Her ânını sevmesek de bu tarih bizim!

“Millet” kelimesinin tariflerindeki olmazsa olmaz madde ortak “tarih”tir. Bu konuda “Ben haklıyım” modundan çıkmalı, saygıyı -önce- karşıdan beklemekten vazgeçip karşı tarafa bir şans vermeliyiz belki de. Bazen hatâlar ihanetten değil, cehaletten kaynaklanabilir. Biz de ihaneti değil cehaleti affetmeli, siyasette ortak noktalarda buluşamayanların bile tarihimizde ihtilâfa düşmemesini sağlamaya gayret etmeliyiz. Ezilmeden, eğilmeden…

“İKİ ayyaş” ifadesiyle Kemalistlerin gözündeki sicili bozuk olan, Ayasofya’nın yeniden cami olması kararını ilân ederken kullandığı “ihanet” suçlamasıyla şimşekleri iyice üzerine çekmişti.

Ardından ilk Cuma hutbesinde Diyanet İşleri Başkanı’nın “lânet” üzerine söyledikleri de tuzu biberi olmuştu…

Aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Cumhuriyet’in temel niteliklerine ve kurucusuna gösterdiği genel saygı, bugüne kadar birçok konuşmasına yansımıştı. Her zaman içinden geçenleri söyleyemese de toplumun Mustafa Kemal konusundaki genel değerlerine muhalefet etmemeye gayret sarf ettiği gözlerden kaçmıyordu. Gerekli her plâtformda adını saygı ve rahmetle anıyordu. Buna rağmen, meselâ “Atatürk” dememesiyle eleştiriliyor, Osmanlı’ya olan sevgisi, Türkiye Cumhuriyeti ve kurucusuna bir isyan gibi algılanıyordu.

25-26 Ağustos’ta Malazgirt Zaferi’ni kutladık. Coşkulu ve kapsamlı bir kutlamaydı. Aynı gün Sakarya Meydan Muharebesi’nin de yıldönümüydü. Ve Erdoğan düşmanları daha o gün başladılar hayâl güçlerini kullanmaya. Sakarya’nın lâyığı gibi kutlanmadığını öne sürenler oldu. Hâlbuki 26 Ağustos, Sakarya’nın başlangıç tarihiydi. Zafer ise dört gün sonra gelecekti.

Ve 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamalarının Kovid-19 bahanesiyle kutlanmasının engelleneceğini iddia etmeye başladılar. Evet, pandemi her kutlamayı eskisi gibi yapmamıza mâni olabilirdi ama bu, Zafer Bayramı kutlamalarını tamamen kaldırmak gibi bir noktaya gelemezdi.

30 Ağustos’un kutlanmayacağı yalanına inananlar, Ayasofya’daki ilk Cuma’yı, çeşitli açılışları ve Malazgirt kutlamalarını emsâl gösterip hırçınlaşmaya başladıklarında, Devlet bu haberleri yalanlamıştı bile. Ama ne çâre! Derdi zafer kutlamak olmayanlara anlatılabilecek çok fazla şey yoktu aslında. Sosyal medyayı yöneten birkaç hesabın isyânına kendini kaptıran bazı siyâsiler de kendi kendilerine gelin güvey olmuşlardı bu arada.

Günü geldi, 30 Ağustos gerek Ankara’da, gerekse 81 il ve ilçelerinde Devlet törenleriyle kutlandı. Halk konserleri dışında çok da eksik olduğu söylenemez kutlamaların. Anıtkabir de açıktı ziyarete, vilâyetlerin, kaymakamlıkların önündeki törenler de. Silahlı Kuvvetler de yaptı görsel gösterilerini, Cumhurbaşkanlığı orkestraları da... Yani Kemalist tayfanın paniği boşa çıkmıştı.

Ama onları çok zora sokacak bir şey oldu aynı gün!

Cumhurbaşkanı Erdoğan bu takıma en güzel cevabı, Roketsan Uydu Fırlatma, Uydu Sistemleri ve İleri Teknolojiler Araştırma Merkezi ile Patlayıcı Hammadde Üretim Tesisi’nin açılış töreninde verdi:

“Büyük Zaferimizin 98’inci yıldönümünü, savunma sanayimizin geldiği seviyeyi gösteren böyle anlamlı bir programla kutlamaktan büyük bir bahtiyarlık duyuyorum. Zaferler işte bu eserlerle kutlanır; lâfla değil. Eğer zafer diye bir kararlılığınız varsa, bu eserleri dikersiniz.”  

“Eser” deyince aklına “heykel” gelenler için pandemi mandemi dinlemeden açılışlara, yatırımlara devam eden bir siyâsî iktidar ne kadar büyük bir eziyettir kim bilir…

Erdoğan’ın, kendilerini memleketin sahibi zanneden ama bu memlekete hiçbir faydası dokunmayanlara isyânı bununla da kalmadı. Ortak değerlerimiz arasında bölücülük yapanların, tarihimizin bir bölümünün arkasına saklanarak diğerini kötüleyenlerin, Gazi Mustafa Kemal’in hizmetlerini anlatmak için başkalarına kin kusanların bu ülkeyle bağını koparmış zavallılar olduğunu söylemesi, konuya nokta koydu bence.

Zira iki bin yılı geçkin Türk medeniyetinin gururu olan Selçuklu ve Osmanlı’yı yok saymak, geçmiş Türk devletlerini ve onların mîrasına sahip çıkanları Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanı gibi göstermek, ne Mustafa Kemal’in milliyetçilik ilkesi, ne de tarih bilinciyle örtüşebilirdi.

Malazgirt bizim için neyse, Mohaç da oydu, İstanbul’un Fethi de Dumlupınar da… Ve Sultan Alparslan,  Fatih Sultan Mehmed nasıl bizimse, Abdülhamid Han da, Sultan Vahideddin de, Mustafa Kemal de bizimdi. Birini yok sayarsak, bugüne intikal eden tarihimize haksızlık etmiş olurduk.

Buradan kendimize de pay çıkardık elbette. Mustafa Kemal’in hatâları üzerine kurulmuş siyâsî söylemlerimize bizim de bir çekidüzen getirmemiz gerektiğini anladık. Evet, Mustafa Kemal, Cumhuriyet rejimi gereği bir siyâsî figür olsa da Son Devletimizin kurucusu olması sebebiyle bile olsa daha çok saygıyı hak ediyordu belki. Erdoğan bizlere, eleştiri haklarımızı daha bir seviyeli, yok saymadan yapmamız gerektiğini hatırlatmış oldu o konuşmada.

Öyle anlaşılıyor ki, tarihî değerlerimiz üzerine, özellikle sosyal medyada fütursuzca yapılan karşılıklı çatışmaların önüne geçemezsek, toplumsal tarih bilincinin gelişmesi için umudumuzu koruyamayacağız. Hâlbuki “millet” kelimesinin tariflerindeki olmazsa olmaz madde ortak “tarih”tir. Bu konuda “Ben haklıyım” modundan çıkmalı, saygıyı -önce- karşıdan beklemekten vazgeçip karşı tarafa bir şans vermeliyiz belki de. Bazen hatâlar ihanetten değil, cehaletten kaynaklanabilir. Biz de ihaneti değil cehaleti affetmeli, siyasette ortak noktalarda buluşamayanların bile tarihimizde ihtilâfa düşmemesini sağlamaya gayret etmeliyiz. Ezilmeden, eğilmeden…