
“İKİ ayyaş” ifadesiyle
Kemalistlerin gözündeki sicili bozuk olan, Ayasofya’nın yeniden cami olması kararını
ilân ederken kullandığı “ihanet” suçlamasıyla şimşekleri iyice üzerine
çekmişti.
Ardından
ilk Cuma hutbesinde Diyanet İşleri Başkanı’nın “lânet” üzerine söyledikleri de
tuzu biberi olmuştu…
Aslında
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Cumhuriyet’in temel niteliklerine ve kurucusuna
gösterdiği genel saygı, bugüne kadar birçok konuşmasına yansımıştı. Her zaman
içinden geçenleri söyleyemese de toplumun Mustafa Kemal konusundaki genel
değerlerine muhalefet etmemeye gayret sarf ettiği gözlerden kaçmıyordu. Gerekli
her plâtformda adını saygı ve rahmetle anıyordu. Buna rağmen, meselâ “Atatürk”
dememesiyle eleştiriliyor, Osmanlı’ya olan sevgisi, Türkiye Cumhuriyeti ve
kurucusuna bir isyan gibi algılanıyordu.
25-26
Ağustos’ta Malazgirt Zaferi’ni kutladık. Coşkulu ve kapsamlı bir kutlamaydı.
Aynı gün Sakarya Meydan Muharebesi’nin de yıldönümüydü. Ve Erdoğan düşmanları
daha o gün başladılar hayâl güçlerini kullanmaya. Sakarya’nın lâyığı gibi
kutlanmadığını öne sürenler oldu. Hâlbuki 26 Ağustos, Sakarya’nın başlangıç
tarihiydi. Zafer ise dört gün sonra gelecekti.
Ve
30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamalarının Kovid-19 bahanesiyle kutlanmasının
engelleneceğini iddia etmeye başladılar. Evet, pandemi her kutlamayı eskisi
gibi yapmamıza mâni olabilirdi ama bu, Zafer Bayramı kutlamalarını tamamen
kaldırmak gibi bir noktaya gelemezdi.
30
Ağustos’un kutlanmayacağı yalanına inananlar, Ayasofya’daki ilk Cuma’yı,
çeşitli açılışları ve Malazgirt kutlamalarını emsâl gösterip hırçınlaşmaya
başladıklarında, Devlet bu haberleri yalanlamıştı bile. Ama ne çâre! Derdi
zafer kutlamak olmayanlara anlatılabilecek çok fazla şey yoktu aslında. Sosyal
medyayı yöneten birkaç hesabın isyânına kendini kaptıran bazı siyâsiler de
kendi kendilerine gelin güvey olmuşlardı bu arada.
Günü
geldi, 30 Ağustos gerek Ankara’da, gerekse 81 il ve ilçelerinde Devlet
törenleriyle kutlandı. Halk konserleri dışında çok da eksik olduğu söylenemez
kutlamaların. Anıtkabir de açıktı ziyarete, vilâyetlerin, kaymakamlıkların
önündeki törenler de. Silahlı Kuvvetler de yaptı görsel gösterilerini,
Cumhurbaşkanlığı orkestraları da... Yani Kemalist tayfanın paniği boşa
çıkmıştı.
Ama
onları çok zora sokacak bir şey oldu aynı gün!
Cumhurbaşkanı
Erdoğan bu takıma en güzel cevabı, Roketsan Uydu Fırlatma, Uydu Sistemleri ve
İleri Teknolojiler Araştırma Merkezi ile Patlayıcı Hammadde Üretim Tesisi’nin
açılış töreninde verdi:
“Büyük Zaferimizin
98’inci yıldönümünü, savunma sanayimizin geldiği seviyeyi gösteren böyle
anlamlı bir programla kutlamaktan büyük bir bahtiyarlık duyuyorum. Zaferler
işte bu eserlerle kutlanır; lâfla değil. Eğer zafer diye bir kararlılığınız
varsa, bu eserleri dikersiniz.”
“Eser”
deyince aklına “heykel” gelenler için pandemi mandemi dinlemeden açılışlara,
yatırımlara devam eden bir siyâsî iktidar ne kadar büyük bir eziyettir kim
bilir…
Erdoğan’ın,
kendilerini memleketin sahibi zanneden ama bu memlekete hiçbir faydası
dokunmayanlara isyânı bununla da kalmadı. Ortak değerlerimiz arasında bölücülük
yapanların, tarihimizin bir bölümünün arkasına saklanarak diğerini
kötüleyenlerin, Gazi Mustafa Kemal’in hizmetlerini anlatmak için başkalarına
kin kusanların bu ülkeyle bağını koparmış zavallılar olduğunu söylemesi, konuya
nokta koydu bence.
Zira
iki bin yılı geçkin Türk medeniyetinin gururu olan Selçuklu ve Osmanlı’yı yok
saymak, geçmiş Türk devletlerini ve onların mîrasına sahip çıkanları Türkiye
Cumhuriyeti’nin düşmanı gibi göstermek, ne Mustafa Kemal’in milliyetçilik ilkesi,
ne de tarih bilinciyle örtüşebilirdi.
Malazgirt
bizim için neyse, Mohaç da oydu, İstanbul’un Fethi de Dumlupınar da… Ve Sultan
Alparslan, Fatih Sultan Mehmed nasıl
bizimse, Abdülhamid Han da, Sultan Vahideddin de, Mustafa Kemal de bizimdi.
Birini yok sayarsak, bugüne intikal eden tarihimize haksızlık etmiş olurduk.
Buradan
kendimize de pay çıkardık elbette. Mustafa Kemal’in hatâları üzerine kurulmuş
siyâsî söylemlerimize bizim de bir çekidüzen getirmemiz gerektiğini anladık.
Evet, Mustafa Kemal, Cumhuriyet rejimi gereği bir siyâsî figür olsa da Son Devletimizin
kurucusu olması sebebiyle bile olsa daha çok saygıyı hak ediyordu belki. Erdoğan
bizlere, eleştiri haklarımızı daha bir seviyeli, yok saymadan yapmamız
gerektiğini hatırlatmış oldu o konuşmada.
Öyle anlaşılıyor ki, tarihî değerlerimiz üzerine, özellikle sosyal medyada fütursuzca yapılan karşılıklı çatışmaların önüne geçemezsek, toplumsal tarih bilincinin gelişmesi için umudumuzu koruyamayacağız. Hâlbuki “millet” kelimesinin tariflerindeki olmazsa olmaz madde ortak “tarih”tir. Bu konuda “Ben haklıyım” modundan çıkmalı, saygıyı -önce- karşıdan beklemekten vazgeçip karşı tarafa bir şans vermeliyiz belki de. Bazen hatâlar ihanetten değil, cehaletten kaynaklanabilir. Biz de ihaneti değil cehaleti affetmeli, siyasette ortak noktalarda buluşamayanların bile tarihimizde ihtilâfa düşmemesini sağlamaya gayret etmeliyiz. Ezilmeden, eğilmeden…