Her kitap bir âlimdir

Diğer Türk yurtlarındaki nesillerle, baskıcı rejimlerin tasallutundan ötürü aramızdaki gönül köprüleri koparılmış, kültürel beraberliklere ambargo konulmuştur.

“İLK emri ‘İkra’ yani ‘Oku’ olan bir dinin, bilenle bilmeyenin eşit olmadığını vazeden bir inancın müntesipleriyiz. ‘Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz’ buyuran ve mescide girdiğinde zikir halkası yerine ilim halkasına oturmayı tercih eden bir Peygamber’in ümmetiyiz...”

Bu cümleler, 20 Şubat 2020 tarihinde Cumhurbaşkanlığı Külliyesi bünyesinde kurulan Cumhurbaşkanlığı Millet Kütüphanesi’nin açılışında konuşan bilge lider, Devlet Başkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın hitabında kullandığı ifadeleridir.

Başta Özbekistan Devlet Başkanı Mirziyoyev ve beraberindekiler, Türkiye’de ise protokole dâhil zevat ile iki bin davetlinin katıldığı açılış merâsimi, Mehteran ile beraber Orta Asya, Anadolu ve diğer Türk illerinin müziklerinden oluşan bir gül demeti ile sunularak milletimizin irfânına lâyık bir şekilde gerçekleşti.

Millet Kütüphanesi’nin mimarisi, Selçuklu-Osmanlı terkibinden oluşuyor. 5 milyon ciltlik eser kapasitesiyle plânlanan kütüphanede, daha inşâ aşamasında yurt içinden ve dışından 134 farklı dilde kitap akışı ile zenginleşmiş, çok farklı disiplinlerden 4 milyon adet basılı eser mevcûttur.

Ayrıca davetlilere dağıtılan Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşma kitapçığındaki kayda göre, 120 milyon makale ve rapor yanında 550 bin e-kitapla da zenginleştirilmiştir. Cumhuriyet tarihimizin en büyük kültür hazînesi olan bu kütüphanenin o muazzam büyük okuma salonunun kubbesinin çevresine, içine ışıklı olarak Alâk Sûresi’nin, “O, kalemle yazmayı, insana bilmediğini öğretendir” âyeti nakşedilmiş.

***

Misafir Devlet Başkanı Mirziyoyev, kürsüye davet edilmeden evvel, yabancı misyona ve Türkçe konuşamayan misafirlere simultane tercüme için kulaklıklar dağıtıldı. Biz diğer katılımcılar içinse tercüman görevlendirilmiş idi. Katılımcıların büyük bir kısmı akademisyen, basın mensubu, gazeteci ve sanatçı idi.

Sayın Mirziyoyev’in konuşmalarını (bu fakir, kelimelerin çoğunu anlıyor ve biliyor) Türkçeye çevirmesi (!) hem garibime gitti, hem de yirmi yedi sene önce yaşadığımız bir hatırayı canlandırdı…

***

TBMM 19’uncu dönem Milletvekili Ökkeş Şendiller, o dönem Türkiye adına İnsan Hakları Komisyonu üyesi olarak 1993 tarihinde, Azerbaycan’da görevi gereği bulunmaktaydı. Azerbaycan Devlet Başkanı Ebulfez Elçibey tarafından daha önce Millî Kahramanlık Ödülü’nün verildiği Suret Hüseyinov’un Haziran 1993’teki ayaklanmasından sonra, büyük arbede üzerine rahmetli Elçibey, Nahçıvan’a çekildi. Bilâhare Hüseyinov, vatana ihanetten müebbet hapse mahkûm oldu.

Tabiî olarak televizyonlar, Suret Hüseyinov’un bu kalkışmasını birinci haber yaptılar. Özellikle o sıralar Türkiye’de yayın yapan özel televizyon kanalları kendisinden “âsi lider” diye bahsettiler. İşte o zaman Bakü’de görevli bulunan Şendiller’e bir Azerbaycan Türk’ü gelir ve der ki, “Sayın Milletvekili, sizin televizyonlarınız neden bu hain Suret Hüseyinov’a kahraman diyorlar?”.

Türk dilinin zenginliğinden ve kültürümüzün hazînesinden bihaber yetişen muhabirlerden ne beklenebilirdi ki?

Ökkeş Bey, Türkçeye hâkim ve “âsi lider” kelimesinin Azerbaycan Türkçesindeki karşılığının “kahraman” olduğunu bilerek, “Zevahiri kurtarmak için bir şeyler söyledim amma o televizyonların muhabirlerinin ve haber yapımcılarının hâl-i pürmelâli belli” demişti.

***

Bu hatırayı şu yüzden arz ettim: Aynı dinin müntesipleri olan ve aynı kavmin soyundan gelen, “Türkçe konuşan ülkeler” diye tabir edilen, kötü niyet aramadan bir kısım okumuş yazmışın “Türki Cumhuriyetler” dedikleri Türk Devletleri arasındaki dilin zoraki ve coğrafî sebeplerden dolayı farklı lehçelerde kullanıldığını ifade etmek, sadece günü kurtarmak olur.

Özbekistan Devlet Başkanı Sayın Mirziyoyev’in konuşmalarının bize tercüme edilmesi de bundandır. Maalesef bunu demek zorundayım.

Sebeplerin siyâsî, coğrafî, hattâ ideolojik olduğunu söylemekle yetiniyorum. 300 milyonluk bir soydaş topluluğunun beraber olan gönülleri, vahdet ettikleri mânevî gücün neler yapabileceğinin takdirini siz kıymetli dostlarıma bırakıyorum.

Devlet başkanları veya yetkili zevat, kimi zaman siyâsî saikler, kimi zaman da nüfus gücümüzün kudretini mânevî çehreyle ifade etmek için, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türk varlığından” bahsederler. Bu kelâm-ı kibarı tenkit edenlerin, bir vakıa değil, bir karın ağrısının olduğu hakikattir. Bunu ırkçılık olarak tarif edenlerin yanında, buna “ütopya” diyenler de vardır.

Ancak bugünkü devlet aklıyla bunu söyleyenin imanının kavi, tasavvurunun hayâl olmadığını unutmamak lâzım. Zira daha önceleri bu kıymetli ifadeyi iki Cumhurbaşkanı, bir iki Dışişleri Bakanı söyledi. Sonra da inkâr ve tevil yoluna gittiler. Çünkü onlar millî saikle değil, şahıslarını öne çıkararak başka emeller için söylediler. Dışarıdan gelen baskılar karşısında da tevil yoluna gittiler. Meraklıları için arşivlerin kapasitesi yeterlidir.

***

Tekrar Millet Kütüphanesi’ndeki ihtişama dönelim…

Özbekistan Devlet Başkanı Sayın Mirziyoyev, “Dünya ölçeğinde Türkiye Devleti’nin mânevî kudreti, hâlihazırdaki Lideri Sayın Erdoğan ile bulunduğu konumunun iftihara vesiledir. Meth u senâyı hak etmektedir. Bunu Birleşmiş Milletler’de, Kudüs’te, Orta Doğu’da, Myammar’da, Afrika’da ve mazlum coğrafyalardaki gayretlerinden dolayı söylüyorum” dedi.

Ayrıca, “Bu açılışla, Buhara ile Bursa’yı, Semerkant ile Konya’yı, Taşkent ile Ankara’yı, Hive ile Edirne’yi kardeş kıldığı için, böyle bir ortak mîrası bu kütüphanede buluşturduğu için teşekkür ediyorum” diye ekledi.

Sayın Devlet Başkanı’nın, sözlerini Yûnus Emre’nin bir dörtlüğünü okuyarak tamamlaması da salonda dakikalarca alkışlandı. O mânevî ortaklığın hazzı, her türlü övgünün fevkindedir.

Devlet Başkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, sözlerine, “Zât-ı Devletlerinin ata yurdumuzun ‘Yurt Başı’ olmasını müteakip üç sene gibi kısa bir sürede ‘amelde birlik’ ruhuyla çalışarak ilişkilerimizde çığır açtık” ifadesiyle başlaması ise, Ümmet-i İslâm’ın ümidini, kardeş toplulukların mânevî veçhesini ve aynı zamanda milletlerarası siyasette olmamız gereken noktayı işaret etmiştir.

***

“Özbekistan, bizler için medeniyet tasavvurumuzu şekillendiren âlimlerin yetiştiği, ilim, irfan ve kültür dünyamızı besleyen hayat pınarlarımızdan en önemlilerini üzerinde taşır. Biruni, Mirza Uluğbeg, İbn-i Sina, Harezmi ve Ali Kuşçu gibi ilim erbâbı, İmam Buharî, İmam Mâturîdî, İmam Tirmîzî, Bahâuddin Nakşibendî gibi mânevî önderlerimiz bize Maveraünnehr’in armağanıdır” şeklinde Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından kullanılan ifade, Millet Kütüphanesi’ne teşrif eden misafirlerin neyi görmek istediklerini işaret ediyordu. Zira o kütüphanedeki eserlerin bugüne kadar neden saklı kaldığının ve neden yeterince anlaşılamadığının âdeta bir sualini soruyor gibiydi.

Çünkü diğer Türk yurtlarındaki nesillerle, baskıcı rejimlerin tasallutundan ötürü aramızdaki gönül köprüleri koparılmış, kültürel beraberliklere ambargo konulmuştur. Türkiye’de ise akil zevat tarafından tespit edilen, hepimizin hemfikir olduğu şu ortak görüşe katılmamak mümkün değildir:

Yakın tarihte, öz kültürümüze yabancılaşma ve Batılılaşma cereyanının tesiriyle bu aslî kelimelerimize bir düşmanlık zuhur etti. Yabancı kelimelere dokunulmaz, hattâ sahip çıkılırken, Arapça ve Farsça asıllı kelimelerimizi lîsandan atma, onları eskimiş gösterme, o derin ve köklü kelimeler yerine bir sürü sonradan uydurma, köksüz, sığ, nesebi gayr-i sahih kelimeleri dayatma hastalığı başladı. Halkın benimsediği, kullandığı ve dağdaki çobanın bile çok iyi anladığı kelimeler yerine kaba, sert ve köksüz kelimeler konulmaya çalışıldı. Bunda da esas maksat, milleti ve bilhassa yeni nesilleri, İslâmî ve Kur’ânî kültürden uzaklaştırmak oldu. Buna sözde “millîleştirme”, “arı Türkçe” adı verildi.

Hâlbuki Batı lîsanlarından gelen yabancı kelimeler kaldırılmadığı gibi, neredeyse teşvik edildi. Bugün sosyetik bir mahalleye gidildiği zaman, orada hep yabancı dilde levhalar ve gençlerin kıyafetleri üzerinde de kiminin mânâsı çok çirkin ve iğrenç olan yabancı ifadeler görüyoruz. Öyle ki, bilmeyen bir kişi, orayı aziz İstanbul’un bir semti değil de kasvetli bir Avrupa şehri zanneder.

Yapılan hatâların lîsana ne büyük bir zarar verdiği düşünülmedi. Bir kelime kaldırılınca, o kökten gelen bütün kelimeler silinip gitti, o kelimeyle inşâ edilmiş tabirler unutuldu. Bu tahribat ile dil de fakirleştirildi.

Yukarıda arz ettiğim gibi, Özbekistan Devlet Başkanı konuşunca, neden tercümana ihtiyaç duyulduğu anlaşılıyor; aynı durum karşı taraflar için de vaki...

Avrupa’nın Orta Çağ karanlığına mahkûm olduğu yıllarda, İslâm dünyası aydınlık bir çağ yaşıyordu. Bağdat, Kahire, Şam, Kurtuba, Buhara, Semerkant, Konya, Sivas, Mardin ve Erzurum gibi İslâm şehirleri, medreseleri ve kütüphaneleri ile dünyaya ışık saçıyordu. Ecdâdımız, İslâm’ı hayatın her safhasına intikal ettirmek için Türk dilini âdeta Kur’ân ile yeniden inşâ etmişti.

Ârifler ne güzel söylemiş: “Din de dil ile anlaşılır, dil ile ifade edilir. Bütün semâvî suhuf ve kitaplar, insanlığa Hak dini apaçık bir lîsan ile beyan etmiştir. Bu sebeple dinin yaşanmasında dilin önemi büyüktür.”

 

---------------------

Not: İslâm âleminin mübarek üç aylarını, idrak edeceğimiz Leyle-i Regaib’ini kutluyorum. Rabbim, milletimizi darda bırakmasın!

Ayrıca Azerbaycan yurdunda Hocalı katliamının sene-i devriyesi münasebeti ile Bedir’den Malazgirt ve Çanakkale’ye, Hocalı’dan 15 Temmuz’da verdiklerimizle birlikte bütün şehitlerimize Allah’tan (CC) rahmet, milletimize sabr-ı cemil diliyorum.