Hesaplaşmadan helâlleşme olmaz!

O gidecek, PKK’ya gönül vermiş Kürtlerden, devletine düşman FETÖ’cülerden, memleketi satmayı âdet hâline getirmiş Ermenilerden özür dileyip helâllik isteyecek. Aklına Diyarbakır Anneleri gelmedi, gelmeyecek. “Benim partim camileri sattı, ahıra çevirdi, ezanı Arapça okumayı yasakladı, Ayasofya’yı kapattı” demeyecek ama teknik olarak sorumlu olmadığı 28 Şubat’ın ikna odalarından geçen kızlarımızdan özür dileyecek. Biz de bunu masum bir helâlleşme olarak göreceğiz, öyle mi?

ÇOCUKLUĞUMUZDAN beri bildiğimiz, Hanefî mezhebi kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin babası Numan Bin Sabit Hazretlerinin elma hikâyesi, helâlleşmenin İslâmî boyutu konusunda bize çok net bilgiler verir. Kısaca hatırlayalım dilerseniz…

Numan Bin Sabit Hazretleri, dereden abdest alırken suyun üzerinde gördüğü elmayı alıp, ancak suyunun tadını alabilecek kadar ısırır. Pişman olup helâllik almak için elmanın sahibini bulur. Elmanın sahibi, iki sene bahçesinde çalışması karşılığında hakkını helâl edeceğini söyler. İki sene çalışıp kendisinden tekrar helâllik istediğinde, gözleri kör, kulakları sağır ve topal kızı ile evlenirse helâlleşebileceğini öğrenir ve nikâhı kabul eder.

Nikâhlandıktan sonra yüzünü açtığı eşinin söylenen kusurların aksine çok güzel olduğunu görünce hata olduğunu zannederek babasına gider ve bunun, kendi imânının dünyadaki hediyesi olduğunu anlar.

Haramla helâl arasında bazen ne kadar ince bir çizgi olduğunu, kul hakkıyla bu dünyadan göçüp gitmemek için bir müminin nelere râzı olacağını ve helâlleşmenin ne kadar önemli olduğunu göstermesi açısından okullarda da okutulması gereken bir hikâyedir.

Bir kişinin -bilerek ya da bilmeyerek- biri ya da birilerine karşı yaptığı haksızlık, hakkını yeme, dedikodusunu ya da gıybetini yapma, hatta aklından kötü niyet geçirme gibi eylemlerden dolayı, “Ben sana şunu şunu yaptım” diyerek muhatabından af dilemesi ve muhatabın da haklarından vazgeçip kendisini affetmesine “helâlleşme” denir. Ölüm döşeğinde, savaşa giderken, yolculuğa çıkarken istenen genel helâlleşmeler de kıymetlidir elbette. Ama ortaya çıkıp, “Ey ahâli, bana hakkınızı helâl edin!” demek, gazetelere ilân verip helâllik istemek önemli bir adım olsa da asla kesin çözüm değildir. Zira hak gaspına uğrayan herkesten, gasp edilen hakkına binâen helâllik istemek evlâdır.

Tabiî bir topluma yöneticilik yapanların, devlet adına yapılan yanlışlar için vatandaşlarından helâllik istemesi müstesna…

Tabiî, işin içine siyaset girince mağdurun hakkını helâl etmesi daha bir zorlaşır.

Aslında itikâdî bir kavramdır “helâlleşmek”. Siyaseten kullanılırsa içini doldurmak, inandırmak, sonuç almak zor olur. Kuruluşundan itibaren İslâm’la kavga hâlinde olan bir partinin, bugün helâlleşme kavramı üzerinden yürüttüğü politikanın itikâdî mi, siyâsî mi olduğu konusu ise tartışılamaz bile.

Devletler kendi tarihleri ve hatalarıyla yüzleşebilirler. Yanlışlarından dolayı mağdurlardan özür dileyebilirler. Hatta bunun karşılığını tazminat olarak ödemek zorunda da kalabilirler. Ancak bunun adı helâlleşme değil, hesaplaşmadır olsa olsa. Zira bu tür yüzleşmelerde, hak gaspına sebep olan yöneticiler de, mağdur ettikleri de hayatta değildirler genellikle. Dolayısıyla iade edilecek haklar da, ödenecek tazminatlar da failin mağdurdan helâllik almasına yetmez.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, yeni bir politik hamle ile çıktı karşımıza. Seyyid olduğu iddiasına rağmen Alevîliğinden kimsenin şüphe duymadığı, Cuma namazına bile gitmeyen, akşam ezanı okunmadan iftar sofrasında oruç açacak veya “İllâ ömür boyu (türban) takacaksın diye bir kural mı var?” diyecek kadar İslâm’dan bîhaber birinin helâlleşme telaşı enteresan geldi çoğumuza.

Peki, Kemal Bey kimden ve kim adına helâllik isteyecek acaba? Kendi adına mı, kurumsal olarak CHP adına mı?

Kendi adına helâllik isteyecekse, Deniz Baykal’dan başlaması gerekir bence; Baykal gerçekten yüz kızartıcı bir suç işlemiş olsa bile, kurulan kumpasta Kemal Bey’in dahli olmasa bile, o kumpasa basamak olduğu ve Baykal’a verdiği “Aday olmam” sözünü tutmadığı için… Daha sonra Muharrem İnce’ye gitmeli helâlleşmeye; tapulu malı gibi kullandığı genel başkanlık koltuğunu kaptırmamak için, cumhurbaşkanlığı seçiminde aldığı sonuçtan da anlaşılacağı gibi kendisinden daha büyük bir kitlenin güvenini kazanmış olan İnce’nin önüne kurduğu Çin Seddi’nden dolayı…

Sonra kendi partisinden gönderdiği ulusalcıları gezmeli teker teker, “Ben sizin, partinin aslî unsurları olduğunuzu unuttum” diyerek…

Ve en son ekran karşısına çıkıp, önce kendi seçmeninden, sonra da tüm vatandaşlardan helâllik istemeli “‘Seçilemezsem istifa ederim’ dedim, etmedim. Bir gün söylediğimi diğer gün inkâr ettim. PKK’lıları, FETÖ’cüleri hapisten kurtarma hayâlleri kurdum. Terör partisi Meclis’e girsin de AK Parti daha az güçlü olsun diye her evden HDP’ye bir oy verdirdim” diyerek.

CHP’nin kurumsal kimliği adına helâllik isteyecekse, durum biraz daha karışık tabiî. Acaba 1923’ten mi başlayacak helâlleşilecek kusurlar, CHP’yi kuran İttihatçıların Abdülhamid Han’a yaptıkları darbeye kadar mı gidecek, yoksa İnönü CHP’si mi milât olacak?

Bugün genel olarak CHP’lilerin iddiası, Atatürk’ün partisi olmaya devam ettikleri, bir kısmının ise Atatürk’ün CHP’sine geri dönme ihtiyacıdır. Sonuç olarak hepsi de 1923 CHP’sini sahiplenirler. İddiaları odur ki, Cumhuriyet’in kurucu partisidir CHP.

Birincisi, Cumhuriyet’i kuran, bir parti değil, tek kişidir. İkincisi, yeni bir devlet kurmak için eskisinin yıkılması gerekir. İşte bu yüzden, Cumhuriyet’i kuranlar, Osmanlı’yı yıkmışlardır. Tarihte defalarca karşılaştığımız, iki Türk devletinin ya da beyliğinin savaşarak birbirinin diğerini kendi sancağı altında toplamasına, böylece hâkimiyet alanını genişletmesine benzemeyen bir şekilde, var olan bir Türk devleti, aynı toprak parçası üzerinde başka bir Türk devleti kurmak için yıkılmıştır. Bunun adı darbedir. Hem de aynen 15 Temmuz’da olduğu gibi, devletinin ordusunu, mühimmatını ve parasını kullanarak yapılmış bir darbe... Zaten CHP’nin darbecilerin tarafında olma geleneği, 1909’da Abdülhamid Han’a, 1922’de Sultan Vahideddin’e karşı yapılan darbelerden gelmektedir.

İşte tam da bu yüzden, yaşadığı ilk darbe girişiminde tankların arasından geçip kahve davetine gitmiş olsa da darbelere karşı olduğunu her fırsatta dile getiren Kılıçdaroğlu, kurumsal bir helâllik isteyecekse, temsil ettiği partinin kurucularının yaptığı darbelerin mağdurlarından helâllik isteyerek başlamak zorundadır.

Sonra tüm İslâm âlemi ile kendilerini başsız bıraktığı için helâlleşmelidir. Daha sonra sırayla, Müslüman halkı ikna için anayasaya koyulmuş olan  “Türkiye Devleti’nin dini, Din-i İslâm’dır”  maddesinin kaldırılmasından dolayı, İslâm adına Sakarya’da, Dumlupınar’da, İzmir’de Yunan’la savaşırken şehit düşenlerden, gâzi olanlardan, Kur’ân-ı Kerîm’i anlayamasın, gerçek tarihi okuyamasın diye değiştirilen alfabeden dolayı 1920’den sonra doğanlardan, şapka giymediği için asılan İskilipli Atıf Hoca’dan, şapka protestoları yüzünden bombalanan Rize’den, Şeyh Said İsyanı’nın ardından iki kere sürgün edilip köyleri yakılan ailelerden helâllik istemelidir…

CHP güdümlü 1960 Darbesi’nin sonunda idam edilen Adnan Menderes’ten, Fatin Rüştü Zorlu’dan, Hasan Polatkan’dan ve ailelerinden helâllik almalıdır.

60 Darbesi’nden bugüne kadar, 61 yıl içinde toplam 2 bin 158 gün yani 6 yıldan daha az süre, hem de sadece koalisyonlar sayesinde iktidar koltuğunda oturabilmiş olan CHP, helâlleşme serüvenini 1960’la birlikte bırakabilir belki. Sonuçta tek başına icrâ mâkâmına oturmadığını savunabilir. Ancak bilinen bir gerçek var ki, Cumhuriyet’i kuran zihniyetin yetiştirdiği parti geleneği, Türkiye Cumhuriyeti’nin kılcal damarlarına kadar sızmış ve iktidar hangi partide olursa olsun, devlet aklı 80 yıl boyunca CHP zihniyetinden kurtulamamıştır. O hâlde son 61 yılın 42’sindeki eziyetlerden de CHP’yi sorumlu tutmak ve her biri için muhatabıyla helâlleşmek gerekebilir.

O hâlde birkaç paragraf önce bitirdiğimiz yerden devam edelim: “Peki, Kemal Bey kimden ve kim adına helâllik isteyecek acaba?”

Bu sorunun cevabını da yine kendisi vermiş aslında.

“28 Şubatçıların açtığı yaraları kapatıp helâlleşeceğiz. İkna odalarına sokulan başı kapalı kızlarımızla helâlleşeceğiz. Roboski ile helâlleşeceğiz. Bakın, hukuk başka, helâlleşme başka! İnsanlara devlet tazminat ödeyecek ama bir taraftan da helâlleşeceğiz. Sivas, Kahramanmaraş mağdurlarıyla helâlleşeceğiz.

Diyarbakır Hapishanesi mahkûmları ile helâlleşeceğiz. Mahalleleri gasp edilip sürülen ve mahallelerine lüks siteler dikilen Romanlarla helâlleşeceğiz. Varlık Vergileri altında inim inim inleyen azınlıklarla, 6-7 Eylül olaylarının mağdurlarıyla helâlleşeceğiz. Mahkemelerde süründürülen askerlerimiz ve aileleri ile helâlleşeceğiz. Bugün Londra’ya göç etmiş en parlak beyinlerimiz ile helâlleşeceğiz. Ali İhsan (İsmail) Korkmaz’ın ailesiyle helâlleşeceğiz. Soma ile helâlleşeceğiz.

Darbeciler tarafından, bir sağdan bir solda gencecik çocuklarımız asıldı bu ülkede; bir sağdan, bir soldan o insanlarımızla helâlleşeceğiz. 9 yaşındaki oğlu Arda Sel’i kaybeden ve mahkemelerde süründürülen Mısra Öz ile helâlleşeceğiz. Ahmet Kaya ile helâlleşeceğiz.

Helâlleşeceğiz dostlarım ve yakın bir gelecekte bir gün çocuklarımız, geçmişe baktıklarında, ‘Neler olmuş ama önümüze bakmayı bilmişiz. Helâl olsun onlara!’ diyecekler…”

Kimse de demedi ki, “Yahu, sen CHP olarak bunlardan sadece Maraş ve Sivas Olayları döneminde iktidardın! Kendi sebep olmadığın olaylardan dolayı neden özür dileyecek, ne hakla helâllik isteyeceksin?”.

Evet, Kılıçdaroğlu’nun gerçek derdi özür ve helâlleşme olsaydı, Demokrat Parti ve AK Parti dönemindeki sorunlu konuları öne çıkarmaz, Ali İsmail Korkmaz’ın adının yanında Yasin Börü’yü de anardı. 6-7 Eylül’ü lânetlerken 6-8 Ekim’i de unutmazdı. Londra’ya göç etmiş parlak beyinlerden bahsederken, naaşı bile öz vatanına sokulmayan, Mustafa Kemal’in ifadesiyle “Tarihin en dürüst yöneticisi” Sultan Vahideddin’in bitmeyen sürgününü hatırlardı. Tren kazasında hayatını kaybeden Arda Sel’in hakkını ararken, aylardır lâl olduğu ve her geçen gün üzerine bir yenisi eklenen parti teşkilâtları ve belediyelerindeki taciz ve tecavüz mağdurlarının kaybolan iffetlerini arardı.

Ama yok!

Onun derdi, ittifakı büyütmek…

O gidecek, PKK’ya gönül vermiş Kürtlerden, devletine düşman FETÖ’cülerden, memleketi satmayı âdet hâline getirmiş Ermenilerden özür dileyip helâllik isteyecek. Aklına Diyarbakır Anneleri gelmedi, gelmeyecek. “Benim partim camileri sattı, ahıra çevirdi, ezanı Arapça okumayı yasakladı, Ayasofya’yı kapattı” demeyecek ama teknik olarak sorumlu olmadığı 28 Şubat’ın ikna odalarından geçen kızlarımızdan özür dileyecek. Biz de bunu masum bir helâlleşme olarak göreceğiz, öyle mi?

Bütün yurdu dolaşacakmış bunun için. İyi Parti’den başlamış helâlleşmeye herhâlde “Bu tezkereye ‘Evet’ demek devlete ihanettir” diyerek hain ilân ettiği ortağını biraz yumuşatmak için... Sonra da Edirne’ye gidecektir muhtemelen hâlâ cezaevinden kurtaramadığı kankası Selo ile helâlleşmek için… Oradan da ver elini Silivri’deki Kavala!

Cumhurbaşkanı Erdoğan, kendi iktidarındaki somut olaylar için beşerî ve itikâdî sebeplerle vatandaşından helâllik istediğinde, “Helâlleşme olayı sadece insanları avutmak, duygularını sömürmek amacıyla yapılan beyhude bir çabadır” diyen Kılıçdaroğlu, kendi olayını nasıl izah edecek dersiniz?

Amacı anlamak isteyen sonuca baksın o hâlde. Helâlleşme lâfı çıktığından beri, dışarıdan FETÖ tayfası, içeride ise Ahmet Türk’ünden Demirtaş’ına PKK tayfası sahiplendi bu işi. Yalnız yine de Kılıçdaroğlu için en büyük tehlike, CHP’nin içinde! Linç kapıda, demedi demeyin…