ŞEYH Sabah Al Ahmed Al Jaber
Al Sabah, 29 Eylül günü, 91 yaşında bu fâni âleme vedâ etti. Geçenlerde kişisel
mal varlığının 15 milyar dolar civarında olduğunu okudum. Aslı var mı,
bilmiyorum. Allah taksiratını affeylesin, rahmetiyle muamele etsin…
Merak
etmeyin, Kuveyt Emiri’ni anlatacak değilim. Kendisi ile ilgili çok da bilgim
yok. Bir Müslüman ülkenin kralıydı, Türkiye’ye de gelmişti, ülkemizle iyi
ilişkileri vardı. Bildiğim bu kadar!
Sosyal
medyada, iki tarafında iki beton direk olan bir toprak yığınını, “İşte Emir’in yeni mekânı!” diye
paylaşmışlar. Bazıları bir tarafa sarayının resmini, diğer tarafa da mezarının
resmini koyarak karşılaştırma yapmışlar. Çok etkileyiciydi. Sanki onca
debdebenin sonunda “İşte hepsi bu kadar!”
dedirtiyor ve bu dünyayı özetliyor…
Ölüm
haberlerinin, hele herkesçe bilinen ve tanınan kişilerin ölmesinin kalanlar
açısından dehşetengiz bir ders olma özelliği var. Ölen kişinin hayatını şöyle
bir gözümüzün önüne getiriyor ve “İşte hepsi bitti ve gitti!” diyerek kişiye
dair bir kritik yapıyoruz. Aslında aynı kritiği kendimiz için yapmamız
gerekiyor ama o tarafı görmezden gelip teğet geçerek gidiyoruz.
“Eski
başbakanlardan filanca öldü”, “Eski bakan falanca öldü” gibi haberlerden,
yenileri olduğu, debdebe devam edip gittiği veya önümüzde yapacağımız birçok iş
beklediği için kendimize dair bir netîce çıkarmıyor, eğer kendisiyle bir
hesabımız varsa, ölene dair kısa değerlendirme yapıyor, sonra unutup gidiyoruz.
Hakikat
şu ki, bizim devrimiz de bitecek. Eğer ünlü biriysek, belki gazetelerde “Eski
filanca öldü” veya “Filanca öldü” diye haberler çıkacak. Bu sefer bizimle hesabı
olanlar iyi ya da kötü, hakkımızda “Şöyle bir adamdı” filan diyerek bir kritik
yapacaklar. Bu da bir ya da birkaç kez yapıldıktan sonra, şimdi bizim kendi
işimize devam ettiğimiz gibi, onlar da bekleyen onlarca işlerine dalacaklar.
Tanınan birisi değilsek, sessiz sedâsız gideceğiz ve arkamızdan bile
konuşulmayacak.
“Ölüm müthiş bir
ders verici!”
demiştik. Fakat bu dersi almanın önünde yanıltıcı birkaç perde var…
Bir
sahne düşünün, sahnede bir telâş, bir hercümerç, bir koşuşturmaca, bir kavga,
bir gürültü hâli… Biz de sahnenin içindeyiz ama bir taraftan da seyrediyoruz.
Sahnenin solundan içeri yeni girenler oluyor ve sağından da aynı şekilde
çıkanlar var. Ancak curcuna hâli aynı tempoyla devam ediyor.
Sahneyi
seyretmenin de (sahnede olmanın da) bir televizyon ekranı seyretmek gibi tatlı
bir aldatıcılığı var. Yani seyrettiğimiz sahnede olaylara odaklandığımız için
giren ya da çıkanlara ne olduğunu sorgulama şuuruna erişemiyoruz. Bir gün biz
de sahnenin sağındaki kapıdan çıkıp gideceğiz ama onu bile derinlemesine
düşünemiyoruz. Sahnede rollerimizi oynamaya veya diğer oyuncuları seyretmeye
devam ediyoruz.
Sahnede
bir tek kişi kalsaydı ve o da sağ kapıdan çıkıp gitseydi, belki “Bu gidişat nereye acaba?” diye
düşüneceğiz. Lâkin oyuncular değişiyor, gidenlerin yerine yenileri geliyor ama
oyun aynı tempoyla devam ediyor.
Oyunun
devam ediyor olması bizi aldatıyor. Kendimize dair bir değerlendirme yapmamıza
mâni oluyor. Tanıdıklarımızdan gidenler biraz kendimize getirse de, oyunun
dönen çarkı hızla onları da unutturuyor. Ölenleri görüyor, ölüm haberlerini
duyuyor ama henüz başımıza gelmediği için “ölüm hep başkaları için” gibi
düşünüp ona göre davranıyoruz.
“Sahne”
üzerinden devam edelim…
Yüz
yıl önce o sahnede olanların hiçbiri şu anda yok. Şu ankilerin de hemen hepsi
yüz yıl sonra olmayacak. Benim gibi 50’lere merdiven dayamışsanız, 30 yıl
öncesinde dünya sahnesindeki aktörleri düşünün. O zamanki ABD Başkanı kimdi,
şimdi ne yapıyor? Mihail Gorbaçov ne âlemde acaba? Helmut Kohl nerelerde?
François Mitterand’ı hatırladınız mı? Ya Margaret Thatcher?
Ya
Türkiye’deki aktörler nerelerde? Turgut Özal, Süleyman Demirel, Necmettin
Erbakan, Mesut Yılmaz, Erdal İnönü, Tansu Çiller? Sadece siyâset arenasından
değil, askerler, gazeteciler, sanatçılar, bilim insanları, savcılar, hâkimler,
belediye başkanları cenahını da düşünün…
Bir
de yakın çevremizden düşünelim. Annemiz, babamız, kardeşlerimizden başlayarak
akrabalar, arkadaşlar, dostlar… Sahneden inenleri aklımıza getirelim...
İşte
gözümüzün önüne gelen bu manzaranın bir benzeri, 30 yıl sonra, o zaman sahneye
yeni çıkanlar tarafından bugünün aktörleri için düşünülecek!
Netîce
olarak, hayat gerçekten ve asıl bizim için kısa! Her nefis ölümü tadacak ve biz
de o “her nefs”in içindeyiz. Mezara gömdüklerimiz gibi, bizi de kefenin
uçlarından tutup mezara koyacaklar ve üzerimize sanki yavaş yaparlarsa dirilip
kalkacakmışız gibi hızlı hızlı küreklerle toprak atıp dağılacaklar.
Ve
biz, fâni âlemdeki yolculuğumuzun sonuna gelmiş, bekâ âleminin ilk etabını
yürümeye başlamış olacağız.
İşte
o zaman, Kuveyt Emiri kadar malımız ve mülkümüz, bizim için yük olmaktan öte
bir anlam ifade etmeyecek; itibarımız, imajımız, mâkâmımız, mevkiimiz,
unvanımız, diplomamız, işimiz gibi, bu dünya sahnesinde oynadığımız rollerin ve
oyunlarımızın pek bir anlamı kalmayacak!
Ölüm hep hatırımızda olsun. Olsun ki, “Artık alacağın nefes sayısı bitti!” denildiğinde bizim için sürpriz olmasın…