BUGÜN de bir kuş,
yuvasında yavrusunun sesiyle uyandı. Bugün de bir çiçek, dün büktüğü boynunu
yeniden güneşe yasladı. Bugün de bir esinti, yaprakları ve binbir çeşit otu
kucaklayıp birbirine kavuşturdu. Hani o sesini duymadığımız, sarılmak için rüzgârın
esmesini bekleyen iki çiçek… Rüzgârın esintisiyle birbirlerine sarıldılar.
İşte
bugün olan o günde yeni bir şeyler vardı bende. Bir esinti mi, kırılma mı,
aramak mı bilinmez, bugün olan, o gün gelmiş bulmuş beni. Haberim yoktu. Hem
hiçbir çiçeğin, güneşin ne yönden geleceğine dair haberi yoktur. Işığa
başlarını çevirirler sessizce. Belki sadece bana göre…
Bu
yeni gelen duygu en başta korkutmuştu beni. Küçükken, yine hayatın ritmine
uymaya çalıştığım zamanlarda -bu hiç bitmedi- yarısını ezbere bildiğim duâmı
okurdum. O zaman hayatın ritmine uymak demek, karanlıkta canavarların beni
yiyeceğinden, gök gürültüsünden, çok hızlı esen rüzgârdan korkmamak demekti.
Bilmezdim ki kalbimin yeni duygulara alışması bunlardan çok daha zormuş…
O
zamanlar yani bugün olmayan o eskide, korktuğumda yarısını ezberlediğim duâyı
bildiğim kadarıyla okur, sonra ellerimi açıp şöyle yalvarırdım beni Yaratana: “Allah’ım,
söz veriyorum bir dahaki sefere geri kalanını ezberleyeceğim, ama lütfen şimdi
beni koru!”
Aradan
yıllar geçti de ne zaman, ne oldu da ezberlediğimi bilmiyorum o duâyı. Ama
şimdi kalbimin bu yeni karşılaştığı duygu beni çâresiz bırakmış ve defalarca
okumama sebep olmuştu. Her gün her şeyin yenilendiğine şâhit olup da bir
duygunun insanda sürekli kalması olacak şey değildi. Belki öyleydi. Ben
bilmiyordum…
Ne
olacak olanı, ne de olmuşu bildirmeyen bu duygu, korku değil, başka bir şeydi.
İnsana kendini unutturacak, derin düşüncelerle yollara baktıracak, gözleri dolu
gezdirecek, yeşilin içinden geçip beyaza boyayacak ne olabilirdi? “Dilce susup bedence konuşulan bir çağda/ biliyorum,
kolay anlaşılmayacak.”[i]
İnsanın,
anlaşılmayacak olanın peşine düştüğünde, ıstırabı büyüyormuş. “Neden?” diye
sordukça, yankıları dinlemek, bir süre sonra çıkmaza sürüklüyormuş meğer. Ay,
karşımdaki camdan yıldızlarla konuşurken duydum bunu. Ama yıldızların cevabını
gördüm. Istırap çekmenin, insanın içini gök gibi genişlettiğini söylediler.
Onların yalancısıyım…
Güneşin
her gün ayı yeniden büyüttüğü gibi yıldızlar da bundan nasibini alıyordu.
Çocuklar büyüyor, bazıları çocuk olmak ne demekti unutuyor, bazıları sımsıkı
kucaklayıp bırakmıyordu çocukluğunu. Bense kalbimle rûhumu bir araya getirmeye
çalışırken babasının elini tutmak isteyip de boyu yetişemeyen çocuğun çâresizliğindeki
gibi kalmıştım. Üstelik babasının adımları ondan büyük olduğu için elini
uzattıkça aradaki mesafe açılıyordu. Çocuğun mahzun bakışlarla elini indirişi
gibi geri çekiliyordum yabancı hissettiğim her şeyden. Ama yine yılmayıp,
açılan mesafeyi koşarak aşmayı ve o eli yine uzatıp yürümeyi öğretiyordu hayat.
Benim üzerimde ise, tüm bunlar olup biterken babanın her şeyi görmezden gelişi vardı. Bu iki duygu nasıl da bir araya gelip barınıyordu insanın yüreğinde? Kalbini rûhuna mı, yoksa aklına mı yetiştirmeye çalışanın hâliydi bu? Bilmiyordum. Korktum. Artık pek fazla mahcûbiyet ve samîmiyet içermeyen duâmı hızla okudum.
Nelerin değiştiğini gösterecek bir ipucu arıyordum sadece. Avcuma üflediğim duâma baktım. Rengi yeşilden kırmızıya dönüyordu. Kalbim avuçlarımda hızlı hızlı atıyordu sanki. Elimi tekrar yüzüme götürdüğümde, yazın gelişinin habercisi olan ılık rüzgârın getirdiği çiçek kokuları değdi. Kuşların çeşit çeşit sesleri değdi. Elini tutsun diye son kez “Baba!” diye çağıran çocuğun umudu değdi…
O umut aldı, kaldırdı beni...
İnsan umudu olmasa yaşayamazmış. Yeniliklere alışmaya çalışıp hiç tanıyamayacağını düşündüğünde, alıştığını hayâl etmek ve yeni, güzel bir duygunun tekrar geleceğini umut etmek, insana iyi gelirmiş. O umut tuttu beni, göremediğimi gösterdi.