2020 yılı tüm dünyayı ve ülkemizi sarsarak başladı ve devam
ediyor. Yıla bir uğursuzluk atfetmek değil niyetim. Millet olarak etiketlemeyi
seviyor olmalıyız. Sınırlarımızdaki ateş çemberleri, depremler, şimdi de
Coronavirüs... Muhammed İkbal’in dediği gibi, “Dünyada yok rahatlık”…
“İmtihanımızı kolaylaştır” diye duâ eder büyüklerimiz.
İmtihan olduğuna inancımız tam, kolaylık diliyor ve elimizden geldiğince ne
yapabileceğimizi araştırıyoruz.
“Rûhumun batı gurbeti” diyor yazar, içime yer etti yıllardır.
Hollanda, rûhumun batı gurbeti oldu. Neredeyse çeyrek yüzyılını gözlemleme şansını
bulduğum gurbetim… Avrupa’yı içten, memleketimi ise dıştan farklı referanslar
ile okuyabilmenin keyfini sürüyorum. Bazen tanımsız üzüntülere sürüklendiğim olsa
da, genel olarak kazanımı daha fazla diye umut etmek istiyorum.
***
“Musîbetler Allah’ın birer âyetleridir. Böyle bakıp, böyle
anlamak icap eder” diyor Sayın Mehmet Görmez. Görünenin ötesinde bir okuma, hem
kişisel hayatımızı, hem de toplumsal kimliğimizi emek emek zenginleştirip
derinleştiriyor. Sadece “bilimsel olan bilgiye” itibar eden toplumlar, kaçınılmaz
olarak çöküşü yaşamaktan kurtulamamışlar. Bence tarih, doğru okunmadığı
takdirde tekerrür eder. Bireyler amacın ne olduğunu unutup (bilerek ya da
bilmeyerek) yöntemi öne geçirirlerse, olacak olan şudur: Annemizin ya da
babamızın hayatını yaşamaya mahkûm olmuşuz demektir. Amaç nedir? Bunu iyi
bilmekle istikamet daha kavi kılar. Yöntemler ise zaman ve mekâna göre
değişkenlik göstermektedir. Ve bu doğaldır. Doğal olduğunu unutturacak kadar
doğaldır.
Bunun yanı sıra bilimsel veriler ciddiyetle her daim
takipte olmayı zorunlu kılıyor. Yetkili kurum ve kuruluşların tavsiyelerini
ciddiye almak durumundayız. Toplum olarak yaşamak zaten bunu gerektirmez mi?
İletişimin bu denli hızlandığı bir zamanı yaşıyor ve konuşuyorsak, bazı kilit kavramları
ve anlamlarını yeniden ele almalıyız.
Meselâ bilgi ve
düşünce kavramlarını düşünelim… Bilgi,
doğrulanabilir-yanlışlanabilir olandır. Düşüncede bu özellik aranmaz. Özellikle
musîbet, hastalık, doğal felâketler gibi toplumun infialine sebep olabilecek
zamanlarda, daha birçok kelime için geçerli olabilecek bir kavram kargaşasına düşülür.
İçinde bulunduğumuz zamanda da ne yazık ki bunu yakînen müşahede etmekteyiz. Elimizdeki
cihazlara düşen her bir haber ya da görüntü, çoğu zaman onaylanabilir olmaktan
uzak.
Eşref-i mahlûkat olan insan kıymetlidir. İnsan olarak
değerlerimiz var ve bunlar, kültürel mîrasımızın mühim bir kısmını teşkil
ediyor. Hastalığa gülünmeyeceği, zorda kalana kayıtsız kalınmayacağı, empati yapmanın
şart olduğu, karşımızdakinin yerine kendimizi koymanın bizi daha adil kılacağını
biliriz. Tüm bu değerler kuşaktan kuşağa ninni olarak, hikâye olarak,
gerektiğinde ağıt olarak, son kertede şiir olarak duraksamadan aktarılır. Biz
olur, bizi biz kılar…
***
Çoğu zaman içimden gelmeyerek de olsa izliyorum
haberleri. Ölenler sadece sayı, hastalar sayı, önlemler, olası ihtimâller… Bir
iki ülke değil, sadece Türkiye değil, doğu değil, batı değil, tüm dünya aynı virüsün
etkisinden kurtulabilmenin yolunu arıyor.
Bilinen insanlık tarihinde milyonların olduğu büyük
salgınlar görülmüş. 1918-1920 tarihleri arasında yaşanan İspanyol gribi
meselâ... 50 ilâ 100 milyon insanın olduğu o büyük salgın, yaşanan dönem için çok
büyük bir kıyım olarak geçmiş kayıtlara. Yine de tarihçiler diyorlar ki, “Böylesi
ilk kez yaşanmakta!”.
“Dünya genelinde bu ölçekte birbirine yakınlaşmış sınırlar
olmadı. Ekonomik olarak çok katmanlı olmazsa olmazları olan bir sistem kurulamamıştı”
diyorlar. Ve sanırım sadece insanların değil, sistemlerin, uygarlıkların da bir
sonunun olduğu gerçeğiyle yüzleşmek üzereyiz. Yaşadığımız bu Coronavirüs
salgını, sadece bir salgın olmaktan başka, yeni oluşumlara da gebe. Görünen
odur ki, medeniyet tüm aksanları ile krizde!
Siyaset tüm dünyayı sınırlar, çatışmalar ve güç üzerinden
tanımlıyor. Kendine belirlediği bu enstrümanların, insanlığın en başından
itibaren şekli değişmiş olsa da özü hep aynı kalmıştır. Sınır çizilir, sahip
olunan ya da olunmayan için çatışılır, güçlü olan kazanır ve gücünü ilân eder.
Toplumlarda olduğu gibi ülkeler de kendilerine ait bir hiyerarşiye doğarlar.
Aynı döngü tekrar başlar ve bu böyle devam eder. Bir adım ileri, iki adım geri…
Nietzsche’nin,
“Dünya büyük soluk, insan ise küçük soluktur” sözü çınlıyor kulaklarımda. Küçük
soluk, boyundan büyük meselelere mi bulaşmıştı?
Avrupa Birliği’nin gerçek bir birlik olmadığı, mikroskop
altında görülebilen bir virüs sayesinde ortaya çıktı. Uzun zamandır fısıldanan şeyler,
fısıldanmaz oldu. Maskeler düştü, kimse önce hangi maskeyi taktığını dahi hatırlamadı.
Durum ciddiydi, oyun vakti değildi. Ülkeler kendilerini ve kendi vatandaşlarını
korumaya odaklandılar. Serbest dolaşım anlaşması varken, görünmeyen çizgilerle değil,
bilâkis büyük tel örgülerle kapatıldı sınırlar. Birbirinin dilini anlamak yetmedi,
anlaşmalar yetmedi, hak ve hukuk hayâl oldu. Kimi ülke tel örgüyle değil, büyük
barikatlarla sınır kapatmayı daha medenî buldu.
Salgın ekonominin, devletlerin ve sosyolojinin üstüne bir
büyük heyula olarak çöktü. Kalın bir sis perdesine benziyordu. Felâket senaryoları
kuranlar, işi bir adım öteye götürüp kıyamet tellallığı yapanlar, durumdan
nemalanmaya çalışanlar, partizanca düşünüp “Sevdiğimi severim; sevmediğim ne
yaparsa yapsın, olmaz” diyenler, virüs için sebze meyve kürü önerenler, çılgınlık
seviyesinde bir hijyen takıntısı…
Kalabalıklar yine büyük gürültüler çıkarıyor. Ve bu kalabalıkların
içinde birileri, sermaye ile devletlerin-ulusların hesaplaşması olacak olan bu
yeni durumu sakin bir şekilde takip ediyorlar. Sermaye-devlet ilişkisi daha
fazla gizlenmeye bile gerek duyulmadan, uluorta bilek güreşine tutuştu.
Kulakları sağır eden bir sessizlikle bekliyoruz. Bile isteye, savunmasız, çâresiz, biraz da korkarak bekliyoruz. Ve yine bekliyoruz! Plânların da üstünde Bir Plân Kurucu var. Vesselâm…