Her bir bölgesi ayrı cennet: Türkiye

İbrahim (as) sütunlar arasına gerilen halattan ateşe fırlatılır. Odun yığınlarının ortasına düşer düşmez ateş yerine burası bir göle dönüşür. Zeliha da İbrahim’e inandığı için, kendisini onun peşinden ateşe atar. Zeliha’nın düştüğü yerde oluşan göle ise “Aynzeliha gölü” adı verilir.

SİZLERİ bu ay dört farklı, gizemli, tarihî ve dinî mekâna doğru yolculuğa çıkarmış olacağız. İstanbul Kız Kulesi’nden Konya Mevlâna Türbesi’ne, Trabzon Sümela Manastırı’ndan Şanlıurfa Balıklıgöl’e kadar dört ayrı mekânın gizemine dair hasbihâl etmiş olacağız.

Kız Kulesi

İlk olarak İstanbul Boğazı’na ayrı bir güzellik katan Üsküdar’ın sembolü olmuş, tarih boyunca savunma kalesi, hapishane, karantina odası, radyo istasyonu, vergi noktası ve deniz feneri olarak kullanılmış Kız Kulesi’nden başlayacağız…

Geçmişi 2 bin 500 yıl öncesine kadar dayanan bu eşsiz yapı, âdeta İstanbul’un tarihine eş bir tarih olarak önümüze çıkar. Eski Yunan’dan Bizans’a, Bizans’tan Osmanlı’ya tüm tarihî dönemlerde aslını koruyarak günümüze kadar gelmiş ve Boğaz manzarasının vazgeçilmez incilerinden biri olmuştur. Yüzyıllar geçse de birçok efsaneyi kendisinde saklamıştır. Bunlardan biri, kuleye adını da vermiş olan (Leander’s Tower) Leandros efsanesidir.

Efsaneye göre, aralarındaki denize meydan okuyan âşıklar Leondros ile Hero’nun hikâyesi, trajediyle son bulacaktır. Fırtınalı bir gecede, Leondros kulede ışık yandığını görünce, sevgilisi Hero’nun kendisini çağırdığını düşünür ve heyecanla denize atlar. Oysa bu kez ışığı yakan Hero değil, âşıkların her gece gizlice buluştuğunu anlayan bir başkasıdır ve ışığı söndürüverir. Leondros, boğazın dalgalarına gömülür; bunun acısına dayanamayan Hero ise kuleden atlayarak hayatına son verir. Efsanenin sonunda âşıklar adına, kulenin olduğu yere bir deniz feneri yapılır.

Mevlâna Türbesi

İkinci sırada Konya’daki Mevlâna Türbesi’ne yer vereceğiz. Bugün müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı’nın yeri, Selçuklu Sarayı’nın gül bahçesi iken, Sultan Alaeddin Keykubad tarafından Mevlâna’nın babası Sultanü’l-Ulemâ Bahaeddin Veled’e hediye edilmiştir. Sultanü’l-Ulemâ 1231 tarihinde vefât edince, türbedeki bugünkü yerine defnedilmiştir.

Bu defin, gül bahçesine yapılan ilk defin olmuştur. Sultânü’l-Ulemâ’nın ölümünden sonra kendisini sevenler, Mevlâna’ya müracaat edip babasının mezarının üzerine bir türbe yaptırmak istediklerini söylemişlerse de Rûmî, “Gök kubbeden daha iyi türbe mi olur” diyerek bu isteği reddetmiştir. Ancak kendisi 17 Aralık 1273 yılında vefât edince, Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled, onun mezarı üzerine türbe yaptırmak isteyenlerin isteklerini kabul etmiş ve Kubbe-i Hadra’yı (Yeşil Kubbe) dört fil ayağı (kalın sütun) üzerine Mimar Tebrizli Bedrettin’e yaptırmıştır.

Mevlevî Dergâhı ve Türbe, 1926 yılında “Konya Âsâr-ı Âtîka Müzesi” adı altında müze olarak hizmete başlamış, 1954 yılında ise müzenin teşhir ve tanzimi yeniden gözden geçirilmiş ve adı da “Mevlâna Müzesi” olarak değiştirilmiştir. 6 bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm “Tilâvet Odası”dır ki Kur’ân-ı Kerîm’in okunduğu bölümdür ve gümüş kapısının üzerinde Yesarizâde Mustafa İzzet Efendi’nin hattı ile yazılı, Molla Cami’ye ait Farsça beyitte şu yazar: “Kâbetü’l-uşşâk bâşed in mekam/ Her ki nakıs amed incâ şod temam” yani “Bu makam âşıkların kâbesi oldu, buraya noksan gelen tamamlanır”.

İkinci bölüm “Huzûr-u Pîr” alanıdır ve buradaki iki beyit çok anlamlıdır, âdeta Mevlâna’nın felsefesini ve düşünce sistemini özetler bizlere: (Birinci levha Türkçe) “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!” (İkinci levha, Mevlâna’nın Farsça bir rubaisi) “Gel! Gel! Ne olursan ol, gel! İster kâfir, ister Mecûsî, ister puta tapan ol, gel! Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel!”

Üçüncü bölüm “Semahâne” bölümüdür ki mescit bölümü ile 16’ncı yüzyılda Kanunî döneminde beraber yaptırılmıştır. Semahâne’deki sema, 1926 yılında dergâh müze olana kadar devam etmiştir. Kalan iki bölüm de “Halı Kumaş Bölümü” ile “Derviş Hücreleri ve Matbah Bölümü”nden oluşmaktadır. Matbah bölümleri Sultan Üçüncü Murad döneminde yaptırılmıştır. Matbahın asıl işlevinin, yemek pişirme ve sofrada yemek yeme âdâbının öğretilmesi konusu olduğunu buradan iletmiş olalım.

Sümela Manastırı

Bir sonraki eşsiz mekânımız, Trabzon’daki Sümela Manastırı… Sümela, Rumca “siyah” anlamına gelen “melas” kelimesinden gelmektedir. Manastırın yer aldığı dağın koyu renkle görünmesi de ona “siyah” denilmesine neden olmuştur.

Trabzon’un Maçka ilçesinin doğu yönünde, 16 kilometre ilerisindeki Altındere köyünde bulunan bu manastırın tam adı, “Panagia Sumela-The Otokos Sumela”dır. Dik bir yamaçta heybetli duruşuyla dikkatleri çeken bu tarihî yapının Trabzon İmparatoru üçüncü Alexious tarafından yaptırıldığı tahmin edilmekte olup, başka bir rivâyette de Bizans döneminde Atina’dan gelen iki rahibin manastırı kurduğu ifade edilmiştir.

Yerden bin 150 metre yukarıda, dağlar arasında inşâ edilmiş bu mühendislik harikasına ulaşmak için yarım saatlik bir yürüyüşe ihtiyaç vardır. Bu eşsiz mimari, 6 kattan oluşmuştur ve içerisinde kütüphanelere, öğrenci odalarına, şapellere, mutfak, misafirhane ve kutsal bölümlere kadar birçok bölüm bulunur. Şunu da eklemeden bitirmeyelim: Meryem Ana’nın göğe yükseldiği kabul edilen günde manastırda ayin düzenlendiği için, adını da oradan almıştır.

Balıklıgöl

Son mekânımız da Peygamberler şehri Şanlıurfa’daki Balıklıgöl... 150 metre uzunluğunda ve 30 metre genişliğinde, 3-5 metre derinliğinde olan Balıklıgöl, içerisinde efsanelere konu olan sazan türü balıkları barındırır. Bu balıklara halk tarafından saygı gösterilir ve yenilmezler.

Rivâyete göre Hazreti İbrahim ateşe atıldıktan sonra, bir mucize gerçekleşir ve etraf güllük gülistanlık olur. Dilden dile, nesilden nesle bu efsane anlatılır. Bir de biz dile getirelim…

Günün birinde Babil Kralı Nemrut, din adamlarına bir gece gördüğü rüyayı yorumlatır. Din adamları Nemrut’un rüyasını yorumlayıp yakında doğacak çocuklardan birinin onu öldüreceğini söyler. Bunu duyan Nemrut, askerlerine o yıl doğacak bütün çocukların öldürülmesini emreder. Halk arasında bu söylenti duyulmaya başlayınca hamile olan Sara Hatun, kaçarak bir mağaraya gizlenir. Çocuk bu mağarada doğar ve büyümeye başlar. Çocuğun adı İbrahim’dir.

İlerleyen süreçte, yoldan geçmekte olan askerler, gelen sesler üzerine mağaraya girer. Küçük yaştaki İbrahim’i mağarada bulur ve Kral Nemrut’un huzuruna getirir. Çocuğu olmayan Nemrut, aradan geçen zaman zarfında kararından vazgeçer. İbrahim’i görünce onu çok sever ve yanına alıp büyütmeye karar verir. Kral Nemrut, daha sonra “Zeliha” adında bir kız çocuğunu da evlâtlık edinir.

Nemrut, sert ve ketum bir karaktere sahiptir. Putlara tapar ve halkından da zorbalıkla putlara tapmalarını ister. İbrahim Peygamber, insanların kendi elleriyle yaptıkları bu putların tanrı olmadığını söyler.

Nemrut’un diğer evlâtlığı Zeliha, Peygamber’e inanır ama Nemrut’tan korktuğu için elinden bir şey gelmez. Bir tören günü, herkesin törene gittiği an, Hazreti İbrahim, sarayın putlar bölümüne girer ve bir baltayla bütün putları parçalar. Baltayı en büyük putun üstüne asar.

Törenden saraya dönenler bu manzarayı görünce dehşete kapılır ve Kral Nemrut’a haber verirler. Fikirlerinden az çok önceden haberdar olan rahipler, bunu Hazreti İbrahim’in yapabileceğini öne sürerler. Kral Nemrut, kendi kurduğu bir yargı kuruluyla İbrahim’i (as) yargılar. İbrahim (as) savunmasında, “Görüyorsunuz ya, işte balta büyük putun omzunda! Balta kimdeyse, bu işi o yapmıştır” der.

Öfkelenen Kral, “Bir taş parçası, baltayı eline alıp bu işi nasıl yapar?” diye haykırınca, İbrahim (as), “İşte benim anlatmak istediğim de bu! Siz kendi ellerinizle yaptığınız bu taş parçalarından medet umuyor, sizi kötülüklerden korumasını bekliyorsunuz. Tanrı diye ona tapıyor, adak adıyor, başınız daralınca ona koşuyorsunuz. Bu gerçekten tanrı ise, neden diğerlerini kırmasın!” der. Şaşkınlık geçiren ve daha da öfkelenen Nemrut ve çevresindekiler, İbrahim’in (as) üzerine yürürler.

Nemrut ve yargı kurulu, bulduğu cezayla İbrahim’in (as) yakılmasına karar verir. Her taraftan toplanan odunlar Halilü’r-Rahman gölünün bulunduğu yere yığılır. Odunlarla kocaman bir dağ meydana getirilir. Nemrut’un kalesinin kuzeyinde iki büyük sütun yaptırılır. Bunlar, Urfa Kalesi’ndeki sütunlardır. İbrahim Peygamber’in bu sütunlar arasına gerilerek halatla ateşe fırlatılması düşünülür. Zeliha, gece gündüz babasına yalvarır. Ama Nemrut’un yüreği yumuşamaz.

İbrahim (as) sütunlar arasına gerilen halattan ateşe fırlatılır. Odun yığınlarının ortasına düşer düşmez ateş yerine burası bir göle dönüşür.

Zeliha da İbrahim’e inandığı için, kendisini onun peşinden ateşe atar. Zeliha’nın düştüğü yerde oluşan göle ise “Aynzeliha gölü” adı verilir.

Halk inanışında göl veya göldeki balıklar kutsal sayılır. Bu balıklara dokunanların öleceği ya da başına bir belâ geleceğine inanılır.