“Her şeyi bilmene gerek yok, hâddini bil, yeter!”

Azerbaycan’ın yiğit gençleri gönüllü olarak askere gidiyor. Düğüne gider gibi keyifle, heyecanla… Kimi “Karabağ’ı alıp geri döneceğiz inşallah” diyor, kimi de “Şehit olmaya gidiyoruz” deyip gönlümüzün en ince telini titretiyor. Darısı kimin başına? Kıbrıs’ın, Keşmir’in, Kırım’ın…

ÇEYREK asırdan fazla zaman geçti, Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki meselede bir milim ilerleme kaydedilemedi.

Aksine çözümsüzlükten yana tavrını devam ettiren Ermenistan’ın arsızlığı, yüzsüzlüğü, saldırganlığı her gün biraz daha arttı.

26 yıl öncesinde yaşananlar daha dün gibi hâfızalarda.

Dağlık Karabağ işgal altında…

Verilen şehitler, yaralananlar ve evini barkını terk etmek zorunda kalanlar…

Tek kelimeyle “soykırım”!

Bütün dünya böyle olduğunu görüyor, biliyor ve kabul ediyor. Ancak sıra çözüm için çaba harcamaya gelince, herkes yan çiziyor.

Yıllar öncesinden Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun bir açıklamasını hatırlamakta fayda var.

Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki sorunun acilen çözülmesi gerektiğini söyleyen Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, “Minsk üçlüsü ne işe yarıyor? Bugün Rusya ve ABD, Fransa ile bu sorunu çözmek istesin, bir hafta içinde bu sorun çözülür” dedi.

Sanki bugün söylenmiş gibi...

Hâlbuki beş buçuk yıl öncesine ait!

Nedir Minsk üçlüsü?

ABD, Fransa ve Rusya’nın eş başkanlığını yürüttüğü AGİT bünyesinde kurulan bir oluşum.

Kısaca “AGİT” dediğimiz, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilâtı...

Nasıl da havalı bir ismi var!

İşleve gelince, sıfır!

İçinde Beyaz Rusya, Almanya, İtalya, Portekiz, Hollanda, İsveç, Finlandiya ve Türkiye yer alıyor.

Sorunun tarafları olan Azerbaycan ve Ermenistan da üye…

Yapılan görüşmelerin bugüne kadar zerre ölçeğinde bile çözüm üretemediği ortada.

Çavuşoğlu’nun dediği gibi, Rusya, ABD ve Fransa çözmek isteseydi, bugüne kadar uzamazdı.

Minsk üçlüsünün sinek üçlüsü kadar etkisi yok.

Tek çözüm, bilek gücü.

Anladıkları dilden konuşmak…

İşte 27 Eylül sabahı Azerbaycan, o dilden konuşmaya başladı!

Yine sivillere saldıran Ermenistan’a lâyıkıyla cevap verdi.

Bir anda uykudan uyanarak “Geldik mi?” diye sorup da minibüste bulunanları güldüren yolcu gibi davrananlar oldu.

Hemen “Savaşa hayır” diyenleri gördük.

“Allah lâyığınızı versin” dedik.

Ermenistan saldırırken, çoluk çocuk, genç yaşlı demeden öldürürken sesi çıkmayanlar, Azerbaycan hakkını aramaya başlayınca birdenbire savaş karşıtı, hümanist kesildiler.

Misnk Grubu değil, Miskinler Grubu.

BM ise BM değil, BM.

Böyle yazınca çok kapalı kalıyor. O hâlde açalım.

Birleşmiş Milletler değil, “Birleşmemiş Milletler”…

Güvenlik Teşkilâtı ise mazlumun yanında değil, zâlimden yana.

Saldıranın haklarını korumak için uğraşanları görünce, başka türlü izah etmek görünmüyor.

Beri yanda ise saldırılan taraf acı içinde kıvranıyor, kanı akmaya devam ediyor.

“Azerbaycan yıllar önce böyle bir hareket yapmalıydı” diye aklımızdan geçse de şartların olgunlaşması için bazen büyük sabır göstermek gerekir.

Devlet yönetmek, pek çok açıdan değerlendirme yapmayı mecbur kılar.

Bugünkü Türkiye o gün olsaydı, Azerbaycan bir saat içinde gerektiği gibi cevap verirdi. Fakat 26 sene önceki Türkiye, kendi yağıyla bile kavrulmayı başaramıyordu. Ne sıkıntılı günler yaşadığımızı unutmadık.

Ermenistan, zavallılığını kapatmak için bize ait savaş uçağı düşürdüğüne dair (yoksa tersi miydi) yalan haber yaymaya çalıştı, beceremedi. 

Çabucak yalan söylediği ortaya çıktı.

İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un ifadesiyle, “ucuzluk”!

Ardından, Azerbaycan’a ait savaş uçağı düşürdüğünü ilân etti.

O da fos!

Hem öyle bir yalan ki dünyaya rezil oldular.

Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Azerbaycan’ın elinde o uçaklardan bulunmadığını açıkladı.

Azerbaycan ordusunun envanterinde F-16 yok.

Yahu bir çocuk bile, yalan söylerken iki dakika ayırıp araştırır, elinde bulunan uçaklardan birini söyler. Kafa bu kadar bile çalışmazken, enine boyuna bakmadan saldırmaya kalkıyorlar.

Bir kamyon arkasında bu sabah gördüğüm yazı, tam onlara göre:

“Her şeyi bilmene gerek yok, hâddini bil, yeter!”

O kamyoncunun muhatabı kimdi belli değil ama burada bizim muhatabımız Ermenistan.

Ermenistan hem hâddini bilmiyor, hem de çirkeflikten vazgeçmiyor.

Akıllarınca kendilerini üstün göstermek, güçlü olduklarını söylemek istiyorlar ama beceremiyorlar.

Yalancının mumu artık yatsıya kadar bile dayanmıyor.

“Ermenistan küçücük bir devlet. Neyine güveniyor?” diye merakını dile getirenlere rastladık.

Güvendiği dağlar vardı elbette. Büyük, güçlüydüler. Her zaman yanlarında olacaklarını sanıyorlardı ama bazen durum değişebiliyor. Burada gördüğümüz gibi…

*

Ermenistan bugünlerde asker bulmakta zorlanıyor.

Diasporadan destek bulmaya çalışıyor, Rusya’daki Ermeni gençleri çağırıyor.

Bütün dünyadakileri de toplasa fark etmez.

Bir hususa dikkat çekelim.

Aylar öncesinden, yüzlerce PKK’lının bölgeye geldiğini yeri gelmişken kaydetmek gerekir.

Turistik bir ziyaret olmadığı malûm.

Ticâret maksadıyla da gelmiş olamazlar.

İnsanın kafası karışıyor; acaba niye?

Ermenistan’a yardım eden başkaları var ve onları da anmak zorundayız.

“İran” desek…

“Ermenistan ile” desek…

“Anlaşma yapmış” diye eklesek…

Yeterince açık olur mu?

Aras nehri üzerinde köprüler kurmuş, silah sevkiyatı yapmış.

Bu haberi duyunca inanmakta zorlanacak ve “Yok artık!” diyecek birini tanıyor musunuz?

Dünden beri düşünüyorum, öyle biri aklıma gelmedi.

Hiç kimse için sürpriz değil.

Acaba neden?

İşte bunun sebeplerini düşünmeli ve doğu komşumuzun batı komşumuzdan farkını bulmalıyız.

*

TBMM’de alınan ortak karar ülkemiz adına memnuniyet vericiydi.

O karar metninin altında dört parti yetkilisinin imzası yer alıyordu.

Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, o partilere teşekkür etti.

Biz de bu milletin birer ferdi olarak, kendi teşekkürlerimizi sunabiliriz.

Yalnız, arada kaynamasın…

Meclis’te bir parti daha yok muydu?

Neydi o?

İmza atmayan, adı geçmeyen, kimsenin de “Niye yok?” diye kafaya takmadığı…

Dahası, imza atmış olsa pek çoğumuzun hayrete düşeceği…

Ne kadar garip bir hâldir bu!

Ne sebze haline benziyor, ne balık haline.

*

Karabağ çok uzun zamandır kanayan bir yara ve bunun sanatta yansıması epeyce zayıf oldu bizde.

Bir iki tane değil, pek çok filmi yapılabilirdi, romanı yazılabilirdi. Olmadı. İlgi meselesi…

Yalnız bir kişi vardı, “Karabağ’da talan var” diyerek şarkısını yaptı.

O yiğit, Cem Karaca idi. Rahmetle anıyorum.

“Karabağ’da talan var

Ak gerdana saldıran var

Demirsen durun gedim

Gözü yolda kalan var”

Şeyh Ahmet Yesevi’nin yaktığı ateş

Ateş değil sanki şerbet, iç dolu dolu

Binbir nakış söyler yerde kilimler

Atayurttan Balkan’a ille Anadolu, ille Anadolu

Bu asla bir Turan değil, muhteşem bir tufandır

Kavuşan elâlem değil, Can ile Canan’dır

Şimdi türkü söylemenin işte tam zamanıdır

İki gözüm, bu işin yok sağı solu, yok sağı solu…”

*

Cem Karaca’nın annesi Ermeni idi, babası Türk. Bunu da not edelim.

Dışişleri Bakanımızın açıklamasından üç cümleyi daha hatırlatmak isterim. Şöyle söylüyordu o konuşmasında:

“Elbette her zaman kardeş Azerbaycan’ın yanındayız. Ne zaman, hangi konuda bize ihtiyaç duyarsa, biz Azerbaycan’ın yanındayız. Osmanlı, yıkılırken bile, ‘Ben yıkılıyorum ama hiç olmazsa kardeşimiz yaşasın’ diyerek Kafkas İslâm Ordusunu Azerbaycan’a göndermiştir. En zor günlerimizde bile biz kardeş Azerbaycan’ın yanında olduk.”

Durum tam olarak budur! Dün de, bugün de, yarın da…

Çavuşoğlu’nun bugünkü sözü de aynı şekilde: “Bu sorun bu defa kökten çözülecek. Ermenistan, işgal ettiği topraklardan çekilecek.”

Bize ihtiyaç duyanın her zaman yanında yer alırız.

Şimdi şükürler olsun, Karabağ’daki talan bitecek.

Azerbaycan’ın yiğit gençleri gönüllü olarak askere gidiyor.

Düğüne gider gibi keyifle, heyecanla…

Kimi “Karabağ’ı alıp geri döneceğiz inşallah” diyor, kimi de “Şehit olmaya gidiyoruz” deyip gönlümüzün en ince telini titretiyor.

Darısı kimin başına?

Kıbrıs’ın, Keşmir’in, Kırım’ın…