Hiç’liğinden sonsuzluk menkîbesi yazan insan

Fâni olana temayüllerimizin artışındaki gafletten kurtulmanın yegâne reçetesi, “insan olmak”lığın sırrını çözmeye talip olmaktır. İşte o vakit, söylemde vaat, uygulamada menfaat sistemi şeklinde dünyanın nabzını tutan ve bütün insanlığı kandıran uluslararası kurumların bütünü iflâs ederek yerini hakkaniyetin tesis edildiği adâlet merkezli bir sisteme bırakabilir!

İNSAN… Bahtına fenâ ile fânî olmak yazılmış hilkât…

Yaratılışı itibariyle Bâkî olanı işaret eden müzeyyen varlık…

Bâkî olana yöneldiği kadar, hayata iz bırakacak, bekâyı hak edecek olan…

Kâinatta yaratılmış ne varsa, henüz keşfi mümkün olmamış pek çok şey dâhil, insanın hizmetine sunulmuş. Neden? Yüzlerce asır yaşamakta olan insanın, kendine ve kendinden sonrakilere yaşanabilir bir dünya bırakması, fark etmesi, şükretmesi, sabretmesi ve fehmetmesi için... Salih amel işleyip sabredenler, şükredenler bu sebeple müstesna kılınıyor “İlâhî Vahiy”de.

Bir de kodlarına “iz bırakmak” yazılmış insanlar var ki, işte onların gayretleri, söyledikleri ve eyledikleriyle önce zihinler donanıyor ve sonrasında ilmin, irfanın ve hele hele hikmetin yol aydınlatan ışığı ile medeniyetler inşâ ediliyor.

Önce zihni ve kalbi sancılanıyor insanın. Varoluşunu sorguluyor ve var olmanın mesuliyeti üzerinden kültürünü oluşturuyor. Kendi tarihini yazıyor. Bunu kâh sözü, kâh müziği, sineması, kalemi ya da sanatıyla gerçekleştiriyor. Ve işte insanın var olma gebeliği, mesuliyet sancılarıyla medeniyetler doğuruyor!

Safî yaşarken değil, ölümünden sonrasında da hayr ile anılmanın imtiyazından yararlanabiliyor insan. İş ki, hasene defterini açık tutabilsin…

Hayatı müreffeh kılacak, yaşamak yolculuğu ölüm ile sonlandıktan sonra da sonsuzluğu yaşayacak olan insan, kalbini ve zihnini ne ile donattı, doldurdu ise, öylesi bir hayatı solurken, rûhu ölüm sonrası onunla haşroluyor.

Öyleyse insan, kaderi dairesinde cüz’î iradesi gereği yaptığı tercihleriyle dünyasının ve ukbâsının yol haritasını çiziyor.

İnsan ancak, kendine sunulanla iktifa edip râm ve râzı oldukça sahici okumalar yaparak ibret hânesini zengin kılabiliyor. Meselâ karga ne de çirkin; fakat ne de güzel uçabiliyor... Kanatları, uzakları yürümekten daha yakın kılıyor. Tûtî kuşunun tüyleri ne de renkli ve güzel; fakat bir kafes içinde, insanların söylediğini tekrar ediyor.

Anlaşılan o ki, Hâlik-i Zülcelâl her ne yarattı ise güzellik ile çirkinliği adilâne bir biçimde taksim ediyor. Ah ki, hikmet gözlüğünü kazanmak için gayrete düşelim ve onunla doğru okuma yapabilelim...

İnsan, hayvanların günübirlik yaşantılarından tenzih edilmiş.

Kendi fâni, evet, ama sonsuzlukla müjdelenmiş!

İşte bu müjdeye Said-i Nursî, şu sözlerle talip oluyor: Fâniyim, fâni olanı istemem. Acizim, aciz olanı istemem. Rûhumu Rahmân’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir Yâr-ı Bâkî isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcûdatı umumen isterim.”

Üstad, “Sözler” kitabının 23’üncü Mektub’unda bu bahse şu satırlarıyla devam ediyor: “Hem deme ki, ‘Ben hiçim; ne ehemmiyetim var ki bu kâinat, bir Hakîm-i Mutlak tarafından kasdî olarak bana teshîr edilsin, benden bir şükr-ü küllî istenilsin?’. Çünkü sen, çendan nefsin ve sûretin itibâriyle hiç hükmündesin, fakat vazîfe ve mertebe noktasında, sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcûdâtın belâgatli bir lîsân-ı nâtıkı ve şu kitâb-ı âlemin anlayışlı bir mütâlâacısı ve şu tesbih eden mahlûkatın hayretli bir nâzırı ve şu ibâdet eden masnuâtın hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin.”

Efendim, insana dair birkaç satır söylememin ve insanın ne olduğu, ne kadar olduğu ve hiçliğinden mülhem muktedir olabilme vasfına dikkat çekişim, “hiç ölmeyecekmiş”cesine dünya üzerinde tasarrufta bulunarak zulmü körükleyen ve bunu “güç” olarak addeden insancıkların ahvalini okumak adınadır.

“Akletme”nin kurnazlık olduğu varsayımını esas kabul eden ve bu âdî vasıf ile tamah ve hırs tatmini uğruna ülkeleri birbirine kırdırarak dünyayı bir maestro edâsı ile yönetmeyi kabiliyetten sayan dünyaperestlerin fâni gayretlerini başarıdan sayma gafletine düşmemek gerek.

Sadece dünya genelinde ve dünyayı yönetme başarısı çerçevesinde insanı seyretmek kâfi gelmeyecektir. Ferdî olarak da hakikî başarının hak ve hakkaniyet çizgisinde ilerleyerek vebâlsiz bir yol tutmak olduğunu da unutmamak lâzım. Ki her birey kendi fâniliği ile tüm dünyevî güçlerin “fenâ”lığı arasındaki hikmeti çözdüğünde, helakten azâde toplumlar oluşacaktır. Böylesi bir toplum, İlâhî yardımın rüzgârını sırtında hissederek tüm insanlığı saâdete eriştirecek bir gücü kuşanabilir.

Fâni olana temayüllerimizin artışındaki gafletten kurtulmanın yegâne reçetesi, “insan olmak”lığın sırrını çözmeye talip olmaktır. İşte o vakit, söylemde vaat, uygulamada menfaat sistemi şeklinde dünyanın nabzını tutan ve bütün insanlığı kandıran uluslararası kurumların bütünü iflâs ederek yerini hakkaniyetin tesis edildiği adâlet merkezli bir sisteme bırakabilir!

Ve o vakit insan merkezli tasavvurlarımız tahayyül olmaktan çıkıp hayatı müreffeh kılan, insanın dünyasını ve ukbâsını tanzim eden, üstelik insanın “hiç”liğinden inşâ edilmiş bir medeniyet ile tüm dünya kuşatılabilir.

Ancak bu vazîfeyi kendine yüklemeli insan. Bu mesuliyeti her daim hissetmeli. Varoluşun idrakine fert fert varılmalı. Bu farkına varışla varoluş sancılarından insan olmanın kıymetine ulaşılmalı ve tüm insanlığı aydınlatacak güneşi doğurmalı.

Evet, bu kutlu vazîfeye talip olmalı insan. “Hiç”liğinde saklı gücün şifrelerini çözerek “hep”liği istemeli.

“Coğrafyamızdan doğacaksa bu güneş ve biz bu kutlu inanışla yaşıyorsak, her birimiz kendi varlığımızda ‘fenâ’yı aşıp bir sonsuzluk menkîbesi yazma niyetimizi tâzelemeliyiz!” diyorum ve sözün hülâsasını yine Bediüzzaman Said-i Nursî’ye bırakıyorum:

“Ey insanlar! Fâni, kısa, faîdesiz ömrünüzü, bâki, uzun, faîdeli, meyvedar yapmak ister misiniz? Madem istemek insaniyetin iktizasıdır; Bâkî-i Hakîki’nin yoluna sarf ediniz. Çünkü Bâkî’ye müteveccih olan şey, bekânın cilvesine mazhar olur.

Madem her insan gayet şiddetli bir sûrette uzun bir ömür ister, bekâya âşıktır ve madem bu fâni ömrü bâki ömre tebdîl eden bir çâre var ve mânen çok uzun bir ömür hükmüne geçirmek mümkündür; elbette insaniyeti sükût etmemiş bir insan, o çâreyi arayacak ve o imkânı bi’l-fiile çevirmeye çalışacak ve tevfik-i hareket edecek.

İşte o çâre budur: Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. ‘Lillah, livechillah, lieclillah’ rızâsı dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.”*


*Lemalar-Münacaat: shf:33-39 /Said Nursi