“BAZI
kitaplar vardır, sizinle konuşur. Okumaya başlayınca fark edersiniz.
Arkadaşınız olurlar. Ara sıra evde dolaşırken karşılaşır, sayfalarını koklar,
karıştırırsınız. Ya çok iyi kitaptır, içten, sakin ve bilgedir ya da
hayatınızın en zor, en ihtiyaç duyduğunuz döneminde karşınıza çıkmıştır. Elinize
aldınız mı, gülümsersiniz. Herkese anlatırsınız kitap onlarca yıl yaşasın diye.
Çünkü kitapların da ömrü var insanlar gibi. Çok az kitap sonsuza dek yaşar. Ömrü,
sizin ona ayırdığınız vakittir.”[i]
“Köydeki eski, küçük
bir binayı temizleyip badana yaparlar. Bağışlar yardımıyla dolaplar, masalar
koyarlar binaya. 1958 yılı geldiğinde Türkiye’nin ilk köy kütüphanesi, Ürgüp’ün
Karain köyünde açılır. Daha sonra yakındaki köyler de örnek alıp kütüphaneler
açarlar. Ürgüp’ün köyleri kütüphane dolmaya başlar.”[ii]
Yukarıdaki satırlar bir
kişisel gelişim kitabından. Fakat öyle hâlen piyasada rağbet gören, kapital
sistemin iğrençliklerini bize başarıymış gibi gösteren kitaplardan değil bu
kitap. Bu kitap, aslında bir sevgi kitabı. Batı’nın tersine, bizim olan, özümüz
olan yanlarımızı yeniden fark etmenizi sağlayan bir kitap: Ahmet Şerif
İzgören’den “Süpermen Türk Olsaydı Pelerinini Annesi Bağlardı”…
Her insan doğar, büyür
ve zamanı gelince göçüp gider şu fâni dünyadan. Fakat herkes gerçekten yaşar mı
hayatı? “Yaşamak” dediğimiz, sadece nefes alıp vermek, yemek, içmek, eğlenmek,
üzülmekten, uyumak ve uyanmaktan mı ibarettir? Ya da her insan gerçekten uyanır
mı?
Benim annem, hayatında
hiç okula gitmemiş. On bir kardeşin en büyüğü… Kendini bildi bileli bir
şeylerin sorumluluğu var omuzlarında. İlk çocuk olmanın getirdiği zorlukları
yaşamış hep. Okula gönderilmemesi de bu zorluklardan biri. Biz ilkokula
giderken harfleri öğrettik önce kendisine, sonra hece hece okumaya başladı,
daha sonra kelime kelime… Şimdi uzun kelimeleri yine hecelese de çok daha
rahat, çok daha hızlı okuyabiliyor öncesine göre. Akşamları düzenlenen Anne Okulları’yla
devam etti öğrenmeye; birinci sınıfı bu şekilde bitirdikten sonra Halk Eğitim
Merkezi’nde ikinci sınıfı “sınıfının birincisi” olarak tamamladı. Sonraki
dönemde üçüncü sınıfa devam edecek kendisinden başka anne olmadığı için sınıf
açılmadı, devam edemedi. Bırakmadı ama annem. Okumayı ilerlettiği zamanların
başında Bremen Mızıkacıları’nı okuyup bitirmişti. Gözlerinin içi gülüyordu
kitaptaki hayvanların yaptıklarını anlatırken. Şimdi her ay benim bu yazılarımı
okuyor başından sonuna kadar Kültür Ajanda’da.
Velhasıl, okumakla
yaşamaya başlıyor insan. Öğrendikçe gelişiyor. Öğrendikçe seviyor hayatı,
insanları, dünyayı. Sevdikçe yaptığı şeyi en güzel şekilde yapıyor. Ve sevdikçe
iyi oluyor insan. “İyi insanlardan oluyor”!
Bilmezlik öyle mi oysa?
Bilmezliğin getirdiği karanlıkta insan bilmediğini de bilmiyor; bilmiyor da ha
bire bildiğini diretiyor. Ve bilmeyince düşman oluyor insan. Sevmeyi unutuyor.
Oysa her şey sevmekle başlıyor şu hayatta. Hiçbir şeyi, hiç kimseyi sevemiyorsanız,
kitapları sevin! Onlar size her şeyi sevmesini öğreteceklerdir.
İnsan olmamızın
gâyesini kaybedince, insan olmanın özünü de kaybediyoruz. Her şeyden yakınan,
sisteme köle bir mankurt olup çıkıveriyoruz farkına varmadan. İyi yanımız ölüp
gidiyor. Dilencilere tiksintiyle bakıyoruz. İhtiyaç sahibini görmezden
geliyoruz. Hep biriktirmeye bakıyoruz. Daha çoğuna sahip olunca mutlu olduğumuzu
zannediyoruz. Öyle miydi gerçekten? Mutlu oluyor muyduk daha fazlasına sahip
olunca? Yoksa soğuk, içindeki açlık ve ihtiras yüzüne yansımış biri hâline mi
geliyorduk?
Gece yatmadan önce kendimize her gün şunları sormalıyız: “Bugün kime iyilik yaptım? Bugün kimi sevindirdim? Bugün hayata ne kattım? Bugün hayata ne bıraktım?”
“Girişimcilik ne,
biliyor musun? Bulunduğun yere yenilik katmalısın. Mutlaka adım atmalısın. Yaptığın
iş olduğu yerde durup duruyorsa sende bir uyuzluk vardır arkadaş!
İnsan var, dokunduğu
yere değer katar. İnsan var, dokunduğu yere değer kaybettirir. Bakın,
Nevşehir’den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili,
politikacı geçti, binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Güzelgöz’ün müzesine
gidin, Bekir Koca’nın güzel gözlü eşeği Karakoçan’ın müzede resmi var.”[iii]
Bulunduğumuz ortamdan,
olaylardan ve şeraitten şikâyet etmeyi bırakıp çözüm için adım atarsak bir
şeyleri düzeltebiliriz. Bekir Koca şikâyet etmemiş. “Ne yapabilirim?” demiş. Ve
yüklemiş eşeği Karakoçan’a kitapları sandıkların içinde, gezmiş köy köy.
Kitapları sevmiş Bekir Koca, çocukları sevmiş. Allah ondan râzı olsun!
Yoksa şikâyet etmek çok
kolaydır. Her gün görüyorum, insanlar hep bir şeylerden şikâyetçiler. Alışveriş
merkezlerinde sırada bekleyenler kasiyerin bilgisizliğinden,
tecrübesizliğinden, kendilerini beklettiğinden şikâyet ediyorlar. Sessizce
bekliyorum ben de sırada, süre tutuyorum: Üç dakika… Kasada hesabı görülen
müşterinin çok fazla şey aldığından yakınanlar bile var, düşünebiliyor musunuz?
Topu topu üç dakika ya, üç dakika!
“Genç çocuk,
öğretmeninin ısrarıyla İstanbul’a, eczacılık okumaya gelir. Sirkeci’de bir otel
bulur, aylığı 100 lira… Fakat çok para… Bir yandan okumaya çalışır, bir yandan
masraflarını karşılamaya. Bu arada otelin nasıl işlediğini de öğrenir. Bir gece
geç saat, bir bakar müşteriler koridorlarda kızgın, bağıranlar falan…
Kaloriferler yanmadığı için otel buz gibi olmuştur. Genç Ataman iner aşağıya… Kaloriferi
yakması gereken görevli üşütmüş, yorgan döşek yatıyor. Kaloriferi yakmaz, diğer
personelin görevi olmadığı için hiçbiri üstünü kirletmek istemez. Ataman girer
kalorifer dairesine, alır küreği, kazana kömür atmaya başlar, kazan tutuşur. O
sırada içeri bir adam girer: ‘Kimsin sen?’
Ataman, üzerinde atlet
pijama, yüzü gözü kömür içinde: ‘Müşteriyim!’
-Ne yapıyorsun burada?
-Görevli arkadaş
hastalanmış, müşteriler isyan çıkarıyordu, ben de kaloriferi yakıyorum.
-Peki…”[iv]
Genç Ataman’ın bugün
nerede olduğunu, ne yaptığını, karşılık beklemeden hayata bir şeyler katmasının
sonucunu nasıl aldığını artık kitaptan okursunuz sevgili okurlarım.
“Tomurcuk derdinde
olmayan ağaç, odundur” diyor Üstad Necip Fazıl. İnsan olduğunu hatırlaması için,
güne bir şeyler katmalı insan!
Ahmet Şerif İzgören
1965 yılında, İzmir’de
doğdu. Tüm büyükleri Manisa’nın Demirci ilçesindendir. Kuleli Askerî Lisesi’ni,
ardından Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nde üsteğmen rütbesine kadar görev yaptı. Sonrasında Ankara
Üniversitesi TÖMER Bursa Şubesi’ni kurdu ve dört yıl yönetti. Devletten özel
sektöre geçerek iki ayrı şirkette genel müdürlük yaptı. 18 Eylül 1996’da
İzgören Akademi’yi (o zamanki adıyla Academy International) kurdu. Northampton
Üniversitesi Sunley Management Center ile beş yıllık bir işbirliği projesini
yürüttü. 2001-2002 sezonunda Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde öğretim üyeliği
görevinde bulundu. “Mavi Uğur Böceği” olarak gençlere, İzgören Akademi
bünyesinde de şirketlere eğitim vermektedir. Yayımlanmış 20 kitabı vardır.