Hiçlik çukuruna düşmeden kendimiz olmalıyız

Kabuk ne kadar maya ve dokuya uygun olursa olsun, öz bizden olmadıkça, gelenekten beslenmedikçe, olmanın mümkün olmayacağını görmemiz gerekiyor. Türkiye bu tür durumlarda, sürekli şekilde tarif ve eylem bakımından olay gerçekleştikten sonra adım atıyor. Bu da zaman ve gelecek kaybına neden oluyor.

HER şey sona erecektir. Hiçbir şey kalıcı değildir. Böyle bir son varken insanların sonlu olanlara karşı tamah göstermeleri, bütün güçlerini oraya odaklamaları akla uygun değildir. İnsan bunca sonu görüp nasıl olur da fâni, sonlu ve ölümlü olan her şeye yönelir?

Evet, bilinen şu maddî evrende her şey nihayete erecektir. Bu nihaî sonun olması için -en basit hâliyle- iki bilimsel yol vardır: Birincisi, evren, şimdi olduğu gibi genişlemeye devam eder ve en sonunda yavaşça ölür. İkincisi, evrendeki galaksi ve yıldızların çekimlerini giderek artırması neticesinde genişleyen evren önce durağan, sonra da içe doğru çöküş yaşayarak ölecektir.

Evrenin ölümlü olduğu şu âlemde dünyanın ve insanın ölümlü olmasının değeri ne kadardır, takdir okuyucunundur.

Bu şekilde bir sonlanmanın genel kabul gördüğü bilimsel bir sonuçta insanlığın bu sondan sonrasına dair görüşlerinin bilimsel ölçekten ırak olması, insanlığın akıllıca bir davranışı değildir. Bunun en önemli nedeni, aklın devasa bir kâinatı kavrama yeteneğinin olmasıdır. Böyle bir yetenek sahibi olan insanın ve insanların da ölümlü olması tamamen olmama durumuna rücû olan bir yokluk ile açıklanması mantıklı, bilimsel veya anlamlı değildir.

Evrendeki her yok oluş, aslında daha iyi bir düzeye geçişi gösteriyor. En azından şimdiki bütün veriler buna işaret ediyor. Bir yumurta değiştiğinde bir civciv çıkıp sayısız yumurtaya beşiklik yapabiliyor. Bir tohum toprak altında çürüdüğünde fidana, ağaca ve ormana dönüşebiliyor.

Toprak üstünde çürüyen maddeler ise başka bedenlerde can olur. Bir tavuk belki kesilip insanların açlığını gideriyor ama tavuk, hayvandan insana dönüşüm üstünlüğüne de nail oluyor.

Evrenin öncesi olması noktasında aykırı fikir beyan edenler ve evrenin olmadığı bir düzeyde hiçbir şey olmayacağını iddia edenler son zamanlarda başka evrenler olabileceğini veya başka bir dönüşüm ile maddî varlıkların sonsuz olduğu görüşünü benimsemeye başladılar. Çünkü her şeyi maddede arayanlar, evren öncesinde hiçliğe cevap bulamıyorlar.

Gelinen noktada Tevhid inancına aykırı hareket edenler her şeye bir sebep kulbu takmayı unutmuş olmalılar -ki son zamanlarda bu eksikliklerine bir sebep aramışlardır-. Her şeyin sebep ve sonucunu sadece birbirlerine bağlantılı olarak gösterip sebepler denizinde boğulmanın kısır bir döngüden başka çıkış yolu yoktur.

İmtihan sırrı bu olduğundan, ölümlü olan ve her şeyin bir gün mutlaka sonlanacağını görerek ve bilerek buna aykırı söylem ve eylemlerin odağı olmaları, kültür ve medeniyetlerinin suni, kısır ve dar çerçevede kaldığını gösterir. Böyle bir medeniyet asla insanlığa merhem olamaz. Böyle bir kültür ve düşüncenin dünyada çok popüler olduğunu, insanlığın büyük kısmının bu dünya malına aldandığını elbette görüyorum. Ancak, Batı’nın dünyaya dayattığı tek şey olan bugünün maddî getirisindeki matlığın insanlığı kör ettiği gerçeğini de görmek lâzım.

Bilimi insanlığa öyle bir yutturmuşlar ki her nefes almaya başladığımızda yeni bir karanlık çukur icat ediyorlar. Hâlbuki gökyüzüne aydınlık bir gecede bakan kişi, sonsuz ve ölümsüz bir evrende aydınlık görmeliydi. Zira bütün ezelî yıldızların ışıkları bizlere kadar ulaşacağından gece aydınlık olacaktı. Evren ölümlü ve sınırlı bir yaşa sahip olduğundan, gece gökyüzünün karanlık olması açık ve ortada duruyorken, çağın gerisinde kalmış ve köhnemiş krallıkların varlıklarını devam ettirmek istiyorlar.

Böyle bir dünyada insanların mükemmelliklerinin yanı sıra mânâlarının zirvede olması, maddî bedenlerinin prangalarından kurtulması asla hiçlik değildir. Tekâmülün bir çeşidi olan ölüm, hiçlik olarak yorumlandığında karanlık dünyalarını insanlığa dayatanlar yok olmaya mahkûm olurlar.

Böyle bir dünyada müminlerin kendi tasavvurlarını inşâ etmelerinde geri kalmaları ve Batı’nın çizgisinden çıkamamaları “düşünme ve üretme” melekelerinde çok geride olmasından kaynaklanmaktadır. Batılılar hatayı sadece bu dünyadan ibaret zannettiklerinden bütün güçlerini buraya harcamaktadırlar.

Müminler ise “Fâni hayata ehemmiyet vermeyeyim” derken Yüce Yaratıcı’nın fiilî duası olan çalışmayı ihmâl edebiliyorlar. Böyle bir hengâmede olması gereken, kabuk ve özün kendi cinsinden olmasıdır. Kabuk ne kadar maya ve dokuya uygun olursa olsun, öz bizden olmadıkça, gelenekten beslenmedikçe, olmanın mümkün olmayacağını görmemiz gerekiyor. Türkiye bu tür durumlarda, sürekli şekilde tarif ve eylem bakımından olay gerçekleştikten sonra adım atıyor. Bu da zaman ve gelecek kaybına neden oluyor.

Konusunda uzman ekiplerden oluşacak bir heyet ile kendi tasavvurumuzu ortaya koymak ve bunu eyleme dökmemiz gerekiyor.