Hey gidi günler!

“Çanakkale geçilmez!” dedirten Çanakkale Boğazı, tarihe ayna sayılan Safranbolu ve Ayaş evleri, Osmanlı’nın ilk sultanlarının istirahatgâhı, türbeler, külliyeler ve camiler kenti Bursa, uygarlığın doğduğu Peygamberler Şehri Şanlıurfa, Hz. İbrahim'in doğduğu mağara ve Balıklı Göl ve daha neler var neler… Hepsi “Hey gidi günler!”in içindeler…

ÇIKMAZ sokakların başına geldiğimizde sokağın sonunu görmeye cesaret edemediğimiz için, ümidimizi yitirdiğimiz ve yarınlara taşıyamadığımız için gerisin geriye döndük ve sokakları, sokaktakileri kendi kaderlerine terk ettik. İyi mi ettik, kötü mü?

Bu sorunun cevabını yarına ulaşanlar, ertesi gün bize anlatıversin. Anlatıversin de ihmalkârlığımızın bedelini ödemeye hazır hale gelelim. Ana arterlere, caddelere, bulvarlara, onların ihtişam vadeden ışıklarına yenildiğimizi, o caydırıcı cazibeye kapıldığımızı fark edelim. Ayağımızın altındaki parke taşlara basan sanki biz değil de gök ehlinden şehre inmiş Anka kanatlı kuşlar zannettik her birimiz kendimizi.  

Kültürümüz yobazlaşırken, bizler “izleyici” olma rolünü kapma yarışına girdik. İyi şeyler yapanları alkışlamayı, kötüleri ise yermeyi şiar edindik. Ama en çok sessiz kaldık, sus pus olduk. Ne taşın altına el uzattık, ne omuz verdik, ne de başka bir şey yaptık, yapabildik; “Önümüze gelsin yiyelim, içelim, gezelim, günü gün edelim” dedik. Eskiyen binalara vefa gösterip tamir etmek yerine, kılıflar giydirip yıkma cihetine gittik. Ne kendimizi, ne de etrafımızı restorasyona tâbi tutabildik.

Gözün gördüğünü yeniledik, “yenilendik” zannettik. Oysa yenildik yeniliğe, vefa gösteremedik “eski” diye anılan her ne var ise. Zihnî derinliğimize drenajlar atıp yenilememiz gereken onca şey içinde tek şey vardı, o da “iç dünyamız”. Ne yazık, onu da ihmal ettik! Göğün bağrını hançer misali delen gökdelenler dikmeyi maharet sandık, sonra oturup, “Gökyüzü neden görünmüyor, neden gökkuşağı çıkmıyor?” diye şekvada bulunduk.

Mesuliyet duygusundan uzak Gulyabaniler

Aslında dünya, Âdem’den bu yana kurulan ve ondan bize miras kalan kocaman bir müze. Tabiî görebilene, gezebilene; velhasıl bilene… Ya bilmeyene?

Her şey başlı başına birer hatıra diyarıdır. Orada geçmişi, özgeçmişimizi buluruz. Gönül kuyularına dalmak, denizlere ulaşmak yerine, cansularımızı, yağmurlarımızı akıttık kanalizasyona dönen şehir mahzenlerinden. Onu da bir güzel tıkadık; her şeyin önünü kestiğimiz gibi istikbalimizin de önüne setler vurduk. O yüzden bizler, mesuliyet duygusundan uzak birer Gulyabaniyiz.

“Keşke”lerimiz

Neden insanlar, öldükten sonra “Bana köyümün yağmurlarını, toprağını getirin, üzerime serin” der? Neden insanlar memleketlerine vardıklarında yahut esaretten kurtulduklarında eğilip toprağa secde ederler? Neden? Sahi siz hiç diz çöküp öptünüz mü toprağı? Deneyin derim. Hele yağmur yağmışsa, dudaklarınıza ve alnınıza yapışan tozu toprağı şan şöhret zannedersiniz. O zaman secdeniz mübarek olsun…   

İşte bu ve buna benzer sözler, geçmişe olan derin bağın ve eksilmeyen özlemin “keşke”sidirler.

Şehrin en kuytu, en tenha köşelerinden, sokaklarından, caddelerinden geçtiğinizde düne dair sesler duyuyorsanız, duvarlara, ağaçlara, tahta kapılara kazıdığınız isimler ve sevdalar yerli yerinde duruyorsa, izler silinmemişse, adım başı mazi kokluyorsanız, terennüm ettiğiniz tarih bugünle iç içeyse, zaman denen o en uzun metrajlı film gözünüzde canlanır. Başrolde afacan bir çocuk, içi dışı kıpır kıpır, elinde ya bir kartopu ya da çember, ihtimal ki önüne birini katmış kovalıyor veya arkadaşıyla yarışıyor. Büyükleri meşin, akranları plastik bir topun peşinde, kızlar yeri haritaya çevirmiş de çizgileri sekerek geçmeyi deniyor, bir kısmı da eteklerini tutup örgülü saçlarıyla ipin altını üstüne getiriyor, anneler balkon ve pencerelerde, evladına seslenen seslenene…

Her ses okul duvarında patlıyor ve yankılanıp ikiye katlanıyor. Ama hiçbir ses bir diğerine karışmıyor, herkes hamisinin sesini tanıyor. Çarşı pazardan dönen abiler, babalar gelmeden evin yolunu tutmak en akıllıca iş; önden gidip kuzine sobasının, radyo başının yahut siyah beyaz televizyonun önünde yer kapmak ise cabası. Hele sobanın üstünde kestane, fırında da patates varsa yeme de yanında yat…

Eğer böyle bir filmi sabah akşam seyrediyorsanız, siz geçmişle olan bağı koparmamışsınız demektir.

Geçmişle kordon bağını koparmayanlara selam olsun!

Yarına bakacak yüzümüz olsun istiyorsak, iyi ve kötü günlere sadakat göstermemiz gerekir ki içten içe, dalga dalga yayılan bir ses yankılansın bu kubbede: “Hey gidi günler!”

Eksiklerimiz, hata ve kusurlarımız için iki büklüm olup nedamet ve hicap duymalıyız. Duymalıyız, çünkü nankör nefsimize yenilip hevâ ve hevesimize kapıldık. Bundan duyduğumuz pişmanlık için dahi “Hey gidi günler!” deseydik…

Yola revan olup düşünce önümüzdeki menzil irileşirken, arkada bıraktığımız dağlar gözümüzde un ufak olup küçüldü. Belki de küçülen bizdik dünü arkamıza bırakıp yarını önümüze saldığımız için. Kim bilir?

Katran karası geceleri bir mum ışığı veya gaz lambası aydınlatıyordu, ama biz feri düşmüş bu ışık altında aydınlık geleceğin hayallerini kuruyorduk. Verilen ödevleri harfiyen yerine getirdik, bunu yapmayı görev bildik. Üşüdük, aç ve uykusuz kaldık ama yılmadık.

Dağarcığımızı ve sit alanımızı genişletmek üzere

Şimdi geçmişin ter ü taze sesini, soluğunu, kaybolmayan izlerini, asırlık hatıralarını gelecek nesillere taşımak istiyorsanız, elinize kazma kürek alın ve dimdik bir duruş sergileyerek çağın en tehlikeli doğal afeti olan kültür erozyonuna karşı köklü çınarlar hükmünde dal budak salacak ağaç fideleri, millî ve manevî fikir tohumları serpin, projeler ekin bu bakir topraklara!

Yaşanabilir bir dünyayı miras bırakmak için yarın çok geç olabilir! Tez elden, hep birlikte düne dair her hatıraya sadık kalarak, onlara sahip olarak bu kültür hazinemizi bir sonraki kuşağa taşımanın sorumluluğunu iliklerimize kadar hissetmeliyiz. Başka bir dünya yok! Ta ki “ikinci diriliş”e kadar…

Burası, öteler ötesini de mamur edecek hayırhahlar için bulunmaz fırsatlar ülkesi. Yollar, köprüler, hanlar, saraylar, camiler, medreseler, külliyeler, yetimhaneler, kütüphaneler, imarethaneler, hastaneler şarıl şarıl akan çeşmeler, hatta mezarlıklar, gölge veren çınarlar, serviler, meyve veren ağaçlar, renk cümbüşü çiçekler, bahçeler, ötüşen kuşlar… Hepsi birer hayır kapısı ve hepsi göz kamaştıran birer fırsat abidesi…

Selimiye mimarisi, İshak Paşa Sarayı, Karatay Medresesi, Gök Medrese, Türklere Anadolu kapılarını açan ve Büyük Kumandan Alpaslan'ın üstün dehası sonucu Diyojen’i yendiği Malazgirt ovası, İznik’ten sonra Selçukluların Başkenti Konya’da bulunan ve tüm dünyada hoşgörü ve kardeşliğin simgesi olmuş Mevlânâ Dergâhı, Türkmen medeniyetinin kurumlaşması ve Türkçenin yazı dili olarak geliştirilmesinin ilk akla gelen mekânlarından Karaman, yine insana, inanca ve hoşgörüye dayalı tarikatın merkezleri Hacı Bayram-ı Veli ve Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri Türbesi, yeni bir tarihin mihenk taşı, İstanbul’un fethinin armağanı Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesinden sonra İstanbul’un birinci camii sıfatını kazanan ve İznik çinileriyle bezeli Sultan Ahmet Camii, Kanuni Sultan Süleyman’ın en büyük mimara yaptırdığı ölümsüz eser Süleymaniye Camii, Halifeliğin timsali Topkapı Sarayı, Anadolu'nun kültürel yapısında köklü değişim sağlayan Çaldıran Savaşı, 13 gün süren Allahuekber ve Soğanlı dağları arasında 90 bin askerin donarak şehit düştüğü Sarıkamış, dünyaya kardeşlik dersinin verildiği ve düşmana "Çanakkale geçilmez!” dedirten Çanakkale Boğazı, tarihe ayna sayılan Safranbolu ve Ayaş evleri, Osmanlı’nın ilk sultanlarının istirahatgâhı, türbeler, külliyeler ve camiler kenti Bursa, uygarlığın doğduğu Peygamberler Şehri Şanlıurfa, Hz. İbrahim'in doğduğu mağara ve Balıklı Göl ve daha neler var neler… Hepsi “Hey gidi günler!”in içindeler…