
BİZİ serimsiz sahnelerde anlatımdan düşüren bir denge yitimi bu. Her şeyi bilmek, çok bilmek ve yanılmamak! Aslında hiçbiri ontolojik bir açılıma haiz değil. “Her şeyi bilmek” yer altı çöpüdür, “çok bilmek” bilgelikten ayrıştırılmış bir anlam düşüklüğüdür ve “yanılmamak”, kaideye başkaldıran bütün istisnaların meclisinde bile yoklamaya giremeyecek kadar yoktur. Netice itibarıyla bütün bu negatif çözümlü denklemler, cemiyetlerin kakafonik cızırtısı, akordu bozuk enstrümanlardan müteşekkil bir orkestranın ahenk katili orkestrası, maden ocağına yamanmış çürük güller bahçesi kadar absürt, anakronik, yazık ve eyvahtır.
Her konuda kelâm etme gayretini besleyen adres şaşkını hormonlar mıdır yoksa anlamı buzul çağdan devşirilmiş özgür şahsiyetler modellemesinin dayatıldığı bu çarpık devrin yapay mahsulü müdür, bilinmez ama her ne ise insanı bu yokuş aşağı koşuşlara ve uçurum kenarı uykulara fikrimizi zorbalayan hakikat, ya sebebi saptayıp ortadan kaldırmalı ya da hiçbir neden-sonuç problemine rakam harcamadan sayfayı değil, defteri yırtıp atmalı. Aksi hâlde her şeyi bilmenin çürük meyve kokusunda bütün hafızamızı aldanışa teslim edecek ve doğruyu saptamaya, hakkı ve bâtılı ayırmaya bu raddede muhtaç olan varlığımızı çarpık düşünceler girdabında hiç edeceğiz. Ve korkarım bize, bizi muteber kılan millî ve toplumsal asma köprülerimize, bizi güzel ve latif bir surete ve sirete bürüyecek bütün değer yargılarımıza son derece yazık olacak!
Oysa her şeyi bilmemek, tam bir kemalattır. Tam zıddında, bütün bilgi, görüş ve fikirlere sahip olduğu zannı ise kişinin narsist duygu durumudur. Öz benliğe duyulan şuursuz hayranlık ve aşk benzeri bir hisleniş, zihnin her mevzuda toplum ötesi, akıl üstü ve yetkin bir bilgi ve fikre sahip olduğu hilesini fısıldar. İşte bu fısıltı, insanın kendi iç dünyasında cereyan eden bir entrikadır. Narsist beyin ile öz varlığa müptela kalbin imece usulü gerçekleştirdiği bu desiseli organizasyon, bireyin kendine baktığı zaviyeyi son derece şatafatlı bir malikaneye benzetse de dışarıdan izleyen misafir göz bebekleri için bu sahne, son derece ironik, mizahi ve daha da fazlasıyla acınası bir kimlik bunalımıdır.
Bilmek müspet fiilini bir bütün kabul etsek, bu bütünü eşit ve saygın parçalara ayırsak bütün parçaları iki makulede toplasak; birinci kategori bilmemek adlı pasajlardan, ikinci topluluk ise bilmediğini bilmek sıfatlı nitelikli limelerden oluşacaktır. Bilmemek ve bilmediğini bilmek adlı moleküller bir araya geldiğinde ise muhteşem bir armoni ve biçim verilmiş bütüne ulaşmak mümkün. Bu kusursuz bir proporsiyondur. Bütün bilmelerin de şahikasıdır. Zira her şeyi bilmeyen ve her şeyi bilmediğini, bilemeyeceğini bilen insan kadar bilgesi kâinat unsurları içinde kodlanmamıştır. Ki insan cisminin batınında ya da zahirinde de böyle sınırsız bir bilme kabiliyeti bulunmamakla, bu kötü amaçlı yazılımı organizmaya bulaştıran zihin üretiminin kişinin el yapımı olduğu da muhakkaktır. Belki de çağın, kılcal damarlara kadar zerk ettiği bireysellik, özgürlük, kendini gerçekleştirme, kendini sevme gibi pozitif sloganlarının alt başlıklarında büyük çatışmalar yaşanmakta ve insanın kendi benliğinde vuku bulan tüm bu savaş meydanları kişiyi ölçüsüz, hudutsuz bir benlik sarhoşluğuna düşürmektedir. Hiç kendinin düşüşünü karşıdan izleyen bir çift gözün, elsiz, kolsuz ve tepkisiz bir seyredişle bu sürece müdahil olmayacağı düşünülebilir mi? Ama ne yazık ki kimlikten ve anlamdan düşen insan, kendini zevk ve temaşa ile izlerken düşüşün sonundaki yıkıma dair en ufak bir ön seziye dahi sahip olamıyor. Öyleyse bu, renkleri ve biçimleri algılayabilenlerin, nitelikteki çarpıklığı gözün kör noktasına teslim ettiği bir maraz değil midir? Cisimlerin konturları, kıvrımları, renk ve dokuları, kavisleri ve çöküntüleri net bir şekilde görme eyleminin süjesiyken, anlamca ve lügatçe birbirini geçersiz kılan bu çelişki, görme eylemini değil, sezgi ve algı gibi göz ötesi görüşleri bile altüst edebiliyor. Kendini görebilmek erdemi de kendini bilmenin ve bilmediğini bilmenin yola çıkış bileti olsa gerek. Ya da en azından kıyıdan ayrılış izninin belgesi, hiç değilse zihinden ayaklara aktarılan bir gidiş buyruğu…
Her kelimenin ansiklopedik izahını bilgi istifinde bulamayabilirsin. Bu kelimeleri ve kelimelerin sahibini uzak kıyılara ulaştırırken seni akıntıya teslim eden bir taarruz değildir. Bu, karşı kıyılara ulaşmada birkaç enstrüman daha edinmen gerektiğini söyleyen bir dost hitabıdır en fazla. Ya da bulunduğun toprak parçasının da en az karşı kıyının toprağındaki mineraller kadar verimli ve zengin olabileceği müjdesini duyman gerektiğinin delilidir. Zira illâ herkes bir kıyıdan bir kıyıya gitmekle mükellef değildir ama her varlık, bastığı toprağı incitmemekle, ona gereken hürmeti ve sevgiyi sunmakla yükümlüdür.
Her şeyi bilenlerden teşkilatlanmış bu tiyatro sahnesinde seyirciyi güldüren bir komedi içermediğimiz gibi, hüzne davetkâr bir trajedi ya da gerçek hayattan uyarlama bir kesit bile olmadığımız aşikârdır. Bu bilge(!) vaziyetimizle ne güldürebiliyor ne öğretebiliyoruz. Ne kalpler üzerine saadet tozları serpiştiriyor ne de bilginin esrarlı kapılarını aralayabiliyoruz. Biz sadece her şeyi bilmenin yol açtığı bir bilgisizlik ve cehalet yumağı içinde gitgide karışıyor, anlamsızlaşıyor ve hakikati kaybediyoruz. Öyle bir biliyoruz ki her şeyi, bir şeyi hakkıyla bilenlerin delilli, deneyime dayalı ve bilimsel vasıflı veri aktarımını zihnimize indirecek alan bırakmamışız. Sanırım çöp bilgilerden ve fiyakalı bilgiçliklerden tıka basa doldurulmuş belleği temizleme ve hakiki bilgiye, bizi doğru menzillere eriştirecek ön görülere alan açma zamanımız çoktan geldi.