Her veda tarih yazdırır

Bir yiğidin sılasından gidişi ise anaların, eşlerin ve çocukların gönlünde devleşir. Her gidişin kendince bir öyküsü vardır ama her gidişin aşkı olmayabilir. İnsan her gidişte yakılan bir ağıt dinledi ve her gidişin bir diğerinden farklı olduğunu da yaşadıkça öğrendi.

GİTMEK, gelmekten daha ağır sonuçların kavramı. Gitmelerin hüzünlerinin gelmelerin sevinçlerini her zaman gölgede bıraktığı bilinir. Benim gitmelerle yüzleşmem daha çocuk yaşta başlamıştı; gelmelerle de… Önce babamın gurbete gidişiyle başlamış, sonra da en sevdiklerimden ninem ve dayımın ebediyete gidişleriyle devam etmişti. Beklemelerin gitmelerden çok daha zor olduğunu ise hayatın akışında öğrendim. Ve anladım ki, her gitme gelmeye gebe olmadığı gibi, her kalma veya bekleme de ebedî saadet kaynağı değildir.

Gitmek bir kader, bir yazgı... Hem öyle bir kader ki, gelişi bile bir gidiş aslında. Dünyaya gelişle başlayan bu süreç, dünyada kalış ve dünyadan gidişle tamamlanır. Sonraki tüm yaşam aktiviteleri bu süreç içinde dalgalanır. Bazen düşünülür “Tüm bu yaşananlar bir gelişin doğal sonucu mudur, yoksa gidileceği için mi yapılır?” diye. Aslında her gelişte gidişin kodları saklıdır. Gelmesi gitmek olan her şeyin doğası, eylemlerin hakikatini ima eder daima.

Âdem ile başlar insanlığın geliş tarihi ve yine Âdem ile başlamıştır gidişlerin tarihi. Bu tarihi süreçte yaşanmıştır gelmelerin, kalmaların ve gitmelerin binbir hâli. Gitmek, bazen yol almaktır. İnsan giderek birçok şeyin hazinesine ulaşabilir.

Bütün gitmeler hüzün değildir. Bazı gitmeler hüzün olsa da sonuçlarında çok güzel kazanımlar olabilir. Meselâ, insan giderek tarihi, medeniyeti, bilimi inşâ etmiştir, etmektedir. Giderek kendini bulma ihtimâli olan insanı en çok yoran gidiş ise, yüreği ile aklı arasındaki yolculuğudur. Bütün gitmelere kayıp olarak bakmak yanlıştır. Gitmekle kendini geliştiren ve gerçekleştiren insanlar vardır. Zira insanın durarak kendini bulması çok defa imkân dışıdır. En azından kendimizden kendimize yol alarak da çok iş yapılmış olur. Gidişlerde Leyla da bulunur, Mecnun da. Dost da kazanılır, düşman da…

Rızık da gitmelere bağlıdır. Her bir bilimsel buluş, insanın gitmelerinin farklı bir sonucudur. Bu şekilde anlaşılabilir gitmek ile bulmak arasındaki yakın ilişki. Hatta insan bazen sevdasını da giderek bulabilir. Gitmeden hiçbir hazinenin kapısına varılamaz ve menzillerin ufku aşılamaz asla. Sanki her şey o ufukların arkasında saklıdır ve insanın ona gitmesini beklemektedir adeta. Gitmek yoksa hayat yok gibi hissedilir zaman zaman. Belki de insanın yaratılış fıtratı gitmek üzeredir. Bulmak için gitmenin zorluğunu sevda belleyen de insandır. Hatta bulduğuyla yetinemeyip yeni ufuklara yelken açan da…

İnsan her zaman gidendir. Ama nasıl bir giden? Giderken bir yazgıyı ören insan, aynı anda binbir hâlini de ayan edendir. Giderken okunur duygusal şiirler. Ayrılık türküleri daha çok gidişlerde çağrılır ve en hüzünlü şarkılar gidişlerin sonucundadır. Giderken okunanlar, ağır bir hüzün bırakır anıların üzerine; sevinçlerini, umutlarını, sevdalarını, kırgınlıklarını… Hayâllerini rüzgâr kılar, yangınıyla büyütür gidişlerini insan. Her gidişin bir izi kalır dokunduğu ve okunduğu hayatlarda. Gözlerin izi kalır gözlerin ziyasında… Baktığında gördüğü, hayatından gidenlerdir çok defa. Şiirleri, türküleri, şarkıları, mektupları, yüzü, gözü, kalp atışları, aklının uçuşları… İzler kalır işte izler! Silinenebilir izler, silinemeyen izler… Anıların küfü, pası, parıltısı… İnsan bu, hep giderken söyler en son sözünü; son manisini okur, son cümlesini söyler en kısık sesiyle. Bütün sözlerini bir cümleye sıkıştırır. Aslında insan bir bakıma da budur; hep konuşan ve hep yazan... Giderken de konuşur ve yazar, beklerken de. Bütün özlemlerini bir bakışa hapseder. Şayet gitmeye mecali yoksa, adım dahi atamıyorsa, elini kaldıramıyorsa, gözlerinin feri sönmüşse, son fısıltı yapışır titreyen dudaklarına ve sönük bakışlarına. İşte gidişin en son adımı da budur! Gözlerin ışığı söner, son nefes verilir. İnsanın bu gidişi, kendine ördüğü yazgısına gidiş için en son eylemidir. Belki kendine yaptığı en güzel iyilik de budur.

Bir şekilde gider insan. Öyle ki, tarih onun arkasından yürür. Sanki her şey insanın yürüyüşüne bakar; gitmenin kendisi de… Her gidiş farklı bir mutluluk ve farklı bir umut demek değildir aslında. Bu noktada, kimin kimden hangi şartlarda gittiği ve kalanın ne yaşadığı ayrı bir husustur daima. Her şeyi arkada bırakarak gitmek; sevgiyi, anıları, dostları… Bu tür gidişler güle oynaya değildir ve her bir gidiş, bir yerlerde bırakılan hüzünler demetidir.

Bazen de güle oynaya gider insan; gönlünce, aklıyla ve hiç takılmadan… İçtenlikle vedalaşarak dualarla gider insan binbir umutlarla. Askere gider gibi, sevdiğine gider gibi; farklı coğrafyalara ve farklı kültürlere akar insan. İnsan imkânsızlıklardan da gider. Görür, bilir, hisseder, duyar ve gider. Zira gitmenin zorunlu hâlleri ağır basar. Ayakları geri geri gitse de yine gider. İnsan umutlarını, hayâllerine katık yaparak bir yola girer ve o şekilde yaşamayı tercih eder kendine. Kimi zaman da kaçarcasına gider insan. Arkasına bakmaya fırsat dahi bulamadan gider ama gözü, yüreği, aklı hep ayrıldığı yerde kalır. Belki başı dik gider ama gönlü o kadar mutmain olmayabilir.

İnsan daha çok iki türlü gider aslında; aklı ve yüreği ile… Bazen gittiğinde kendini bulur, bazen de kaybolur ve ölür insan. Öyle gidişler vardır ki yüzü kızarır, başı öne düşer ve o an bitmiştir insan.

Belki de hayat, tüm gidişlerin vektörel toplamıdır bir bakıma. Ya da hayâllerin yalın bir izdüşümünden ibarettir. İnsan insana tanıktır aynı zamanda. İnsanlar insanların hayatlarından gidişlere tanıktır. Birçok gidişler gülüşlerle izlendi ve birçok gidişlere günlerce gözyaşı döküldü. Ama her gidişte insan, kendini bir bilge gibi hisseder kendi içinde. Yoksa o gidişlerden sonra nasıl tutunabilir ki hayatın kaygan ipine? Hangi gidişlere şahitlik edilmedi ki? Hangi gidişler uzaktan veya yakından izlenmedi ki? Örneğin insanlık en büyük gidiş olarak Peygamberlerin gidişine şahit oldu ve izledi. Ve sonra da o gidişlerin büyük fetihlere gebe olduğunu gördü. Gidişiyle bayraklaşan insanlar aslında hiç gitmemişlerdir. Bunun iki iklimi vardır; biri dünya, diğeri de gönül… Onların gidişleri öyle bir gidiş olur ki, emanetleri kıtaları sarar. Bu anlamda insan, gittiği yerde sürekli kalandır.

Gitmek mi, kalmak mı?

Ayrıca bir gidiş daha var ki, o da öz yurdundan gidiştir. Buna “sürgün” de denir. Tarih bu sürgünleri yaşatan diktatörlerin nasıl gittiklerinin kaydıyla doludur; Firavun gibi, Nemrut gibi veya çağdaşları gibi... Bir yiğidin sılasından gidişi ise anaların, eşlerin ve çocukların gönlünde devleşir. Her gidişin kendince bir öyküsü vardır ama her gidişin aşkı olmayabilir. İnsan her gidişte yakılan bir ağıt dinledi ve her gidişin bir diğerinden farklı olduğunu da yaşadıkça öğrendi.

İnsan bazen gitmez, gidemez, gitmek istemez. O zaman ona düşen beklemektir. Orada kalır ve zamanın döngüsünde kendi ekseni etrafında döner. Aslında kalmak da, beklemek de gitmek gibi kadim bir eylem. İnsanların ve toplumların bir tür yazgısı gibi. Hayat serüveninde hiç beklenmeyen bir şey yoktur. Bir bakıma beklemek, özel bir ritüeldir. Sabır ister, sancılıdır, zordur, meşakkatlidir. Ama başka çare yoksa, yegâne çare beklemek yani kalmaktır. Zira hayat çok defa kendini kalmakla var eder. Denebilir ki, hayat ne kadar ötelenmeyse, bir o kadar da beklemektir.

Bir yünüyle durmaktır beklemek. Orada öylesine donup her şeyiyle kalmaktır. Rüzgârın etkisiyle savrulmak veya kızgın güneşte üşümektir. Ya da beklemek, vurdumduymazlık, büyük rahatlık, gamsızlıktır. Aymazlıktır, tepkisizliktir, boş bakışlardır. Bu bekleyişin dışarıdan görüntüsü ise çok berbattır. Bu durumda olmak, gitmeyi gerektiren en acil eylemdir.

Bir başka yönüyle de büyük bir çabadır kalmak. Bir denklemin içindeki sabit parametre gibidir; o olmadan çözüm olmayacaktır. Beklemenin coğrafyasında ümit etme, umudu sürekli besleme vardır. Bir hayâldir yerine göre; düştür ve ummaktır. Belki de bir büyük buluşmaya kapı aralamaktır beklemek. İnsan sevdiğini bekler, onun şartlarının olumsuzluklarından yorulmaz. İnsan hep bekler; babasını, annesini, çocuklarını, işini, vatanını… Dostlarını da bekler insan kavrulmuş toprağın suyu beklediği gibi. Belki de herkes herkesi bekliyordur içindeki binbir umutla. Çünkü beklemek, başarmanın kapısını zorlayan yegâne etmen de olabilir. Bir murattır, bir ideal ve inanmışlıktır; bir amaca ve bir maksada matuftur, ama inat değildir asla. Sabır ve sebat boyutunda oldukça aktif bir eylemselliktir beklemek.

Hazır olmaktır beklemek. Yâren ile yoldaşlık için yol hazırlığını her şekilde plânlamaktır. Yol gözlemek yani yollar aramak, çare olmak, derman olmak, durmak, düşünmek, birikmek, biriktirmektir. Öyle ki, olgunlaşmanın, dengeli olabilmenin bir başka adıdır beklemek. Her gidiş sefa olmadığı gibi, her beklemek de cefa değildir asla. Unutulmamalıdır ki, gidişlerin birçoğu kendi zindanlarında çürümüşlük ve başarısızlık serüveniyle doludur. Buna karşılık beklemek, her zaman pasiflik olmayacağı gibi, birçok şeyden de geriye kalmak değildir asla.  

Beklemeyi en anlamlı kılan hususlardan biri de beklenenin niteliğidir. Bu, insanın tüm uzuvlarıyla yüreğine aktardığı pozitif enerjidir. Bu anlamda insanlık tarihi bekleyenlerle doldur. Kim kimi niçin bekler, kalp bu bekleme odaklarında ne hisseder ve bu hissiyatları nasıl ifade eder? İnsan daha çok sevdiklerinden müjde bekler. Bir haber bekler, bazen bir söz… Öyle ki, onu duymak için yıllarını verir hiç umursamadan. Bir yerde yer edebilmenin, bir işe yaramanın, bir şeye ulaşmanın umuduyla yıllarca bekler. Öyle ki, yaşam ile insanın, varlık ile yokluğun, düş ile dâvânın, yara ile merhemin, sevgiliyle vuslatın buluştuğu yegâne iklimdir beklemek. Böylesi bir umuttur insanı gitmekten alıkoyan çok defa.

Bazen de küçük hacimli beklentiler olduğu gibi çok büyük hacimli beklentiler de vardır. Meselâ insanlık tarihini yeniden yazdıran Peygamberlerin ayetleri beklemeleri gibi… Zira onlar köklü değişimlerin başlangıçlarıdır. Yeni sayfaların açılması içindir o bekleyişler. Bunun yanında daha küçük sayılabilecek bir bekleyiş ise sılaya ulaşan mektuplardır. Mektup beklemenin bekleyende meydana getirdiği tüm etkileri yakînen yaşamış biri olarak, o sevinci, hep bir bayram sevincine eşdeğer görmüşümdür. Ta o zaman anlamıştım beklemenin büyük sabırlar isteyen bir mutluluk olduğunu. Ama bunun bir yazgım olabileceğini hiç düşünmemiştim.

Farklı bir bekleyiş de insanın sevdiğini beklemesidir; ondan bir haber, bir mesaj, bir telefon gibi... Sanırım günümüz insanının en çok beklediği de bu olsa gerek. Ya da umulan bir yerden davet beklemek ve oraya ait üst düzey plânlar yapmak… Tüm bunlar bir insanın hayatında, rutinlerine nefes olan, ona ufuk ve yollar açan beklemelerdir.

Sonuç olarak herkes bir yerde, bir zamanlar bir şeyler beklemiştir. En çok beklenen ise naiflik, nezaket, anlayış ve saygı olmuştur daima. İnsan gittiği kadar bekleyen ve ümit eden bir yapıdadır. Belki de beklemenin tam olarak adı umudun ta kendisidir. Buluşmanın, vuslatın sabır olmasıdır. Ve bereketle dualara yüz sürmenin bir başka adıdır beklemek. Ama beklemek, sevgiyle yeşerttiği bahçede kendini kurutmak değildir asla. Gidenin huzuru ve kusuru olabileceği gibi, kalanın da huzuru ve kusuru olabilir daima. Zira insan bu, ne arasan o bulunur, neyi ararsan onu bulursun çok defa…