
Huzur kaynağı “aile”
AİLE, huzur ve mutluluğun merhametle korunduğu, saygı ve sadakatin sevgiyle anlam bulduğu, sıkıntıların şefkatle sarıldığı, gönüllerin güzellikle sükûna erdiği ve Rahmânî şifanın ruhları kuşattığı fıtrî bir olgudur. Sağlıklı bir toplumun inşâsı için Allah’ın insanlığa bahşettiği ve tüm aile fertlerini birbirine emanet ettiği en büyük nimettir. Bir ömür ziynetidir. Sahip olunabilecek en kıymetli hazine, kelâmla örülen ve güvenle fethedilen en sağlam kale, muhabbet çatısı altında nefes bulacak en nezih mekândır. Bu mekâna yuva sıcaklığı sağlayacak olansa büyüğünden küçüğüne ailenin tüm bireyleri ve eylemleridir.
Dedelerin anlattığı öyküler bir gölgelik gibi korur ruh hanemizi. Nenelerin ikram ettiği bir katık aş, en leziz şifa olur açlığımıza. Eşlerin kalbî yakınlığı, bin çeşit güneş doğurur birbirinin gözlerinde. Bazen parıldayan, bazen ısıtan, bazen alev alan… Sevgi otağı böyle birlikte kurulur ve muhabbetle beka bulur. Lâkin birkaç sırrı vardır bu baş göz olmanın.
Huzur ağacının altında sevinç meyveleri toplamak için toprak gibi sakin kalmalı, aldığını fazlasıyla vermeli, nereden gelip nereye gideceğini unutmamalı. Su gibi berrak akmalı ve köklerine sağlam tutunmalı. En güzel cennet şarkılarının bestelendiği yer orasıdır. Orada çocukların sesi kuş cıvıltılarından da müstesnadır.
Rum Sûresi 21’inci ayet, Rabbimizin aklıselim ve gönlü gani olanlara bir düğün ikramı gibidir. Öyle ki Rabbimiz, cömert bir sevginin neticesini, evliliğin gayesini ve işlevselliğini rahmet ve meveddet çerçevesinde sunar: “Onlara ısınıp kaynaşasınız diye size kendi türünüzden eşler yaratıp aranıza sevgi meveddet (sevgi) ve rahmet (şefkat) duyguları yerleştirmesi de O’nun kanıtlarındandır. Doğrusu bunda iyi düşünen kimseler için dersler vardır.”
Ayette geçen meveddet, muhabbet ve sevginin derinleşmesi, kalplerin yakınlaşmasıdır. İnsanın hem iç dünyasında yaşadığı saadet, hem de dış dünyasına yansıttığı selâmeti ifade eder. İki insanın birbirinde sükûnet bulması, birbiriyle bağdaşması, eksik yanlarını tamamlaması ve aile birliğinin sağlanması için gerekli olan Rahmânî anahtarlara işaret eder. Durağanlaşmak gibi, kendi içselliğinde bir kararda olmak gibi… Kopan her fırtınada “sağlam bir kulpa” tutunmak, dinmek, dinlenmek, esen yellere yol vermek, ağırbaşlı huy edinmek ve hoş görmeyi bilmek gibi… Bedenin ve kalbin ünsiyeti meveddet gölgesindedir.
“Ruhun ruha iştiyakı” olan aşk ve sevgi Hazreti Âdem ve Hazreti Havva’ya nispetle âlemin varlık sebebidir ki o, vedud makamından gönül diline ülfet eder. Her iki cinsin birbirine ahenkle uyumu tam da bu noktada gerçekleşir. Kur’ân’ın elbise metaforu, aklî ve kalbî bir seferin kadim yolcuları arasında hayat bulur. Eşler birbirini bu minvalde müşfik ve zarif davranışlarla örtmeli, korumalıdır.
Bunun tam tersi, aşk ve muhabbetten yoksunluğun olduğu coğrafyalardır. Daha çok ucu keskin sözcükler sarf edilir uğultuları boğan ateşin dumanları arasında. Ve ses tonu yüksek perdeden çağıldar. Hayâlimizde canlanan o bulutlar üstündeki nahiflik kaybolur. Huşunet ve hiddet baş gösterir. Oysa kadın ve erkek dünya yolculuğunda birbirine hâldaş ve sırdaş olduğu müddetçe İlâhî güzellik vuslatına erişirdi. Başka türlü insanın sükûn bulması beklenemez ki...
Sevmek, hat sanatı gibi ince olmalıdır. Kalemi kavrayan el onunla hemhâl olmalı ve gıcırtısından esenlik duymalıdır. Mürekkebi önce kendi kalbine batırmalıdır. Emekle meşk edilmeli, sabırla işlenmelidir kâğıda.
İki yabancının birbiriyle uyumlanması, birbirinin en yakını olması bir şaheser niteliğinde hayata düzen katmalı, estetik ve istikrar sağlamalıdır. Ve sınır çizilmelidir dışarıdan gelebilecek her hadsizliğe. Psikolojik ve fizyolojik açıdan birbiriyle dengeli olanlar, fânî zenginlikler yerine arî güzelliklere talip olurlar. Eksik ve kusurları örtenler geçim ehli olur. Sağladıkları bu motivasyon onları özveri ve kabule götüren bir köprü mesabesindedir. Lâkin gülün dikeni olduğu gibi, insanın da tabiatıyla köprüyü aşındıran yükleri, zorlayan bedelleri olacaktır.
Beşerî münasebetlerde gonca olup açmak, kelimeleri yan yana dizmek kadar kolay değildir. Ancak gönül yumuşaklığını ve kalp inceliğini sağlam tutmanın bir yolu mutlaka vardır. Çekilen öfke kılıçlarını bilemek yerine hüsn-ü muamele ile törpülemeyi tercih etmek gibi…
Hata ve kusurları bağışlamak, istişare etmek, haklı konularda Allah’a güvenmek ve dayanmak gibi hasletler hane saadetini imtihandan atlatıp imkân ayarına getirir. Temel değerlerimizin ve aile bağlarımızın dijital çağa kurban verildiği, aşırı tüketim ve özentinin ruhumuzu ele geçirdiği, maddî kaygıların ve güç tutkusunun manevî hazların önüne geçtiği, tüm ahlâk erozyonlarının normalmiş gibi gösterildiği çağımızda vicdanlarımızı merhametle eğitmeye, kendimizi süs ve gösterişten uzak tutmaya, yüreklerimizi sevgiyle mayalamaya muhtacız.
İnsanın doğasından gelen sevgi, saygı, şefkat, güven ve paylaşım duygularını ailenin temeline yerleştirmek, sosyal medya şifresini paylaşma konusunda şeffaf olmak ve Nebevî aile modelini kendine düstur edinmek, aileyi sosyal medya zehrinden kurtarır.
Psikoterapist Virginia Satir, dünyayı anlamak için aileyi anlamayı, dünyayı değiştirmek için de aileyi değiştirmeyi önermektedir. Çünkü her bir aile kendi içerisinde kendi dünyasını, kendi yöntem biçimini ve kendi saygınlığını oluşturur. Hatta kendi kılavuzunu yazar. Çünkü aile kitapları her ailenin ekonomik, coğrafî veya kültürel koşullarına uymayabilir. Kaldı ki, anne ve babamızdan öğrendiğimiz bazı kurallar kitaplarda yer bile almayabilir. En basit örneğiyle, bir restorana gidildiğinde siparişi erkeğin vermesi, birlikte yürürken erkeğin kadının sol tarafından yürümesi, bir şemsiye altında yürünüyorsa şemsiyeyi erkeğin tutması, annelerin misafir için özendiği porselen tabakların inceliği, gümüş tepsilerin sadeliği gibi…
Sevgi dilini üçle beşle sınırlandırmaya da gerek yoktur. Bir yemek tarifi yahut bir reçete gibi değil aile birliğini diri tutmak. Herkes kendi rengine kendi diliyle boyanır bu minvalde. Gönülden anlaşabildikten sonra çul da şık durur, kaftan da. Mühim olan, hüsn-ü niyeti yakada bir gül gibi taşımak, kokusunu geçtiği yollara bırakmak. Aileden topluma, toplumdan dünyaya açılmak… Aileyi ayakta tutan her ne varsa toplumu da ayakta tutan odur zaten. Aile huzuru, beraberinde toplum huzurunu da getirir. Adalet, dürüstlük, söze ve öze bağlılık kaideleri ilk ailede öğrenilir. Tıpkı şiddetin, yalanın ve riyanın öğrenilmesi gibi… İyi veya kötü her davranış modeli bir tohum olur saçılır etrafa. Ve ne ekersen o biçilir dünya tarlasında.
Sosyal medya ve mahremiyet
Modern zamanların uğrattığı deformasyonlardan biri, aile mefhumunun ne yazık ki temelden sarsılmasıdır. Söz konusu bu sarsıntıyı tetikleyecek unsurların başında, her yaştan bireyin kolayca ulaşabildiği sosyal medyanın bilinçsiz kullanımı, iletişim ağlarının meydana getirdiği sanal ilişkiler, sadakatsizlikler ve mahremiyet kaybına yol açan uygulamalar yer almaktadır.
Bu uygulamalar gazete değil, telefon değil, televizyon değil ama hepsinden bir şey devşirmiş ve kendince bir dil koymuştur ortaya. Bu sanal dil dünyanın her yerinden çeri çöpüyle evlerin ortasına akarken, insanın doğasını ele geçirmiş, insan eğriyle doğruyu ayırt edemez hâle gelmiştir. İtaat ve etikte üstlendiğimiz, yaşam alanımızı ilgilendiren bütün maddî manevî sorumluluklar, sosyal medya üzerinde geçerliliğini kaybetmiş görünmekte ve bu sefahat her geçen gün daha da meşrulaşmaktadır.
İnsanı insan yapan en temel değer edeptir. İnsanın onur ve izzetini koruyan en kıymetli haslet mahremiyettir. İrade zayıflığına ve asabiyet hastalığına yol açan sosyal medya alışkanlıkları ve olanca hızıyla tüketilen durum akışları mekân sınırlarını ortadan kaldırmaktadır.
Akşam olunca perdesi çekilirdi oysa evlerin. Şimdi gözler önünde apaçık evlerin içleri. Sosyal medya platformları tarafından nasıl bir arşivleme yapıldığı bilinmeden, güvenlik açığı ihtimâli gözetilmeden, medya içeriğinin kimlere eriştiği düşünülmeden ve yapay zekâ ürkütücü boyutlara ulaşmışken, herkese açık yapılan kişisel paylaşımlar büyük bir tehlike arz etmektedir. İletişim teknolojilerinin sınırsız boyutu mahremiyet olgusunu hiçe saymakta ve aile bütününe zarar vermektedir. Aynı şekilde, özel hayatın deşifresi, tehdit, şantaj ve istismar gibi konularla medya araçlarının ihlâl edilmesi başka hukukî sorunları doğurmaktadır.
Sanal kimliğe sahip bireylerin beğenilme, takdir edilme ve sosyal medya içerisinde öne çıkma arzusu, kişiye kendi öz kimliğini unutturmakta ve aile kavramını bir elmanın kurdu gibi içten içe çürütmektedir. Bu çürümüş ve kokuşmuş hâlin giderek normalleştirildiği ailelerden sağlıklı bir ilişki ve sağlıklı çocuklar beklenemez. Bunları ifade etmekteki gayemiz, sadece bir sorunu dile getirmek değil, aynı zamanda makul çözümler üretmektir.
Bu saatten sonra sosyal medya kullanımını bırakalım mı, yasaklayalım mı? Elbette hayır! Cüz’î iradenin başarabileceği ölçüde yeni düzenlemeler getirelim, olumsuzu olumluya çevirelim. Örneğin, heva ve heves tatminini amaç edinmek yerine ruhsal tatmine niyet etmek, bireyi benmerkezcilikten kurtarıp “biz” olma seviyesine getirir. “Biz”i düşünen kişi, kendi menfi duygularını kontrol etmeyi başarabilir. En azından iyi olana meyletmek, yerinde saymaktan daha evlâ olur.
Sanal bağımlılık en çok anne-baba ile çocuğun arasına uçurumlar girdiğinde gerçekleşir. Duygusal yakınlaşmak, göz teması kurmak, sarılmanın ve dokunmanın gücüne inanmak bir nevi o uçurumları azaltır. Spor ve sanatla ilgilenmek, çeşitli okuma grupları içerisinde yer almak, dağcılık ve izcilik etkinlerine katılmak gibi içtimaî etkileşimler kişiyi sosyal medya kullanımında aşırılığa sevk eden o tükenmişlik hissinden kurtarır. Zamanın çoğunu ailenin maddî ve manevî ihtiyaçlarına ayırmak, üzerlerine düşen görevleri yerine getirmek, hak ve sorumluluk terazisinde adaleti gözetmek mutlu bir hayata kapılarını açar.
İnsanın doğasından gelen sevgi, saygı, şefkat, güven ve paylaşım duygularını ailenin temeline yerleştirmek, sosyal medya şifresini paylaşma konusunda şeffaf olmak ve Nebevî aile modelini kendine düstur edinmek, aileyi sosyal medya zehrinden kurtarır. Zehrin aynı zamanda bir şifa olduğu bilinir ancak derler ki, “Zehir ile ilacı birbirinden ayıran, dozdur”. Biz de diyelim ki, dozumuz dostumuz kalsın.
Adalet, dürüstlük, söze ve öze bağlılık kaideleri ilk ailede öğrenilir. Tıpkı şiddetin, yalanın ve riyanın öğrenilmesi gibi… İyi veya kötü her davranış modeli bir tohum olur saçılır etrafa. Ve ne ekersen o biçilir dünya tarlasında.
Modernleşme ve ailede kimlik
Kimlik, bir kişinin diliyle, inancıyla, milli kültürü ve alışkanlıklarıyla var oluşunun bir ifadesidir. Birey, aileden aldığı eğitim, gelenek görenek ve edep doğrultusunda, toplumdan aldığı maddî ve manevî normların etkisinde kendi kimliğini inşâ eder. Sağlam ve güçlü bir toplum, sağlam ve güçlü ailelerden oluşur.
Mazisi ile bağını koparan ve kimliğini tamamlayamayan zayıf ve güçsüz bireyler, millî ve kültürel erozyona sebebiyet vererek tarihsel bir hafıza kaybı yaşatır. Ellerinde gelecek nesillere aktarılacak bir değer bırakmaz. Bu açıdan bakıldığında aile, bir nevi kültür taşıyıcılığı görevi görmektedir. Ve üzerine düşen bu elzem vazifeyi sahiplenmesi aileden beklenmektedir. Ailenin sapasağlam ayakta kalabilmesi cinsiyete, nesebe yahut statüye göre değil, sahip olduğu toplumsal değerlere verdiği kıymete göredir. Niyazımız; kız isteme, nişan ve düğün gibi ailevî ritüellerde Türk kültürünün izlerini canlı tutmak, dinî ve millî günleri ön plâna çıkarmak, şiir, ezgi, sinema, resim, dokuma, mimari ve bilfiil sanatsal faaliyetlerde yine Türk kültürünün izlerini müşahede etmek, var olanın özünü değiştirmeden, onu yok etmeden yeniliklerle bezemek ve yöresel elbiseleri, yöresel tatları, yöresel oyunları muhafaza etmek, geçmişlerimizin hatıralarına sahip çıkmaktır.
Ekonomik koşullar, kentleşme ve endüstriyel gelişmeler sonucu ataerkil ailenin yerini modern, küçük ve tek ebeveynli ailenin alması yadsınamaz bir gerçektir. Bu değişim sürecinde aile büyüklerinin genç nesle tecrübe aktarımı sekteye uğramaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “Dededen/Nineden Toruna Mektup Yarışmaları”, çocuklarla ileri yaş bireylerini bir araya toplayan “Kadim Oyunlar Şenliği” gibi faaliyetleri, bazı özel kuruluşların huzur evi ve kreşleri bir arada açmaları bu maksada hizmet etmekte ve her kamusal alanda asimilasyon tehdidine karşın benzer çalışmaların çoğaldığını görmek ümidimizi yeşertmektedir. Geçmiş ve gelecek arasında kendisine konum bulan bir insan aslına sadık, atiye hüsnüniyet kalır.
Geleceğe, henüz bu aziz vatanın doğmamış bütün torunlarına, içerisinde ahlâkî değerlerin ve öğütlerin yer aldığı bir mektup bırakmak ne güzel bir mirastır. Bunun teşvikini sağlamak da takdire şayandır. Ancak örnek olunacak bir hayatı omuzladıysak evvelâ, elimizde bir veri kaldıysa, soluduğumuz tarihimizden, yürüdüğümüz şehrimizden, sokağımızın lâmbasından, en sevdiğimiz şairin bir dizesinden, anlatacak bir öyküsü, kuracak bir cümlesi, aktaracak bir tecrübesi olmamak da mütemadiyen bir talihsizliktir. Dikili bir ağacı olmamak gibi…
“Kadim oyunlar” denilince genellikle insanların aklına ilk Hacivat ve Karagöz gelir. Okul bahçelerinde çocuklar için zaman zaman etkinlikler düzenleniyor, siz de görüyorsunuzdur. Meselâ “12D sinema” diyorlar adına. Yahut şişme oyun parkı getiriyorlar. Plâstikten masal kuleleri kuruyoruz böylece çocukların zihin dünyalarına. Gölge oyunlarının sadeliği ve eğiticiliği cazip gelmiyor o vakit. Yenilik ve gelenek arasında sıkışıp kalan ebeveynler ise yeniliğin esiri oluyorlar. Yenilikle birlikte geleneği de taşımak ve tanıtmak gerekmiyor mu?
Körebe, çelik, çelik-çomak, gömme çelik, kemik, saklambaç, kazık, dokuz kiremit, beş taş gibi oyunları şöyle bir hafızamızda canlandırıp kendi çocukluğumuza sarılalım şimdi. Kadim oyunları tanıtan şenliklerde bir imzamız olsun. Bir çocuğa kendi çocukluk oyunumuzu hediye edelim.
Modern dünyanın bir zaruretiymiş gibi gösterilen huzur evleri, yaşlılıkla ortaya çıkan sorunlara profesyonel destek sağlamaktadır. Ancak dinî ve dünyevî değerlerimizde bunun yeri ne kadar doğrudur, tartışılır. Huzur evinde yaşlıların temas sağladığı insanlar yine yaşlı bireyler. Ama onlar bir çocuk gördüklerinde belki kendi torunlarını da tahayyül ederek yaşlı ruhlarında bir canlılık ve hareketlilik meydana gelmektedir. Onların mırıldanacağı birkaç tekerleme, öğreteceği birkaç oyun yahut söyleyeceği tatlı bir söz, çocuğun hafızasında unutulmaz bir iz bırakacaktır. Çocuk ve yaşlıyı buluşturan etkinliklerin çoğaltılması, aslımızı tanımanın ve neslimize sahip çıkmanın en doğal ve en kolay bir metodudur diye düşünüyorum.
Batı’nın mevcut durumunu ifade eden modernite, kişiyi inançlarından ve düşüncelerinden koparan etkin bir güç hâline gelmiştir bugün. Kimliği zedeleyen, cinsiyet kavramını öteleyen, kişilik gelişimine ket vuran, dinî ve ailevî değerleri ziyana uğratan ve üzerinde derin tahribatlar bırakan psikolojik, ideolojik yahut dijital saldırılar karşısında suskun kalmak yerine çözüm arama, içerik üretme ve merhem olma gayreti mümince bir şuurdur. Peygamber Efendimizin de buyurduğu üzere, “Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkatte müminlerin misâli, bir bedene benzer. Onlardan bir uzuv rahatsız olsa, diğer organlar uykusuzluk ve hararetle ona iştirak ederler”[i].
Aile ve çocuklar konusu kanayan bir yara hâline geldiyse uykularımız kaçsın biraz! “Ben ne yapabilirim?” derdi içimize sığamasın, taşsın biraz!
Her bir insanın içinde az çok saklı bir manevî danışman vardır. İllâki bir dâvâ arkadaşının omzunu tutmuş, bir dostunun sırrına vâkıf olmuş, bir kardeşinin gözyaşını silmişsindir. Öyleyse gelinlerimize, damatlarımıza, evlatlarımıza Peygamberî bir üslûpla rehber olmayı vazife edinelim. Ama önce çuvaldızı kendimize batıralım; az uyuyalım, çok öğrenelim. Ve sımsıkı tutalım evlatlarımızın elini.
Manevî dinamikleri canlı tutmak, aileyi koruma haritası içerisinde mutlaka yer alması gereken başlıklardan biridir.
Merhametle beslenmeyen bir sevgi ve kontrolsüz bir bağlılık, hastalığa dönüşebiliyor. Adına aşk dahi diyemeyeceğimiz bu etkileşim, insanın gözünü kör, kulağını sağır edebiliyor. Parmağına bir diken dahi batsın istemezken, aşırı sevgi, bazen insanı bir canavara dönüştürebiliyor. Ve insan, çok sevildiği yanılgısıyla yanlış tercihlere meyil verebiliyor. İşte o vakit aile büyükleri kişi için gören göz ve işiten kulak olup kendi tecrübelerini sandıktan çıkarmaları gerekiyor. Ancak sandıktan her çıkanın biraz havalandırılmaya ihtiyacı olması gibi, sarf edilen her düşüncenin önce silkelenip tartılması gerekiyor. Yumuşak düşüşler mi daha yaralayıcı olur, yoksa sert düşüşler mi? Uyarıda ve rehberlikte tercih ettiğimiz kelime ve üslûp, alınacak darbe ve yaraların belirleyicisi oluyor.
Her insan hata yapar. İthamda bulunmak ve yargılamak, hata yapanı biraz daha yalnızlaştırır. Aradaki mesafeyi çoğaltır. Duygudaşlık kurmak ve yanında durmak, sorunları çözüme bir adım daha yaklaştırır. Bu durumda küçüklere büyükleri dinlemek, onlara hak vermek, büyüklere de küçükleri anlamak ve onları hor görmemek düşer.
Bir programda dinlemiştim; avucunda kelebek bulunan küçük bir kız, bilge bir kimseye avucundaki kelebeğin canlı mı, yoksa ölü mü olduğunu sormuş. Bilemesin istemiş. Bilge “Canlı” dese, kızın avucunu sıkıp kelebeğin ölmesine sebep verecek, “Ölü” dese kız avucunu açacak ve kelebek uçacakmış. Bilge düşünmüş ve demiş ki, “Cevabı senin ellerinde”. Şimdi biz de avucumuzda büyüğünden küçüğüne bütün aileyi korumak adına bir amaç tutuyoruz. Öyle hassas bir terazi ki bu, biraz fazla sıksak can verecek, bıraksak kaçıp gidecek.
Görev dağılımı ve sorumluluklar açısından cinsiyet eşitliği
Ailenin içten içe yara almasına sebep olan darbelerden bir diğeri de “cinsiyet eşitliği” olgusudur. Aynı özden ancak farklı nitelikte yaratılan, kadın ve erkeğin sosyal hayatın içerisinde geçtiği merhalelerde fıtratlarına uygun vazifeler almak yerine beşerî arzularla her sorumluluğu üstlenmesi ve kadın-erkek rekabetinin ortaya sürülmesi İlâhî adalete aykırıdır.
Kur’ân-ı Kerim’e göre insan ahsen-i takvîm surette ruhen eşit yaratılmış, ihtiram ve hürmete lâyık en mükerrem varlıktır. Bu bağlamda kadın ve erkek, kulluk sorumlulukları açısından müsavidir. Cinsiyetin üstünlük ve takva bakımından belirleyici bir özelliği yoktur. Ancak içerisinde bulunulan durum, özellikler ve ihtiyaçlara göre gelişen farklılıklar mevcuttur.
Kadınların dışlandığı, hor görüldüğü, erkeklerin haz ve keyfe düşkün olduğu Cahiliye Dönemi’nde Kendi yaşantısıyla da en güzel örnek olan Hazreti Peygamber, “Kadınlar erkeklerle birlikte bir bütünü tamamlayan diğer yarıdır”[ii] hadis-i şerifiyle aile olmanın kadın ve erkeğin bir bütünün parçası olduğunu beyan etmiştir. Bireylerin birbirini tamamlayıp yekvücut olmaları “eşitlikle değil, eş olmak” ile açıklanmalıdır.
İnsanlığın en mukaddes müessesesi aile; güç, egemenlik, üstünlük ve eşitlik gibi kavramlar üzerine değil, fizikî ve ruhî özelliklerine uygun hak ve sorumluluklar ile adalet üzerine inşâ edilmiştir. Bir meslek hayatını ele alarak örnek verelim…
Yirmi dört saat nöbette olan kadın hemşireleri ve bir de onların anne olduklarını düşünelim. Ev, çocuk ve iş üçgeninde kadın, hangi köşeye gitse dar açıyla karşılaşmaz mı? Kadın çalışanların, onları birden çok alana sıkıştırmak yerine daha esnek bir tutumla çalışma imkânı sunmakla hem eşe, hem çocuğa, hem eve daha çok zaman kalması sağlanamaz mı? Biyolojik bir ayrıma gidildiğinde yahut anne-çocuk durumuna göre bir iş bölümü yapıldığında daha mı zor olur kamusal yaşam, bilmiyorum. “Kadının işteki yükünü hafifletmek, ailemizi daha korunaklı bir hâle getirir” diye düşünüyorum. Çalışma hayatında böyle bir ilkenin gözetilmesi, belki çalışma saatlerinde yapılabilecek yeni düzenlemeler ya da sınıflandırmalarla her geçen gün biraz daha hissizleşen toplumun ruh sağlığı iyileşebilir. “Nebevî bir mirasla” sevilen, evi ve çocuğuyla ilgilenmeye zamanı kalan anne, kendisini daha yeterli hissedebilir. Kendini daha yeterli hisseden anne, kendini daha çok sevebilir ve kendini seven anne, ailesini daha çok tebessümle kucaklayabilir.
Sosyal değişim ve kabuller ne yazık ki kadının aile içerisindeki konumunu ve geleneksel anne modelini etkilemiş, onu biraz daha bağımsız bir hâle getirmiştir. Ekonomik özgürlüğe sahip, eşiyle aynı işte çalışan, aynı kazancı sağlayan ve söz sahibi olan kadın yeni sorunlarla karşılaşmakta ve zaman zaman erkek hegemonyasına karşı çıkabilmektedir. Bunun yanı sıra iyi bir anne ve ideal bir eş olma gayreti de omuzlarında ağırlığınca durmaktadır. Malî sorumluluğunu yerine getirmekte zorlanan bir erkeğe eşinin yardım etmesi veya finansal destek sağlaması elbette makul bir durumdur. Aynı ölçüde erkeğin ev içerisindeki görev ve sorumlulukları eşiyle paylaşması da gerekli bir durumdur. Sadece çalışanlar için değil, her birey için, tahakkümle değil içtenlikle, söylenerek değil gönüllülükle yapılan her bir yardımlaşma, toplumu daha adil, daha sevgi dolu bir seviyeye getirir, öyle değil mi? Kadın kadın kalsın, erkek erkek, çocuk çocuk, anne baba da ebeveyn. Rolleri karıştırmadan, herkes kendi yerinde güzel!
Kadın figürü üzerinden yürütülen modernizm faaliyetleri, onun toplumdaki rolünü ne yazık ki çalmış ve giyim kuşamı üzerinden çağdaşlık seviyesi atfetmiştir. Kadının tır şoförlüğü gibi, inşaat işçiliği gibi her alanda iş yapabileceği empoze edilmiş, onu tesettüründen, zarafetinden, nahifliğinden uzaklaştırıp kendisine maskulen bir model biçilmiştir. Aynı şekilde erkeği heybetinden, liderliğinden, yiğitliğinden soyutlamış ve ortaya kadınsı erkekler çıkarmıştır. Lüks yaşamaya özenti, tüketim ve güç tutkusunun tetiklediği popüler kültür, çepeçevre kuşattığı aileleri dünyevileşme illetine sürüklemektedir. Hâl böyleyken, aile hayatında yaşanan çatırdamalar ve uluorta meydana dökülen hesaplaşmalar zamanla toplumun geneline yayılmış, endişe verici boyutlara ulaşmıştır. “Kadın dediğin güçlüdür” formatı zihinlerimizi bîçare bir çöküşe götürmektedir. Aynı şekilde, “Erkek dediğin şöyle olur, böyle olur” lafügüzaftan kalıplar da çok çabuk dolduruşa getirmektedir. Hâlbuki eşlerin birbirini sevmesi, gözetmesi, güven duyup sadakat göstermesi, her türlü kötü söz ve davranıştan uzak kalması, sabırlı, anlayışlı olması da dış etkenlere karşı antivirüs görevi görür. Üstelik bu vaziyetler güç ve ego savaşından çok daha sıcak ve kucaklayıcıdır.
Din, vatan, hak ve hakikat uğruna yapılan her türlü çalışmayı can-ı gönülden takdir ediyor, kadın polisimizi, askerimizi, güvenlik güçlerimizi müstesna tutuyoruz. Burada hususiyetle değinmek istediğim; kadını, erkeği ve aileyi koruyacak aktivitelerin çoğaltılması, çizilecek bir yol haritasında insanî özelliklerimizin göz ardı edilmemesidir.
Manevî dinamikleri canlı tutmak, aileyi koruma haritası içerisinde mutlaka yer alması gereken başlıklardan biridir. Bu amaçla, 2003 yılında faaliyete geçen aile dinî ve rehberlik büroları, diğer aile danışmanlarına nazaran aileyle ilgili daha çok dinî içerikli soru ve sorunlara yönelik çözüm önerileri sunmakta, çeşitli faaliyet ve içerik üretmektedir. Tebliğ metoduyla burada söz edilebilecek bir hadis, doğru bir bilgi, bir sahabe örneği veya farklı bir perspektif, bilinçli ve güçlü bireyler oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Sağlıklı bir aile yapısının oluşturulmasına ve korunmasına katkı sağlamaktır. Özel gereksinim sahibi aileleri gözetmekte, bağımlılıkla mücadele faaliyetlerine katılmaktadır. Geniş bir yelpazeye sahip aile ve dinî rehberlik büroları, bir kamu kuruluşu olmakla beraber özel eğitim ve sınavlardan geçmiş danışmanlarca faaliyetleri yürütülmektedir. Peki, yeterli midir?
Aile birliğinin devamlılığı için sorumlulukları daha sistematize edecek ve yükleri hafifletecek prensiplere ihtiyaç duyulmaktadır. “Aile Okulu”, “Baba Atölyesi”, “Evlilik Öncesi Eğitim Programları” gibi projeler bu amaca hizmet etmekte, ama hedeflenen katılım belki de çok dert edilmediği için hedeflenen amaçlara çok uzak kalınmaktadır.
Çocuk ve yaşlıyı buluşturan etkinliklerin çoğaltılması, aslımızı tanımanın ve neslimize sahip çıkmanın en doğal ve en kolay bir metodudur diye düşünüyorum.
Aileden sonra en yakın ilişki: Akrabalık
Değerlerimizin yıprandığı, içinin boşaltılıp rafa kaldırıldığı bir zaman diliminde, pandeminin de süregelen etkisiyle akraba bağlarının endişe edilecek bir düzeyde zayıfladığını görüyoruz. İnsanları yalnızlaştıran ve bencillik eşiğine getiren modernizm, akrabalık zincirlerini de kırmış, her bireyin yalnız birer halka olmasını güzel ve gerekli göstermiştir. Konforun kuşatması altında esir kalan hayatlarda, desteğin yerini köstek, yardımlaşma ve dayanışmanın yerini ne yazık ki kıskançlık ve çatışma almıştır.
Bireysel, toplumsal ve manevî hayatımız için önemli bir ilişki biçimi olan akrabalık bağı, hem soy bakımından yakınlığı, hem de evlilikle birlikte meydana gelen birinci derece sosyal yakınlığı ifade eder. Bu her iki yönüyle iki taraf arasında bir denge kurulduğunda akrabalık dayanışması ortaya çıkar ve bu da aileye güç katar. İyi ve kötü günde sağlanan birliktelik, çocukların ruh dünyasında güzel izler bırakır ve iletişim becerilerine katkı sağlar. Bayramları bir arada karşılamak, hediyeleşmek, özel günlerde bir araya gelmek, ihtiyaç hâlinde gözetmek, hastalık hâlinde yardım etmek gibi pek çok tutum ve davranış, aile fertleri ve eşler için büyük kazanımlara vesile olur.
Hiç kimse bir amcanın, bir halanın yerini tutmaz. Eltiler arası nüktelerin çokça yapıldığı toplumumuzda o lâtif ve ince esprilerin tadı bile ayrıdır. Amma velâkin “Nasılsa akrabadır” düşüncesiyle sınır ihlâli gerçekleşiyorsa, çevremizde bulunan diğer insanlara nazaran daha özensiz, sevimsiz veya isteksiz tavırlar sergileniyorsa, bir gevşeklik hâli dile ve edebe sirayet ediyorsa, kusur avcılığı yapılıyorsa, ne geçmişten geleceğe bir köprü kurulabilir, ne de akrabalarla bir gönül bağı.
Akrabalık geleneğini canlı tutmak amacıyla kurulan dernekler, düzenlenen akraba piknikleri, yöresel şenlikler gibi etkinlikler insanları hem neşelendirmekte, hem de akrabaların tanınmasını sağlamakta ve birliğini korumaktadır. Bunun dışında, iyi ve kederli günde en çok görmek istenen kişidir akraba. Akrabaya yakınlık sağlamak, sıla-i rahim sünneti hürmetine Allah’a da yakınlık sağlamaktır.
Kur’ân-ı Kerim’de insan-akraba ilişkileri ve aile hayatı, ahlâkî ilkelerin birer parçası olarak verilmiştir. Örneğin cimrilik ve savurganlığın her ikisi de kınanmıştır. Buna karşın orta yolu tercih etmek, tasarruf etmek, ölçülü ve cömert olmak önerilmiştir. Emanete sadık kalmak, doğru bilgi ve habere dayanmak, ağırbaşlı ve vakur olmak, ihlâs ve samimiyet ışığında varlığını hissettirmek, yardımlaşmak, hoş görmek, misafirperver olmak gibi İslâm ahlâk kurallarını içeren toplumsal mevzular ailenin ve akrabanın da vazgeçilmez meseleleri içerisindedir.
“İçinizden bekârları evlendirin”[iii] ayetiyle Yüce Allah, aile kurmayı teşvik etmiş, bu serüvende eş dost ve hısım akrabaya yardımcı olmayı bir vazife olarak yüklemiştir.
İyi ve kötü günde sağlanan birliktelik, çocukların ruh dünyasında güzel izler bırakır ve iletişim becerilerine katkı sağlar.
İçimizdeki gizli cevher: Komşuluk
Aile ve akraba ilişkilerini takip eden bir diğer sosyal mevzu, günlük hayatın vazgeçilmez olgusu olan komşuluktur. Cemiyetin güven ve huzuruna hizmet eden komşuluk, yardımlaşmanın ve paylaşmanın hayat bulduğu bir alandır. Hem dinî kurallar çerçevesinde, hem de toplumun dilinde komşuluğa sıkça yer verilir. Örneğin, “komşu hatırı” denilir. Diğer hatırlardan ayrı tutulur. Komşuluk haklarını İslâm Peygamberi şu şekilde belirtmiştir: “Hastalandığında ziyaret etmen, öldüğünde cenazesine katılman, borç istediğinde vermen, muhtaç olduğunda ihtiyacını karşılaman, hayırlı işlerini tebrik etmen, musibet anında sabrı tavsiye etmendir.”[iv]
İnsan, ontolojik gereksinim gereği toplumdan bağımsız kalamaz. Toplumla bağdaşmanın yollarını arar. Komşuluk, insanın önce kendi etrafına ördüğü duvarları aşmakla başlar. Doğruluk dileyen önce kendini doğrultur. Hesap ve çıkar eksenli anlayışa sahip kimselerse ancak sorun büyütür. Kendisine iyi bir komşu aramadan evvel iyi bir komşu olmanın gayreti ise sorumluluk büyütür.
Güçlü komşuluk ilişkileri ailenin haysiyetini ve geleceğini korur. Çocuklarına, evine, arabana ve hatta çiçeklerine bile sahip olur. Gönül sofralarında iyilikle buluşmak ve her lokmanın tadına muhabbetle bakmak, içimizdeki gizli cevheri açığa çıkarır. Aslında hayatın bahsedildiği kadar güvensiz ve korkunç bir yer olmadığını öğretir çocuklara. Ortak alanların kullanımında kurallara uyan, birbirini ziyaret eden, ismen tanıyan, selâmlaşan, ödünç alma ve verme becerisine sahip kimseler, böylece aileye ve topluma bir şekil inşâ ederler. Bu şekil, sevmekle başlayan bir eylemdir. Bu sevgi öyle bir sevgi olmalıdır ki karşılığını ölçmeden, tartmadan, beklemeden, gözüyle güzelliklere odaklanarak, diliyle hoş söyleyerek, kulağıyla hayır işiterek, kalbiyle hüsn-ü zan besleyerek… Ve en çok sabrederek… Çünkü “sabır ışıktır”[v]. Tersini tatbik etmek, karanlığı yaymaktır. Karanlık, cahillikle müstear…
Sadece çalışanlar için değil, her birey için, tahakkümle değil içtenlikle, söylenerek değil gönüllülükle yapılan her bir yardımlaşma, toplumu daha adil, daha sevgi dolu bir seviyeye getirir, öyle değil mi?
Son söz
“Yaratılan ilk insan” mevzuuna “yaratılan ilk aile” perspektifinden baktığımızda, insan ve ailenin birbirinden ayrı olmadığını ve dünya hayatının “ailesiz toplum” teorisiyle bağdaşmadığını daha somut bir şekilde görebiliriz. İnsanlık tarihi boyunca aile, farklı din, kültür ve coğrafyalar içerisinde toplumsal yapının en temelini oluşturmuş ve varlığını belirli kurallar çerçevesinde sürdürmüştür.
Bu oluşum, teorik ve pratik boyutlarıyla dünya üzerindeki bütün dinler için büyük önem arz etmektedir. Hemen hemen bütün dinler ailenin korunmasını teşvik etmiş, ailenin ve dinin bekâsını sağlayacak çeşitli önlemler almış ve neslin çoğalmasını teşvik etmiştir. Nikâh akdinin bozulmasını yasaklamış yahut zorlaştırmıştır.
Güzel dinimiz İslâm, bizlere iki cihan saadetinin yollarını hak ve sorumluluk dağılımında insaflı olmakta, adaletli davranmakta, karşılıklı sevgi ve saygının gözetilmesinde, emeğin takdir edilmesinde, gerektiğinde özür dilenmesinde, bağışlamakta, iyilik adına yarışmakta ve daha pek çok güzel haslette olduğunu göstermiştir. Bütün bu güzellikler anne, baba, eş, çocuk ve toplum hepsi bir arada daimî birlik sağlandığında ailemizi Cennet yurduna çevirmeye yetecektir.