Hıçkırık

Mesai başlayalı bir iki saat olmasına rağmen aksilikler bir türlü yakasını bırakmamıştı. Otomatik kepenk, yürüyen merdiven, asansör derken… Derken, birden prizdeki çay suyunu hatırladı. Hatırlamasıyla bulunduğu kattaki elektriklerin sönmesi bir oldu!

KORKTUĞU başına gelmişti. O hep görev yerinin, birkaç gündür neyi nasıl yapacağının gösterildiği, bir nevi stajyerlik yaptığı istasyonlardan biri olacağını sanıyordu. Son gece, “Ya başka bir hatta verirlerse?” diye beynini zıplatan, kanını hareketlendiren bir düşünceye kapıldı. Kendi kendini teselli etmeye çalışarak, “Ne kadar zor olabilir ki, bütün duraklar birbirine benzemiyor mu zaten?” dedi. Ama bu kendini ikna çabaları fayda etmedi.

Endişe ile karışık korku doldurmuştu içini. İlk görevinin farklı bir istasyonda olabileceği düşüncesi Kemal’i gece boyu uyutmadı. Hattâ bir ara kalkıp internetten durak biçimlerini bile araştırdı. Ön bilgi sahibi olmaya çalıştı ama yine de korkusunu yenemedi. İlâhî işleyişin “Çağırırsan gelir” kuralı mı devreye girmişti neydi bilinmez ama o akşam vardiya amiri ertesi günün görevlilerinin isimleri ile karşısındaki görev yerlerini değiştirince, Kemal’in korkusu da gerçekleşme yolunda kahramanımıza doğru dakika dakika yürümeye başlamıştı.

Kemal ile kaderinin ilk karşılaşması, gecenin son karanlığı dağılmaya başladığı saatlerde serviste oldu. Servis şoförü farklı bir yöne doğru gitmeye başlayınca önce şüphelendi, sonra onu daha önce sadece yolcu olarak zaman zaman inip bindiği bir tramvay durağının girişine bıraktığında artık emindi; korktuğunu yaşayacaktı.

Servis aracından indi, üstündeki kıyafete baktı. Kolsuz yeleğinin üzerinde yakasından aşağıya doğru kocaman harflerle “GÜVENLİK” yazıyordu. Sağ elini beline attı, copunu yokladı. İlk defa bir şeyi tam olarak başardığını düşünüyordu ve bunun için gururluydu. Düzenli bir işi vardı şimdi. Annesi de çok sevinmiş ve oğluna kız bile bakabileceğini söylemişti dün akşam. Umut, ne güzel duyguydu!

Eğitim aldığı duraklarla görevlendirildiği ilk istasyon, birbirlerinden çok farklıydı. Bir defa bu istasyonun girişinde otomatik kepenk vardı. İçeride güvenlik kameralarının kontrol edildiği bir oda ve biriyle turnike katına, diğeriyle peron katına inip çıkılan iki kat yürüyen merdiven vardı. Eğitim esnasında söylemişlerdi; tasarruf tedbirleri gereği artık her durakta bir görevli olacaktı yani yalnızdı. Bu bilgiyi hatırlamak daha bir heyecanlandırdı Kemal’i. Gayr-i ihtiyârî, cep telefonunu yokladı. İyi bari, Allah’tan o yanındaydı! Hem içeride telsiz de olmalıydı. Çok bunalırsa, bu ikisinden biriyle yardım isteyebilirdi.

Servisten inip istasyonun girişine doğru yöneldi. Otomatik kepengin gri, soğuk ve geçit vermez duruşuyla karşılaşınca irkildi birden, şok oldu. Kepenkle bakıştılar bir süre. Göze duyarlı bir sistemle, bakınca açılacakmış gibi karşısında şok hâlinde durdu öylece. İçeriye nasıl girecekti? Kumanda kimde ya da neredeydi? Dönüp servis aracının arkasından baktı bir umutla. Araç tenha yolda çoktan uzaklaşmıştı bile.

Liseden bir arkadaşı önermişti güvenlik işini. Kendisi de yapıyormuş. “Birkaç ay kursa gidiyorsun, alıyorsun sertifikanı, yapıyorsun müracaatını, hop, üç gün sonra işin hazır!” demişti. Tabiî onun dediği kadar kolay olmamıştı ama olmuştu netîcede. Kurs, sertifika, para bulma, adamını bulma, hatır, gönül derken neredeyse bir yıldır çabalıyordu bu iş için. Tam işe başlayacağı gün bir otomatik kepengin buna engel olacağı kimin aklına gelirdi.

Kemal içeriye nasıl girebileceğinin çözümünü düşünürken, belediye logolu başka bir araç durdu yanında. Aracın durmasıyla birlikte otomatik kepenk, uykudan uyanmış gibi gürültüyle yukarı doğru hareketlenmeye başladı. Kapı açılmıştı. Kemal sevinçle açılan kapıya doğru yöneldiğinde, belediye aracı da geldiği gibi gitmişti. Açılan kapıdan aydınlık yansımaya başladı sabahın karanlığına. İçerinin ışıkları yanıyordu. Oh, şimdilik bir sorun görünmüyordu. “Güzel!” dedi.

Merdivenlerden turnike katına indi. Bu katta sağlı sollu turnikeler, turnikelerin az ilerisinde iki tane otomatik kart dolum makinesi ve ortada da peron katını, yolcuları yukarıdan gören küçük bir kulübe vardı. Kulübenin kapısına elini uzattı. Kapı kilitli değildi. İçeriye girdi. Küçük bir masa, plâstik bir sandalye, tutanak ve imza defteri, yarısı dolu bir damacana, çay makinesi, karton bardaklar, duvara monte edilmiş birkaç düğme ve telsiz çalındı gözüne ilkin. Sandalyeye oturup aşağıya doğru baktı. Aşağıdaki boşlukta uzanan rayların parlaklığı canlıymış hissi uyandırdı ve ürküttü onu. Birazdan hareketlenecek olan bu yerlerin son sessiz dakikaları yaşanıyordu.

Kemal, kulübeden çıkmak için arkasına dönünce karşısında gördüğü adamlardan irkildi. Ne zaman gelmişti bu iki kişi, hiç duymamıştı. Bu kadar dalgın olmamak gerekiyordu. “Gözünüzü dört açın” dememişler miydi? Kafasını salladı adamlara “Buyurun” mânâsında. Adamlar bizimkinin anlamadığı bir dilde bir şeyler söylerken, bir yandan da ellerindeki yolcu kartını gösteriyorlardı. “Anladım” dedi içinden, “Kartınıza para yüklemek istiyorsunuz”.

Adamların elinden kartı aldı gülümseyerek, dolum makinesine gitti. Kartı yükleme yerine koyup adamlara, makineye para atmaları gerektiğini işaret diliyle anlatmaya çalıştı. İki yabancı ceplerinden birer adet kâğıt para çıkarıp Kemal’in gösterdiği yere tıkıştırdılar ama makine, “Tanınmayan para” diyerek geri verdi.

Acar güvenlik, duruma el koydu. İş Kemal’e düşmüştü çünkü. Cebinden bir 10’luk çıkarıp yabancıların kartına yükleme yaptı. Turnikeden geçmelerine yardımcı olduktan sonra da bir “Oh!” çekti. Gerçi cebinden 10 lirası eksilmişti ama olsun, görev başarıyla tamamlanmıştı.

Buruk bir huzurla yerine geçmeye çalışan kahramanımızı sert ve buyurgan bir ses durdurdu. Sesin sahibi, elindeki bastonla geldiği yönü işaret ederek yürüyen merdivenlerin neden çalışmadığını soruyordu. Evet, yürüyen merdivenler… Tabiî ya, onları çalıştırmayı unutmuştu ama bunu nasıl yapabileceği hakkında en ufak bir fikri yoktu. Bir anlık tereddütten sonra, “Yürüyen merdivenlerin enerjisi kesik bey amca” diye cevap verdi. Sesi titriyordu ama yalan değildi sonuçta söylediği; elektriği kesikti yürüyen merdivenlerin. İhtiyar adam yeterince ikna olmasa da diğer yolcularla birlikte elindeki kartla cihazı öttürerek geçti turnikeden. Ses tüm istasyonun duvarlarında bir kez daha yankılanırken, bu işin düşündüğünden daha zor olacağını hissetmeye başlamıştı acar güvenlik.

Heyecanlı geçen dakikalar boğazını kurutunca, kulübedeki çay makinesini hatırladı. Bir bardak çayın iyi geleceği düşüncesiyle demliği su ile doldurdu. Fişi prize takıp dışarı çıktı. Üzerindeki gerginliği turnike katındaki geniş alanda voltalayarak atmaya çalışırken, merdivenlerden çıkan üç kadına ilişti gözü. Genç olanın kucağında bir bebek vardı. Diğerleri de muhtemelen çoğu bebeğin olan eşyaları taşıyordu. Kadınlara yanaştı. Yürüyen merdivenleri çalıştıramamış olmanın da ezikliği ya da suçluluğu ile yardımcı olmaya çalışıyordu. “Asansör var” dedi kadınlara seslenerek, “Az ileride” der gibi eliyle de işaret ederek… Kadınlar sevinçle Güvenlik Kemal’in gösterdiği yöne doğru yöneldiler. O da arkasını dönüp, birilerine daha yardım etmiş olmanın sevinciyle volta atmaya devam etti.

Karşı duvara kadar iki tur gitti geldi. İkinci turda, az önce yardım etmeye çalıştığı kadınları aynı yerde görünce, yaşadığı dejavu onu dondurdu olduğu yerde. Kemal yaşadığı şaşkınlıktan sıyrılmaya çalışırken, kadınlardan en yaşlı olanı, çoktan kızgınlığını ifadeye başlamıştı. “Evlâdım, sen nasıl güvenliksin?” diyordu, “Bizi yanlış asansöre bindirmişsin, o asansör aşağıya gidiyormuş. Bizi bu yükle merdivenlerden yürüttün yeniden”.

O an öyle utandı ki, mahcubiyetinden, “Yer yarılsa da içine girsem, buhar olsam, toz olsam, yok olsam!” diye geçirdi içinden Güvenlik Kemal.

Mesai başlayalı bir iki saat olmasına rağmen aksilikler bir türlü yakasını bırakmamıştı. Otomatik kepenk, yürüyen merdiven, asansör derken… Derken, birden prizdeki çay suyunu hatırladı. Hatırlamasıyla bulunduğu kattaki elektriklerin sönmesi bir oldu!

Ortalığı yanık kablo kokusu kapladı bir anda. Ardından istasyonu inleten alarmın sesi duyuldu. Bu da sabahtan beri devam eden aksiliklerin tuzu biberi oldu. Panik bir dağ olsaydı, şu an Kemal, onun zirvesindeydi kesinlikle. Asıl alarm, acar güvenliğin yüreğinde çalmaya başlamıştı aslında. Kulübeye koştu, fişi prizden çekti ama olan olmuştu bir kere.

Dışarı çıkıp soluklandı biraz, ne yapacağını bulmaya çalışıyordu. Bu durumlarda ne yapılabilirdi? Düşündü. Eğitimlerde bununla ilgili ne söylemiş olabilirlerdi, hatırlamaya çalıştı. Yok, aklına hiçbir şey gelmiyordu! Çâresizce kıvrandı…

Bunalmıştı iyice, nefes almakta zorlanıyordu artık. Yanından geçip giden insanlara baktı. Onun içinde bulunduğu durumun kimsenin umurunda olmadığını gördü. Hiç kimse onun nasıl bir çıkmaz içinde kıvrandığının farkında değildi. Herkes bir an önce varacağı yere ulaşmanın telâşı içindeydi. İnsanlar o telâş içinde inip çıkarken bazen birbirlerine çarpıyor ve hattâ ufak tefek tartışmalar bile yaşıyorlardı.

Rûhunun bedeninden ayrıldığını hisseden Güvenlik Kemal ise, bir ceset, yürüyen bir et parçası gibi bir sağa, bir sola gidip geliyordu. Bir müddet böyle devam etti; sonra toparlandı, rûhu bedenine geri döndü, aklı motorlu araçların ilk hareketi gibi yavaş yavaş işlemeye başladı.

Çalışmaya başlayan aklı, telsizi hatırlattı önce. Hâlâ yanık kablo kokan kulübeye girip aldı telsizi. Mandalını açıp düğmesine basarak konuşmaya başladı ağlamaklı bir sesle. “Edirnekapı, ben Güvenlik Kemal” diyebildi sadece. Sonrası, hıçkırık…