
GÜNEŞ bir başka doğardı üzerimize. Kimimiz kahvaltı yapar kimimiz yapmadan elinde dürümle aydınlanmanın tadını oyuna boğardık. Hafta içi okul yorgunluğu tatilin ilk ışıklarında karanlığa gömülürdü.
İşi biten boş araziye gelir ve her türlü oyunu doyasıya oynamanın zevkini çıkarırdı. Bazen ufak sıyrıklar futboldan sonra evde fark edilirdi. Fırsatın hiçbiri kaçmaz ve en kısa sürede bile çelik çomak oyunu taçlandırırdı.
İnsan ve hem de cinsiyet ayrımı olmayan oyunlarda saklambaç ve yakar top ön sıralarda yer alırdı. Yakalanan top, insanlara “can” kazandırırdı.
Nedense mahallede herkes bir takımı tutar ama ağırlık büyüklerin tuttuğu takımın tutmakla çözülürdü. Çünkü büyük ağabeyler arkadaşların olmadığı zamanda bizleri aralarına alır yalnızlık kaybolurdu.
Okul çıkışlarında ve hafta sonlarında öğretmenden saklanırdık. Bunun üç nedeni vardı, birincisi korku, ikincisi mevcut halde öğretmene görünmemek ve sonuncusu ise öğretmenin ödev sormasından uzak durmaktır. Öğretmene saygı tabiki içimizde ve elemlerimizde vardı.
Derken küçük bir kasabada üç dört berber, iki üç terzi, onlarca kahvehane ve her türlü ihtiyacın karşılandığı ufakta bir çarşı hayatın tadını çıkarmaya yetiyordu. Yetiyordu ama zaman ilerledikçe, yaş ilerliyor ve okul bitme aşamasına geliyordu.
İlkokulu bitiren nedense şehre ve daha büyük şehirlere gitmeye başladı. Meğerse darbenin etkisi insanlarda hem korku hem de ekonomik sıkıntı oluşturmuş kasaba ve köyden şehre göç başlamıştı. Okumak için gidenlerde oluyordu ama genelde iş için gidenler fazlaydı.
Yazları veya bayramlarda buluşmalar zamanla yerini seyrekleştirmeye bırakmıştı. İnsanlar ufak yerleşim yerlerini terk ediyor geçim derdine düşüyordu. Okumak külfetli bir okadar da ekonomik açıdan zor işti. Bu zorluk 1992’de 22 tane yeni üniversitenin açılmasına kadar devam etti. Sonrasında üniversite sayısı ve ekonomik gelişmelerle birlikte 200 üzerinde üniversitenin olmasıyla bir nebze dindi.
Küçük yerleşim yerlerinden kaçışların iki ana omurgası olan ekonomik sıkıntılar, işsizlik ve okumak her güçlüğe rağmen devam ediyordu. Kaçışlar hiç bitmedi, kasabadan köye düşüşle sonuçlanan bu durum sosyal medyanın gelişmesiyle birlikte kendisini sanal ortamlara attı. Hiçbir şey sanal ortamdan çıkıp yüz yüze ve doğal ilkokul çağındaki tadı veremedi.
Ağzımızın tadını bozan darbelerin yanında birde sinsi ve sızıntılı eğitim adı altında milletin gençliğine ve geleceğine sızmalar başlamıştı. Bunu hiç kimseye anlatamadık. Kim anne ve babanın vazifelerini ücretsiz ve bedavaya bir ömür üstlenir ki? Böyle bir sinsi yapı bir nesli yok etti.
Köy ve kasabadan ekonomik ve okuma nedeniyle çıkanlar kendilerini ya bir fabrikada ya da bir okulda bulmuş nefes almaya başlamıştı. Derken muhtıralar ve ekonomik darbe girişimler milletin bel kemiğini yine kırdı. Kırsaldan kente gelenler geçim sıkıntısı ve okuma derdine düşerken birileri de bu milletin sırtına binme derdine düşmüştü.
Köyde ve kasabada pazar ve markete çıkmayan halk şehre geldiğinde tam da boğazından yakalanmış ve markete köle haline gelmişti. Herşeye rağmen alternatiflerin olmasının haykırıldığı sosyal medyanın sesini zor da olsa duyanlar olmuştu.
Çok sayıda eli öpülesi öğretmeni bir kenara koyuyorum ama okul birincisi ve üstün başarılı öğrenciler daha ilkokul sıralarındayken tartaklanıyor ve dövülüyordu. Çevre baskısı ve müdür olmasa öğrenci okuldan soğuyacaktı. Öğrencinin başarısı bazı kendini bilmez sözüm ona ateist ve darbe taraftarı öğretmenler tarafından hiçleştiriliyordu.
Ekonomi ve darbelerin iki hedefi milletin açlık ile uğraşıp Anadolu halkının okuyup yukarılara çıkmaması içindi. 1970 yılına kadar bile bazı konularda yurt dışından gelen öğretmenlerin sadece Yahudi olması akıllarda şüphe bırakıyor.
Şehre gelenler kendilerine bir çevre edinmiş, ufakta olsa bir sosyal ağ oluşturma derdine girer girmez sosyal medya da prangasını atmıştı. Sosyal medya artık insanların elini kolonu bağlamış, dünyayı sadece yaşadığı köy ve kasabadan ibaret zannedenler koskoca dünyanın bir kök kadar birbirine yakın olduğunu görmüştü. Yeni mekânlar sosyal medya oluvermişti. Görüşmeler de, soğuk bu sosyal medya üzerinden yapılıyordu.
ABD ve diğer yerlerde okul açanlar gençliği ve geleceği çalmaya devam ediyordu. Bu ekip kendilerini “yeni bir din bireyi olarak değil de Yahudiliğin devamı olarak” gördüklerini bizzat kendileri açıklıyorlarken Anadolu’da köylü buğday veriyor, zekât ve fitresini buraya aktarıyor, kurban derileri holding açılışında kullanılıyordu.
Aziz milletin ekonomik ve eğitim/öğretim açısından bir nefes alma devri başlamıştı ki hak görünümlü küfür silahın namlusunu millete çevirmişti. Şükür ki başaramadılar. Anadolu’da yaşayan aziz millete son noktayı koyacaklardı. Köy ve kasabadan kente giden, ekonomik açıdan zorluk çekenlerin bazıları bu tür sızıntıların içinde yer alabilmişti.
Pandemi ve depremle birlikte yer kürenin hiçte sağlam olmadığı bir kez daha anlaşılmıştı. Köy ve Kasaba da toprak bırakmayanlar çareyi şehre yakın yerden ufak toprak alıp ev yaptırmakta buldu. Küçücük şehirlerde bile bir yıl içinde yüzlerce villa inşâ edildi.
Ekonomik sıkıntı çeken halk bir yıl içinde milyonluk evler yaptırabiliyordu. Alışılmış çaresizlik, ekonomik sıkıntılar ve yaşanılan onca darbe girişimlerinden sonra halk yastık altında birikim yapmıştı. Ekonomik ve sosyal hayat değişmiş dünyevileşmişti.
Sebep ne olursa olsun ne eski kök köy, ne eski kasaba kasaba ne de insanlar eski insanlardı. Dünyanın zevk, sefa, hız ve hazzına teslim olunmuştu. Bu dünya iştahı boğazımızdan sarmış ve dünyanın köleleştirmesine teslim olunmuş ve tutsak hâle gelinmişti. Hayat böyle devam ederken, hiç kimse evine ve köyüne geri dönemedi. Hayat bu ya, tam nefes alınacakken, Batı, ABD ve bütün Haçlılar dört bir yandan Anadolu’yu çevreledi…