Her şey aslına rücû eder

Bir gün bir komşusu dayanmayıp o muzır kişinin densizliklerine kızıp onu kovalamış. Eh, muzır boş durur mu, kendisini kovalayan komşunun mercimek tarlasına dalıp bir demet mercimek başağı kapıp kaçmış ve bağıra bağıra, “Yetişin komşular, beni bir tutam mercimek için öldürüyorlar!” demiş.

KÜLLÜ şey’in yerci’u ilâ aslihi... “Her şey aslına döner”... Küffarın aslı nârîdir, onun için nâra ilhâk olunurlar. Müminlerin aslı nûrîdir, bu yüzden nûra dâhil olurlar…

***

“Bismillah” deyip yazıya başlarken, içimden gelmezse de KK’nin kontrolündeki hizbin şen’i ve fitne yüklü icraatının insanımızın gönlünde meydana getirdiği tahribatı, yalanın bu kadarına “Pes!” dedirten hâlini yazmak zorunda kaldım.

Nöbetçi memurluğu gibi, bir gün eski bir PKK artığı ve avukatlık mesleğinin geniş hürriyetinden istifade eden birisi, Türk Ordusuna galiz iftiralar atar, İHA-SİHA ve diğer iftihar vesilesi askerî teçhizatlara kin kusar, PKK’ya olan diyet borcunu ödemeye çalışır… Ertesi hafta, (affedersiniz) Hınzîr’in çiftlik sahibi Kaftancıların bir bayanı, THKP’ye olan borcunu eda etmek için eski Robert Kolejine giderek demokratik hakkını (!) kullanır.

Nöbeti devralan bir başka sözcü, genlerinde sakladığı Türk Ordusu düşmanlığını güya Tank-Palet Fabrikasını bahane ederek, her ne kadar ulusolcular “Uydurmadır” deseler de “Rus askerine selâm dur, Türk askerini arkadan vur” mesajını unutmadığını izhar eder.

Meşhur hizbin grup sözcüsü, özgürlük havârisi, arsız, hırsız Altaydağlı’yı, Velibabagilleri başka bir bahse bırakalım. Yeşilçam’ın Marksist/Leninist taifesinin kartalozları ve hezeyanlarını yazmaya bile gönlüm râzı değil. Bu meşhur hizbin neden böyle çıldırdığını, KK’den aldıkları talimatları neden böyle canhıraş savunduklarını isterseniz “Anadolu irfanından” mülhem bir kıssa ile anlatalım…

***

Geçmiş zaman, bir padişah, Hızır’ı görmek istiyordu. Bir gün bunun için tellallar çağırttı. “Kim bana Hızır’ı gösterirse onu armağanlara boğacağım” dedi. Tellalların bu ilânını duyan fakir bir adam, bu işe talip oldu. Evine dönünce karısına dedi ki, “Hanım, ben padişaha Hızır’ı bulacağımı söyleyip ondan kırk gün müsaade alacağım. Bu kırk gün için padişahtan, size ömrünüz boyunca yetecek yiyecek, içecek ve para alırım. Kırk günün sonunda Hızır’ı bulamayacağım için benim kelle gider, ama siz rahat olursunuz”.

Adamın hatunu kanaatkâr biriydi. Buna gönlü râzı olmadı. Ona, “Efendi, biz nasıl olsa alıştık böyle kıt kanaat geçinmeye, bundan sonra da idare ederiz. Vazgeç bu tehlikeli işten” dedi. Kadıncağızın itirazına rağmen fakir adam kararında ısrarlı idi. Padişaha gidip Hızır’ı bulacağını söyledi. Bunun için kırk gün izin istedi. Hızır’ı bulmak için koşuşturacağı kırk gün zarfında ailesinin geçimi için sarayın ambarından tonlarca yiyecek-içecek alıp evine istifledi. Kırkıncı gün geldiğinde, padişahın huzuruna çıkıp suçunu itiraf etti ve dedi ki, “Benim aslında Hızır’ı falan bulacağım yoktu. Ailece sıkıntı çekiyorduk. Hızır’ı bulacağım diye sizden dünyalık almak, fakir hayatımıza son vermek için bunu yaptım” dedi ölüm korkusuyla titreyerek.

Hızır’ı görme arzusu ile güne başlayan padişah, bu söz karşısında celâllendi. “Padişahı kandırmanın cezasını hayatınla ödeyeceğini hiç düşünmedin mi?” diye bağırdı. Adam, her şeyi göze aldığını söyledi. Bunun üzerine padişah, yanında bulunan üç veziriyle görüş alışverişinde bulundu. Onlardan bu cüretkâr adama verilecek cezayı danıştı.

Birinci vezire sordu: “Padişahı kandıran bu adama ne ceza verelim?”  -Efendimiz, bu adamın boğazını keselim, etini parçalayıp çengellere asalım…

Bu sırada halk arasında peyda olan, nuranî yüzlü bir genç, vezirin sözleri üzerine şunu söyledi: “Küllü şey’in yerci’u ilâ aslihi…”

Padişah ikinci vezirine sordu: “Bu adama ne ceza verelim?”

-Hükümdarım, bu adamın derisini yüzüp içine saman dolduralım.

Biraz önce ansızın ortaya çıkan genç, yine cümleyi sarf etti.

Padişah üçüncü vezire sordu: “Ey vezirim, sen ne dersin, beni kandıran bu adama ne ceza verelim?”

-Padişahım, bana göre, bu adamı affedin ki size yakışan, sizden beklenen budur. Bu adam önemli bir suç işledi ama sanıldığı kadar da kötü biri değil. Çünkü çoluk çocuğunun rahatı için kendini feda edebilecek kadar iyi yürekli…

Nurânî yüzlü genç yine söze karıştı: “Küllü şey’in yerci’u ilâ aslihi…” 

Bu defa padişah nurânî yüzlü gence yöneldi: “Sen kimsin? İkide bir tekrarladığın o lâf ne demektir?”

Genç cevap verdi: “Birinci vezirinin babası kasaptı, onun için kesmekten, etini çengellere asmaktan bahsetti. Yani aslını gösterdi. İkinci vezirinin babası yorgancı idi. Yorgan yastık, yatak yüzlerine yün, pamuk doldururdu. O da babasına çekti. Üçüncü vezirinin ise babası da vezirdi. O da soyuna çekti, büyüklüğünü gösterdi. Benim söylediğim sözün anlamı, ‘Herkes aslına çeker’ demektir. Vezir istersen, (üçüncü veziri göstererek) işte vezir! Hızır istersen (kendini göstererek) işte Hızır! Bu fukarayı mahcup etmemek için sana göründüm!”

Bu cevabın ardından genç, ortadan kaybolur…

***

Bu kıssa ile bizdeki muhalefetin illiyet bağı ne olabilir?

Muhalefetten kastım, KK’nin başında bulunduğu hizb-i lâikos ve Nebbâş hizbinin dağdaki temsilcisidir. Bu iki hizbe omuz verenleri ise Allah ıslah eylesin!

Türk Dil Kurumu’na göre “muhalefet”in mânâsı şu: “(1) Bir tutuma, bir görüşe, bir davranışa karşı olma durumu, aykırılık. (2) Karşı görüşte, tutumda olan kimseler topluluğu. (3) Demokraside iktidarın dışında olan parti veya partiler.”

El’an içinde yaşadığımız zaman diliminde Türkiye’deki muhalefetin hâl-i pürmelâli nicedir? TDK’nın tarif ettiği üç maddeden hangisine muvafıktır? KK’nin uhdesindeki “muhalefet”, bu üç tarifin de dışında olup, naçizane hâddimi aşarak söyleyeyim, dördüncü bir madde ile tarifi yapılabilir durumdadır: Müslüman Türk milletinin ve onun medeniyet tasavvurundaki İlâhî mesajların ihtiva ettiği bütün maddî ve mânevî değerlerine düşmanlık etmek, bu uğurda her türlü yerli-yabancı hain güçlerle ortaklık kurmaktır.

Gelelim Türkiye’de akademik mânâda yapılan ve şu anki muhalefetin içinde bulunduğu durumu şöyle özetleyebiliriz: Türkiye’de siyasal muhalefet tarzı Batı’dakinin aksine demokratik mücadele şeklinde değil, iktidar olma şansının azaldığı, ümitlerin ortadan kalktığı hissi ile beraber illegaliteye sarılma, illegal örgütlere birlikte hareket etme şeklinde cereyan ediyor. İktidarı yıpratmak ve azlini gerçekleştirmek için neredeyse “Her yol mubah” anlayışı hâkim oluyor.

Bunun birçok nedeni var. Kendilerini devletin sahipleri gibi görmeleri (ki bir anlamıyla bu seçkinci yönetimdir), “Halkın ne dediği, kimi istediği önemli değil, bizim dediklerimiz, istediklerimiz önemli” anlayışıdır. Bu, kabul edilebilir değil, son derece antidemokratik ve zorba bir anlayıştır. Türkiye açısından baktığımızda, geçmişte ülke yönetenlerin, iktidara hâkim olmak isteyenlerin çoğunluğu bu elit, seçkinci anlayışı benimseyenlerden oluştuğu görülür. Ya bizatihi aktif görev alarak ya da dışarıdan destek vererek sürece müdâhil olmuşlardır.

Kurtuluş Savaşı yıllarına dönelim… Tek partili dönem sonrasında Demokrat Parti iktidarının sonu ne oluyor? Darbelerle sonuca gitmek... Dönemin siyasal iktidarının sesi olan CHP, tek partili dönemi özler hâle gelmiş, halkın seçtiği iktidara karşı her türlü muhalefeti yapmış ve sırtını ya askere dayamış ya da illegal örgütlerin itici gücü olmuştur. Bu neyi beraberinde getirdi? Askerî darbeleri...

Özellikle en köklü parti olan CHP, halka rağmen iktidar olunamayacağını yaklaşık yarım yüzyıldır kavrayabilmiş değil zaten. 1950’den sonra CHP tam anlamıyla bir daha iktidar olamamıştır. Şu anda yaşadıklarımızın dünün aynısının olduğu aşikâr değil midir?  

***

Bir hususun daha bihakkın ve aşikâr olmaya kavuşması lâzım: Gençlik yıllarımızda Türkiye’nin başına gaileler açan, el’an devam eden  DDKD-KUK (sonra PKK oldu), Dev-Genç, Dev-Sol, THKP, TKPML, TİKKO gibi isimlerin sayısı bütün alfabenin harflerinden fazla. Bu şen’i grupların ağababalarının, akıl dânelerinin şimdiki siyâsî partilerinden özellikle hangisinin yönetim kademesinde olduklarının bilinmesi, kanaatime göre uzmanlarınca zor olmasa gerektir. Kıssada anlatıldığı gibi, babası kasap olanların, babası yorgancı olanların bugün KK’nin omuzdaşları-dâvâ arkadaşları olduğu meydandadır.

Ne güzel demiş irfan erbâbı: “Katranı kaynatsan olur mu şeker?/ Cinsini sevdiğim cinsine çeker!”

Bizim neslimiz bu olanların cemaziyelevvelini bilir, ancak yeni nesillere yine bir kıssa ile anlatmaya çalışayım…

Köyün birinde muzır, işi gücü fitne fesat biri yaşarmış. Köylük yerde ahali bîzâr olmuş, tâbiri câiz ise yaka silkmeye başlamış. Yine bir gün bir komşusu dayanmayıp o muzır kişinin densizliklerine kızıp onu kovalamış. Eh, muzır boş durur mu, kendisini kovalayan komşunun mercimek tarlasına dalıp bir demet mercimek başağı kapıp kaçmış ve bağıra bağıra, “Yetişin komşular, beni bir tutam mercimek için öldürüyorlar!” demiş.

Tarla sahibi, “Komşular neyin ne olduğunu bilir de, başka köyler, bilmeyenler bir tutam mercimek zanneder” diye düşünmüş…

Kıssadan hisse: Müslüman milletimizin gönül ve ruh dünyasına yabancı olan mercimek tarlasından bir tutam alıp yanına da dünün Marksist/Leninist taifesinin envaiçeşit militanlarını ve Evangelizmin Türkiye’deki temsilcilerini alarak ha bire bağırıyorlar. Dinin ve dünün düşmanı bu taife-i lâikos anaç muhalefet, yanlarına kuluçkaya yatan tavuk misâli, altına kaz, ördek, hindi, hattâ yılan yumurtası vererek ele güne demokratlar gibi çalım satmaya çalışıyorlar.

Devlet aklının salim ve daim olmasının sırrıdır; Kur’ân ahkâmını baş tâcı, Sünnet-i Seniyye’yi düstur eder ve hak bildiğimiz yolda devam edersek, doğru olanın yardımcısı olur Hazreti Allah (cc).

Bu duâ akıbetimiz olur. Vesselâm…