Her felâket bir kurtuluş

Geçen yıl, asırlar boyu olmamış bir deprem yaşadık. Gazze’de insan eliyle yapılan bin yıllık bir felâketi, Yahudi-Haçlı zulmünü yaşadık. Her ikisi de bize en büyük kurtuluş fırsatını sunuyor. Hem depremde, hem de Gazze trajedisinde anladık ki, organizasyon ve koordinasyon konusunda çok kötüyüz.

YAŞAMAKTAKİ amacınız nedir? Cevabınızı bilmiyorum. Peki, yaşamaktaki amacınız ne olursa olsun, o amaca ulaşmak istemez misiniz? Bu sorunun cevabı asla “Hayır” olamaz. Zira hem amacınız olacak, hem de ulaşmak istemeyeceksiniz; bu, komikten öte bir şey olur.

İşte size bunun için bir yöntem önermek istiyorum. Kendi hayatımda uyguladığım bir şey ve Allah’ın izniyle derdime deva oldu. Ben de bunu uygulayan başkalarını gözlemleyerek, birtakım izahatın ardından öğrendim. Formülleştirerek size aktarıyorum. Bir nevi sizin için tercümanlık yapıyorum.

Yaşamaktan amacınız ne olursa olsun, başınıza bir sıkıntı, bir musibet, bir felâket kaçınılmaz olarak gelecek/geliyor/gelir. Böyle bir şey olunca ne yapıyorsunuz? Cevabınızı yine bilmiyorum. Gözlemlediklerimi aktarayım: Köyümüzde, genç yaştaki yavrusunu kaybeden bir anne, ömrü boyunca çocuğunun mezarı çevresinde bulundu. Onun dışında başka bir şey yapmadı. Bütün köy halkı çocuğuna ve kendisine çok üzüldü. Hepimiz o acıyı hissettik… Zeytinburnu’nda 20 yaşlarında bir anne, yeni doğan yavrusunun engelli olduğunu öğrendi ve çocuğunun sütüne zehir katıp öldürdü, kendisi de intihar etti. Yürekleri dağladı… İflâs eden iş insanlarından intihar edenler, ailesi dağılanlar kıyamet gibi… İşten çıkarılmış sayısı azımsanamayacak kadar. İşsiz kimsenin eşi, onu terk ediyor… Birisi, karısına daha iyi şartlar sunabilmek için çok paranın uyuşturucuda olduğunu sanarak onun ticaretine girdi ve yakalandı. Şimdi hapiste. Eşi ise çocuğunu kocasının ailesine bırakarak terk etti…

Bu örneklerin hiçbirinin yaşam amacı, eminim ki bu felâket başlarına gelmeden önce bu şekilde değildi. Eskisinden çok daha güzel bir akıbet hayâlleri vardı.

Başlarına gelen felâket sonrasında çok daha iyi şartlara kavuşanlar var elbette.

Meselâ Erzurum’da bir abla, torununun yürüme engelli olduğunu öğrendi. Okul yaşına geldi fakat tekerlekli sandalye alacak imkânları yoktu. Ne yaptı?

Önce yapmadıklarını söyleyeyim: İntihar etmedi. Zenginlere, sağlıklı insanlara, hükümete kızıp küfretmedi. Torununu gizlemedi. Hayata küsmedi. Torunundan kurtulmaya çalışmadı.

Yaptıklarıysa şöyle: Onu sevmeye devam etti. Yürüyebilen çocukların geçtiği süreçlerden torununun da geçmesini istedi. Kadıncağızın kucağında götürecek gücü de yok, ne yaptı? Evinde bulduğu en büyük leğene torununu oturttu, leğenle okula götürüp getirdi.

Gerek deprem, gerek kaza, gerek hastalık sonrası uzvunu kaybeden pek çok arkadaşımız, yeni özelliklerinin sunduğu fırsatı fark edip sporda Dünya veya Olimpiyat şampiyonu oldu, yazar oldu, kendi işini kurdu ya da bir sivil toplum kuruluşu aracılığıyla topluma katkı sağlayan insanlardan oldu. Âşık Veysel de onlardan biridir. Hastalık sonrası kör olup evinin köşesinde oturup kalmadı.

Bu konuda yani felâketi kurtuluşa çevirmekte en beğendiğim, örnek aldığım kişi ise Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’dır. Özel hayatında da pek çok örnek olay olsa da, hepimizin gözlemlediğini hatırlatmak istiyorum.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken karşılaştığı sorunlar, “Haydi bana müsaade!” deyip sıvışmayı haklı gösterecek kadar zordu, önemliydi, acayipti. Öyle bir şehir düşünün ki, hem ülkenin, hem de dünyanın önde gelen kalabalık şehirlerinden biri ve bu şehrin insanının en temel ihtiyacı olan su, bu şehirde yok. En temel ihtiyacın yok olmasını bile tartışmak komikken, bir de yanında hava kirliliği var. O da yetmiyor, etraf çöp dağlarıyla çevrilmiş. Trafik ve kaçak yapıların haddi hesabı yok. Belki, “Ne kadar sorun olursa olsun, basarsın parayı, çözersin” diyebilirsiniz. Ama diyemezsiniz. Çünkü ülkede ekonomik kriz var. 5 Nisan Kararları ilân edilmiş. Yani hem para yok, hem de olanı harcamanız bile sınırlandırılmış. Malûm, Recep Tayyip Erdoğan’ın mensubu olduğu parti ile merkezî yönetimdeki partiler birbirlerine 180 derece zıt. Anlayacağınız, tam da sıvışılacak bir durum!

Ama o ne yaptı? Tam tersini... Kolları sıvadı. Çevresindeki insanları, onu sevenleri coşturdu, hedefe kilitledi ve malûm destan yazıldı. Sonra ne oldu? Geri bırakılmış ülke kuralı devreye girdi ve “Başarılı olanı ödüllendirme! Cezalandır ki gerilik devam etsin” gereğince hapse atıldı. O ise tekrar bu felâketi bir kurtuluşa çevirdi. Bugün girdiği her seçimi kazanan efsane böyle doğdu.

Bu kadar sözü söylememin sebebi şu: Geçen yıl, asırlar boyu olmamış bir deprem yaşadık. Gazze’de insan eliyle yapılan bin yıllık bir felâketi, Yahudi-Haçlı zulmünü yaşadık. Her ikisi de bize en büyük kurtuluş fırsatını sunuyor. Hem depremde, hem de Gazze trajedisinde anladık ki, organizasyon ve koordinasyon konusunda çok kötüyüz. Hepimiz, hiçbir kişi istisnası olmaksızın, şu sözü söyleyebilecek şekilde davranmalıyız: “Ben, asrın felâketi ve Gazze trajedisi sonrası öncelikle kendi bireysel hayatımda organizasyon ve koordinasyon becerimi öyle geliştirdim ve kendim dışındaki kişi ve yapılarla organize ve koordine olabilmeyi öyle ilerlettim ki şu an dünyanın parmak ısırdığı başarı hikâyesi doğdu. Hiçbir deprem ve zulüm karşısında çaresiz kalmıyor, şartlara teslim olmuyor, pabuç bırakmıyoruz.”

Yaşamaktaki amacınız ne olursa olsun, bu sözü söyleyebilirsiniz. Ama söyleyebilmek için olumsuz şartlara teslim olmak değil, onu fırsata dönüştürmek şart. O felâketler kurtuluş olur, amacınıza da ulaşırsınız.