sav) önce Medîne’ye hicret etmişlerdi.

Muhacirler, göçleri sebebiyle bir taraftan Kureyş müşriklerinin baskılarından kurtulup hürriyetlerine kavuşurlarken, diğer taraftan da Medîne’de kurulması düşünülen Müslüman birliğinin Kureyş kanadını oluşturmuşlardır. Mekke ve Medîne Müslümanlarından teşekkül eden bu siyâsî birlik, daha sonra “Ensar-Muhacir kardeşliği” şeklinde dinî bir dayanışma ve bütünleşmeye dönüşecek, İslâm ümmetinin ilk çekirdeğini oluşturacaktır.

***

Mekke’den Medîne’ye yapılan hicreti Müslümanlar için bir kaçış ve sığınma olarak görmemek gerekir. Esasında buraya göç, Müslümanlarıiçin nihaî hedef değil, daha uzak hedefler için bir başlangıçtır. Bu anlamıyla Medîne’ye gerçekleştirilen hicret, daha önce yapılan Habeşistan hicretinden hem sebepleri, hem gerçekleşme şekli, hem de sonuçları itibariyle tamamen farklıdır.

Her şeyden önce Habeşistan göçü, Mekke’de can güvenliği endişesi duyan bazı Müslümanların hayatlarını koruma amacıyla gerçekleştirilen geçici bir çözümdü. Gidenlerin orayı yurt edinme gibi bir hedefleri de bulunmuyordu. Nitekim bir kısmı gitmelerinden kısa süre sonra dönmüş, geri kalanlar da şartlar uygun hâle geldiğinde yarımadaya geri gelmişlerdi. Habeş muhacirlerinin gittikleri ülkede dinlerini yayma misyonları da yoktu. Onlar Habeşlileri Müslüman yapmak bir tarafa, kendi aralarından Ubeydullah Bin Cahş’ın Hıristiyanlığa geçtiğine şahit olmuşlardır.

Bütün bunlara karşılık, Medîne’ye göçte Müslümanlar için can güvenliği ve sığınma ihtiyacı tali derecede bir etkiye sahiptir. Buraya hicretteki esas gaye, Müslümanlar için huzur ve güven ortamını tesis etmek, davete daha uygun yeni bir merkez sağlamaktır. Daha açıkçası, Medîne yeni bir millet (ümmet) ve yeni bir devletin kuruluş merkezi olarak seçilmiştir. Bu nedenledir ki, Allah Resûlü (sav) Akabe’deki ilk görüşmeden itibaren yaklaşık üç yıllık süren dinî ve siyâsî nitelikli hazırlık dönemini tamamladıktan, özellikle de Medîneliler ile ikinci Akabe biatini akdettikten sonra hicret sürecini başlatmış, en sonunda Kendisi de Medîne’ye gelmiştir.

Medîne’ye hicretle birlikte İslâmî davet Mekke’de kazandığı dinî boyutun yanına siyâsî boyutu da ilâve etmiştir. Bundan sonra İslâm mağdurların, mazlumların, muhalif kabul edilenlerin değil, hâkim olanların ve yönetenlerin dini olacak, tebliğ de artık devlet destekli olarak gerçekleştirilecektir. Bu durumda Allah Resûlü’nün (sav) peygamberliğinden sonra siyâsî niteliği de ortaya çıkacaktır. O da Medîne şehir devletinin başkanı konumuna gelecektir.

İşte bütün bunlar sebebiyle, gerek Hazreti Peygamber’in (sav), gerekse diğer Müslümanların Medîne’ye hicretini Mekke’den bir kaçış veya sığınma değil, daha koordineli dinî ve siyâsî bir projenin başlangıcı, Mekke’ye daha şerefli dönüşün bir adımı olarak görmek daha doğru olur.

Hicret, Kureyşli Müslümanlar için baskıdan kurtulmayı, bağımsızlığı ve müşriklere karşı güvenli bir hayatı temin etmiş, Hazreti Peygamber’e (sav) de Muazzam bir tebliğ imkânı sağlamıştır. Mekke’de 13 yıldır gerçekleştirilemeyen ümmet bütünlüğü burada kurulabilmiş, bütün inananlar bir araya gelebilmişlerdir.

Ayrıca Müslümanlar burada din düşmanlarıyla mücadele için uygun zemin ve şartlara kavuşmuşlar, yeni yurtlarında siyasal, kültürel ve ekonomik anlamda tam bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır.

Diğer taraftan hicret, Medîneli Araplar açısından da büyük bir kazanım olmuştur. Her şeyden önce onlar, uzun yıllar süren ve iki kabileyi de yok olmanın eşiğine getiren Evs-Hazrec çatışmasından kurtularak birlik oluşturmuşlar, bu sayede Yahudiler karşısındaki konumlarını güçlü hâle getirmişlerdir. Onların Medîne’de teşkil ettikleri birliğe hicret neticesinde Kureyşli muhacirler de eklenince, Müslümanlar şehirde Yahudilere karşı büyük bir üstünlük elde etmişler, şehrin hâkim unsuru hâline gelmişlerdir.

Medeniyetlerin kurulmasında Hicret’in büyük etkisinin olduğu bir gerçektir. Dünyada meydana gelen büyük değişimlerin hicretle yani zorunlu nedenlerle gerçekleşen göç hareketleriyle yakın ilişkisi bulunmaktadır. Dolayısıyla büyük medeniyetlerin doğuşu, büyük göç hareketleriyle ve göçmenler eliyle gerçekleştirilmiştir. Böyle olduğu içindir ki, ilkel (bedevî) bir topluluğun yaşadığı yurdu bırakıp başka bir yere göç etmeden medenîleşebildiğine dair tarihte örnek bulmak zordur. Olsa da istisnaî mahiyettedir.

Buradan hareketle, Hazreti Peygamber’in (sav) ve Müslümanların Mekke’den Medîne’ye hicretini yeni bir medeniyetin kuruluşunun ilk adımları olarak kabul etmek mümkündür. Hicret, rahatlık içinde, kolaylıkla yapılan bir yolculuk değildir. İçinde ümitler ve yerine getirilmesi gereken bir İlâhî vazife şuuru kadar, nice hicran vardır, hüzün ve kalp sancısı da vardır. Ama tabiri caiz ise “uzun atlayıcının” daha ileri atlayabilmek için geri çekilmesi gibi bir durumdur da bu.

Gönül dostumuz Dr. Mehmet Güneş’in temennisi ile bitirelim:

Sessiz, sedasız, garip ve pek çok kişinin haberi dahi olmadan gelen Hicrî 1444 senesinin, Kur’ân ve Sünnet merkezli yeni tefekkürlere, kalbimizi itminana erdirecek yeni tezekkürlere, nimetin Asıl Sahibine hamd ü senâ ile en samimî teşekkürlere, seyyiatımız için tevbe-i Nasuha ve “lâle”ye müştak, “gül” aşkıyla taakkul şahıslarımız, ana babamız, evlatlarımız ve ailemiz için en hayırlı niyetlere ve nimetlere, emperyalist katillerin zulmü altında her türlü baskı ve işkenceye maruz kalan cümle soydaş ve dindaşlarımızın, hassaten Doğu Türkistanlı Uygur Türklerinin, Filistinli, Kırımlı, Arakanlı kardeşlerimizin ve cümle mazlumların felahına, Türk milleti için birlik, dirlik ve beraberliğe, tarihî mefahirimizin yeniden ihyasıyla ay-yıldızlı zaferler getirmesine ve Türk dünyasının da dilde, fikirde, işte birlik yolunda yeni bir diriliş için kutlu bir çerağ uyandırmasına, âlem-i İslâm’ın ihtilaftan ittifaka yol bulmasına, adâvetten uhuvvete ulaşmasına, gerçek anlamda ümmet şuuruna erişmesine, Kâinâtın Solmayan Gülü’nü hakkıyla anlamasına ve örnek almasına, insanlığı iman çağına ulaştıracak ‘Gül devri’nden günümüze hidayet nuru taşıyacak, gariplerin gözyaşını ‘Gül’ yaprağıyla silecek ve mazlumların acısını dindirecek yeni muştulara, fiilî dualara ve her alandaki terakkî ve güzelliğe zemin hazırlayacak gelişmelere vesile olmasını temenni ediyorum…”

1444 senesinin ve Muharrem-i Şerîf’in cümlemizi rızâ-i Bârî’ye erdirecek amellere ev sahipliği yapması dua ve niyazıyla Hicrî yılbaşınızı tebrik ediyor, Kur’ân ve Sünnetin nuruyla aydınlanan ve Ehl-i Beyt-i Mustafa aşkından feyz alan hayırlı ve bereketli bir yıl diliyorum. (Âmin.)