ÇIKMAZ sokakların başına
geldiğimizde sokağın sonunu görmeye cesaret edemediğimiz için, ümidimizi yitirdiğimiz
ve yarınlara taşıyamadığımız için gerisin geriye döndük ve sokakları,
sokaktakileri kendi kaderlerine terk ettik. İyi mi ettik, kötü mü?
Bu
sorunun cevabını yarına ulaşanlar, ertesi gün bize anlatıversin. Anlatıversin
de ihmalkârlığımızın bedelini ödemeye hazır hale gelelim. Ana arterlere,
caddelere, bulvarlara, onların ihtişam vadeden ışıklarına yenildiğimizi, o
caydırıcı cazibeye kapıldığımızı fark edelim. Ayağımızın altındaki parke
taşlara basan sanki biz değil de gök ehlinden şehre inmiş Anka kanatlı kuşlar
zannettik her birimiz kendimizi.
Kültürümüz
yobazlaşırken, bizler “izleyici” olma rolünü kapma yarışına girdik. İyi şeyler
yapanları alkışlamayı, kötüleri ise yermeyi şiar edindik. Ama en çok sessiz
kaldık, sus pus olduk. Ne taşın altına el uzattık, ne omuz verdik, ne de başka
bir şey yaptık, yapabildik; “Önümüze gelsin yiyelim, içelim, gezelim, günü gün
edelim” dedik. Eskiyen binalara vefa gösterip tamir etmek yerine, kılıflar
giydirip yıkma cihetine gittik. Ne kendimizi, ne de etrafımızı restorasyona tâbi
tutabildik.
Gözün
gördüğünü yeniledik, “yenilendik” zannettik. Oysa yenildik yeniliğe, vefa
gösteremedik “eski” diye anılan her ne var ise. Zihnî derinliğimize drenajlar
atıp yenilememiz gereken onca şey içinde tek şey vardı, o da “iç dünyamız”. Ne
yazık, onu da ihmal ettik! Göğün bağrını hançer misali delen gökdelenler
dikmeyi maharet sandık, sonra oturup, “Gökyüzü neden görünmüyor, neden
gökkuşağı çıkmıyor?” diye şekvada bulunduk.
Mesuliyet duygusundan
uzak Gulyabaniler
Aslında
dünya, Âdem’den bu yana kurulan ve ondan bize miras kalan kocaman bir müze.
Tabiî görebilene, gezebilene; velhasıl bilene… Ya bilmeyene?
Her
şey başlı başına birer hatıra diyarıdır. Orada geçmişi, özgeçmişimizi buluruz.
Gönül kuyularına dalmak, denizlere ulaşmak yerine, cansularımızı,
yağmurlarımızı akıttık kanalizasyona dönen şehir mahzenlerinden. Onu da bir
güzel tıkadık; her şeyin önünü kestiğimiz gibi istikbalimizin de önüne setler
vurduk. O yüzden bizler, mesuliyet duygusundan uzak birer Gulyabaniyiz.
“Keşke”lerimiz
Neden
insanlar, öldükten sonra “Bana köyümün yağmurlarını, toprağını getirin, üzerime
serin” der? Neden insanlar memleketlerine vardıklarında yahut esaretten
kurtulduklarında eğilip toprağa secde ederler? Neden? Sahi siz hiç diz çöküp
öptünüz mü toprağı? Deneyin derim. Hele yağmur yağmışsa, dudaklarınıza ve
alnınıza yapışan tozu toprağı şan şöhret zannedersiniz. O zaman secdeniz
mübarek olsun…
İşte
bu ve buna benzer sözler, geçmişe olan derin bağın ve eksilmeyen özlemin “keşke”sidirler.
Şehrin
en kuytu, en tenha köşelerinden, sokaklarından, caddelerinden geçtiğinizde düne
dair sesler duyuyorsanız, duvarlara, ağaçlara, tahta kapılara kazıdığınız
isimler ve sevdalar yerli yerinde duruyorsa, izler silinmemişse, adım başı mazi
kokluyorsanız, terennüm ettiğiniz tarih bugünle iç içeyse, zaman denen o en
uzun metrajlı film gözünüzde canlanır. Başrolde afacan bir çocuk, içi dışı
kıpır kıpır, elinde ya bir kartopu ya da çember, ihtimal ki önüne birini katmış
kovalıyor veya arkadaşıyla yarışıyor. Büyükleri meşin, akranları plastik bir
topun peşinde, kızlar yeri haritaya çevirmiş de çizgileri sekerek geçmeyi
deniyor, bir kısmı da eteklerini tutup örgülü saçlarıyla ipin altını üstüne
getiriyor, anneler balkon ve pencerelerde, evladına seslenen seslenene…
Her
ses okul duvarında patlıyor ve yankılanıp ikiye katlanıyor. Ama hiçbir ses bir
diğerine karışmıyor, herkes hamisinin sesini tanıyor. Çarşı pazardan dönen
abiler, babalar gelmeden evin yolunu tutmak en akıllıca iş; önden gidip kuzine
sobasının, radyo başının yahut siyah beyaz televizyonun önünde yer kapmak ise cabası.
Hele sobanın üstünde kestane, fırında da patates varsa yeme de yanında yat…
Eğer
böyle bir filmi sabah akşam seyrediyorsanız, siz geçmişle olan bağı koparmamışsınız
demektir.
Geçmişle kordon
bağını koparmayanlara selam olsun!
Yarına
bakacak yüzümüz olsun istiyorsak, iyi ve kötü günlere sadakat göstermemiz gerekir
ki içten içe, dalga dalga yayılan bir ses yankılansın bu kubbede: “Hey gidi
günler!”
Eksiklerimiz,
hata ve kusurlarımız için iki büklüm olup nedamet ve hicap duymalıyız. Duymalıyız,
çünkü nankör nefsimize yenilip hevâ ve hevesimize kapıldık. Bundan duyduğumuz
pişmanlık için dahi “Hey gidi günler!” deseydik…
Yola
revan olup düşünce önümüzdeki menzil irileşirken, arkada bıraktığımız dağlar
gözümüzde un ufak olup küçüldü. Belki de küçülen bizdik dünü arkamıza bırakıp
yarını önümüze saldığımız için. Kim bilir?
Katran
karası geceleri bir mum ışığı veya gaz lambası aydınlatıyordu, ama biz feri
düşmüş bu ışık altında aydınlık geleceğin hayallerini kuruyorduk. Verilen
ödevleri harfiyen yerine getirdik, bunu yapmayı görev bildik. Üşüdük, aç ve
uykusuz kaldık ama yılmadık.
Dağarcığımızı ve
sit alanımızı genişletmek üzere
Şimdi geçmişin ter ü taze sesini,
soluğunu, kaybolmayan izlerini, asırlık hatıralarını gelecek nesillere taşımak
istiyorsanız, elinize kazma kürek alın ve dimdik bir duruş sergileyerek çağın
en tehlikeli doğal afeti olan kültür erozyonuna karşı köklü çınarlar hükmünde
dal budak salacak ağaç fideleri, millî ve manevî fikir tohumları serpin,
projeler ekin bu bakir topraklara!
Yaşanabilir
bir dünyayı miras bırakmak için yarın çok geç olabilir! Tez elden, hep birlikte
düne dair her hatıraya sadık kalarak, onlara sahip olarak bu kültür hazinemizi
bir sonraki kuşağa taşımanın sorumluluğunu iliklerimize kadar hissetmeliyiz.
Başka bir dünya yok! Ta ki “ikinci diriliş”e kadar…
Burası,
öteler ötesini de mamur edecek hayırhahlar için bulunmaz fırsatlar ülkesi.
Yollar, köprüler, hanlar, saraylar, camiler, medreseler, külliyeler,
yetimhaneler, kütüphaneler, imarethaneler, hastaneler şarıl şarıl akan
çeşmeler, hatta mezarlıklar, gölge veren çınarlar, serviler, meyve veren
ağaçlar, renk cümbüşü çiçekler, bahçeler, ötüşen kuşlar… Hepsi birer hayır
kapısı ve hepsi göz kamaştıran birer fırsat abidesi…
Selimiye mimarisi, İshak Paşa Sarayı, Karatay Medresesi, Gök Medrese, Türklere Anadolu kapılarını açan ve Büyük Kumandan Alpaslan'ın üstün dehası sonucu Diyojen’i yendiği Malazgirt ovası, İznik’ten sonra Selçukluların Başkenti Konya’da bulunan ve tüm dünyada hoşgörü ve kardeşliğin simgesi olmuş Mevlânâ Dergâhı, Türkmen medeniyetinin kurumlaşması ve Türkçenin yazı dili olarak geliştirilmesinin ilk akla gelen mekânlarından Karaman, yine insana, inanca ve hoşgörüye dayalı tarikatın merkezleri Hacı Bayram-ı Veli ve Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri Türbesi, yeni bir tarihin mihenk taşı, İstanbul’un fethinin armağanı Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesinden sonra İstanbul’un birinci camii sıfatını kazanan ve İznik çinileriyle bezeli Sultan Ahmet Camii, Kanuni Sultan Süleyman’ın en büyük mimara yaptırdığı ölümsüz eser Süleymaniye Camii, Halifeliğin timsali Topkapı Sarayı, Anadolu'nun kültürel yapısında köklü değişim sağlayan Çaldıran Savaşı, 13 gün süren Allahuekber ve Soğanlı dağları arasında 90 bin askerin donarak şehit düştüğü Sarıkamış, dünyaya kardeşlik dersinin verildiği ve düşmana "Çanakkale geçilmez!” dedirten Çanakkale Boğazı, tarihe ayna sayılan Safranbolu ve Ayaş evleri, Osmanlı’nın ilk sultanlarının istirahatgâhı, türbeler, külliyeler ve camiler kenti Bursa, uygarlığın doğduğu Peygamberler Şehri Şanlıurfa, Hz. İbrahim'in doğduğu mağara ve Balıklı Göl ve daha neler var neler… Hepsi “Hey gidi günler!”in içindeler…